29 Nisan 2011 Cuma

Asya, Arif Nihat

Doğumunun 100. Yıl Dönümü Yaklaşırken
ÂRİF NİHAT ASYA
(7 Şubat 1904-5 Ocak 1975)

H. Rıdvan ÇONGUR

Milletler büyük oğullarıyla yaşar ve yükselirler. Bir millet, bilim,
edebiyat, siyaset ve askerlik tarihinde yer alan büyük evlâtlarını
hatırladığı, onları beşerin unutkanlığına teslim etmediği ölçüde
büyüktür ve büyük millet olarak kalmaya, saygı görmeye lâyıktır. Türk
milleti tarihte böyleydi, bugün de böyledir ve böyle olmak
zorundadır. Bu, bizim, geçerli olduğuna veya geçerliliğini bugün de
koruması gerektiğine inandığımız bir düşüncenin sonucudur.
Biz 1950’li yıllarda bir bölümü lise öğrenimini tamamlayan, bir
bölümü de yüksek öğrenim yıllarını yaşayan, üniversitede, yüksek
okullarda okuyan bir neslin çocuklarıyız. Lisede öğrenciyken
okullarımızda, yaşadığımız şehrin kültür kuruluşlarında, öğrenim
gördüğümüz fakülte ve okullarda Türk büyüklerini anarak, toplantılar
tertip ederek, yaşatarak büyüdük, büyütüldük. Eskiden iki büyük
şehrimizde İstanbul ve Ankara’da iki radyomuz vardı. Bu radyoların
yayınlarının bir bölümü Türk’ün tarihine, kültürüne, bilim, edebiyat,
sanat hayatında gelmiş geçmiş Türk büyüklerine yer veren özel
programlar yayınlarlardı. Geçmişte Bugün, Tarihten Bir Yaprak veya
Kahramanlar Geçiyor diye günlük, haftalık programlarda tarihî
olaylar, tarihimizi yapan insanlar canlandırılır, büyük kumandanların
kahramanlıklarla dolu hayatları anlatılır, unutulmamaları sağlanırdı.
Geçen yüzyılın ilk yarısına kadar süren bu yayınlar da, ilgili kurum
ve kuruluşların da bu alandaki faaliyeti iyice sınırlandı, onlara yer
veren yayınlar kaldırıldı veya iyice sınırlı hâle getirildi.
Türk Dili dergisinin “Cumhuriyetimizin 80. yıl dönümü” için armağan
olarak hazırlanan Ekim 2003 sayısında, bir Türk büyüğü, seçkin bir
bilim adamımız olan Prof. Remzi Oğuz Arık ile ilgili anma yazımız
yayımlandı. 1954 yılında bir uçak kazasında şehit düşen ve 55 yaşında
hayata gözlerini yuman bu değerli bilim, siyaset ve dava adamını,
ölümünün 50. yıl dönümünde bütün yurtta ve Türk dünyasında törenler,
toplantılar düzenleyerek anmamız, gençliğe tanıtmamız, ender gelmiş,
öncü olmuş bir Türk büyüğü olarak yaşatmamız gerektiğini ifade ettik,
ilgili bütün kurumları ve kişileri göreve davet ettik.
2004 yılında Sadece R. Oğuz Arık mıdır anılacak Türk büyüğü veya
edebiyat ve düşünce hayatımızda yaşatılacak insan? Elbette değil. Ona
da, ondan sonraki nesle de, bizlere de öncü olan daha nice Türk
büyükleri, edebiyat, sanat, düşünce adamlarımız var... Türk diline
hizmet eden Şemsettin Sami 1904 yılında ölmüş. Cumhuriyet döneminde
üne kavuşan şair Ömer Bedrettin Uşaklı aynı yıl dünyaya gelmiş; 2004
yılı birisinin ölümünün, diğerinin doğumunun 100. yıl dönümleridir.
Yine hemen hatırlatalım, 1904 yılında dünyaya gelen bir de Bayrak
şairimiz Ârif Nihat Asya var. 73 yıla sığan ömrünü hem hoca, hem
şair, hem de sadece bir dönem olmak üzere, kısa süren milletvekilliği
ile siyaset adamı olarak sürdüren Asya, şiirimizin doruğunda yer alan
isimlerden biridir. Diğer yazar ve şairlerle birlikte, hatta daha
geniş etkinlikler düzenlenerek Ârif Nihat Asya bütün yurtta ve bütün
Türklük dünyasında anılmalı, yaşatılmalıdır.
1924 yılında Türkçülüğün unutulmaz ismi Ziya Gökalp aramızdan
ayrılır. Onun ölümünden on yıl önce doğan, şiirimize yeni bir kapı
aralayan bir şairimiz daha var: 1914 doğumlu Orhan Veli Kanık...
Ölümünün 80. yılında Gökalp, doğumunun 90. yılında Orhan Veli,
anılmayı bekleyen büyüklerimiz, şairlerimiz değil midir? Yalnız bu
isimler mi, değil. Türk şiirinde millî edebiyatın ve arı duru
Türkçe’nin öncüleri arasında yer alan Mehmet Emin Yurdakul ile Orhan
Şaik Gökyay Hocayı unutmamız mümkün mü? 1944 yılında ölen Yurdakul
için 2004, 60., 1994’de hayata veda eden Gökyay için de 10. ölüm yıl
dönümü tarihidir. Bu arada belirtelim; Orhan Şaik Hocaya Kültür
Bakanlığımız sahip çıktı; bizim öneri ve teşvikimizle o zamanki
Kültür Bakanı İstemihan Talay, ondan sonra gelen ve kısa bir süre
bakanlık yapan Doç. Dr. Hilmi Çelik, ATDK Başkanı Prof. Dr. Sadık
Tural’ın katıldığı toplantılar tertip edildi. Millî Kütüphane Başkanı
Tuncel Acay kardeşimiz salonlarını açtı, Orhan Şaik Gökyay için
hazırladığımız kitabı yayımladı. Kastamonu Valisi Enis Yeter’in
desteği ve yardımlarıyla memleketinde anma günleri, paneller
gerçekleştirildi. Kültür takvimimizde daha pek çok kişi anılmayı,
yaşatılmayı bekliyor.
Biz Ârif Nihat Asya için kaleme aldığımız bu yazıya onunla devam
etmeden önce, ölüm veya doğum yıllan 2004’e rastlayan birkaç edebiyat
adamımızın daha isimlerini sıralamakla yetinelim: Sait Faik
Abasıyanık ile İsmail Habib Sevük (ölümleri 1954), Halide Nusret
Zorlutuna (öl. 1884), Coşkun Ertepınar (doğ. 1914), Feyzi Halıcı
(doğ. 1924)... Bunlara, ayrıca doğumlarının 30. yıl dönümlerinde
anılması gereken birkaç isim daha eklemek mümkün: Karagöz sanatkârı
olarak Cumhuriyet döneminde başlarda yer alan Hayalî Küçük Ali ile
romancı Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bilim adamı Prof. Dr. Ziyaettin
Fındıkoğlu ve edebiyat hocası, Türk şiirine gönül veren ve Yahya
Kemal Beyatlı’nın bütün eserlerinin yayımlanmasını sağlayan Nihat
Sami Banarlı... Hepsi de aynı yılda, 1974’te aramızdan ayrıldılar.
Türk bilim hayatına ve edebiyatına geçmiş, her biri eserleriyle örnek
olmuş bu değerleri ölümlerinin, doğumlarının 10. ve 20. veya 50. ve
100. yıl dönümlerinde anmamız, onlar için eserler hazırlamamız
gerekmiyor mu?

2004, Asya’nın 100. Doğum Yıl Dönümü
Türk şiiri ve Türklük düşüncesinin yanı sıra Türk millî eğitiminin
unutulmaz insanlarından, hem de başta gelenlerinden biri Ârif Nihat
Asya’dır.
Bugün 60, 70 yaşın merdivenlerinde bulunan bizim nesil için, gençlik
günlerimizde ezbere bildiğimiz, ruhumuza işleyen o ünlü şiiri kadar
kendisi de bayraklaşan bir şair, bir öğretmen ve nesirleriyle
gönüllerimizi fetheden kalem erlerimizden biri...
Önce bu değerli eğitimci, nâsir ve şairin hayatına göz atalım.
Yirminci yüzyılın Cumhuriyet döneminde millî duyguları en coşkulu
biçimde şiirlerinin konusu yapan ve “Bayrak şairi” olarak tanınan
Ârif Nihat Asya, Çatalca’nın İnceğiz köyünde dünyaya geldi.
Doğduğunda Mehmet Ârif adı verilen şair, doğum yerini kendisi bir
şiirle anlatır:

“Nerelisin diye soruyorlar:
İnceğiz köyünde doğmuşum...
İnceğiz’i Çatalca’ya,
Çatalca’yı İstanbul’a bağlamışlar
İstanbullu olmuşum.”

Babası Ziver Bey, Tokat’ın Kapusuz köyünden, esnaf bir aileden gelir;
annesi Tırnavo’dan Anadolu’ya göçmüş Osman Beyin kızı Zehra Hanımdır.
Daha doğumunda babasının ölümüyle yetim kalan küçük Mehmet Ârif,
İnceğiz’in Örcülü köyü imamından Kur’an okumayı öğrenerek öğrenimine
başlar. O, çocukluk günlerinden söz ederken “beni, yepyeni dünyama
çeken güç, onu dünyanın dışına itmiş. Ben gelmişim, babam gitmiş.
Babamın arkasından anam da gider Ana da masalmış, baba da masalmış!”
der. İşte bu yüzden, kapıların birer ikişer kapandığını, kiminin de
daraldığını gören şair, daha çocukluğunda dedeye, haminneye, halaya
derken, sonunda millete muhtaç kalmış... Bu duruma bakıp şunu
söyleyebiliriz: Çocukluk, gençlik çağını içine alan bu yıllar, yarım
asrı biraz aşan ve zaman zaman çileli, ama her zaman şiir dolu bir
hayatın çekirdeğini, özünü de oluşturur. Örcülü köyünde kocası subay
olan halası vardır. İlkokula bu köyde başlar. Ana ve babanın
ölümünden sonra Çatalca’dan İstanbul’a, Çatalca müftüsünün kızı
Gülfem Halası ile birlikte göçerler. Subay olan eniştesi önce tayin
edildiği Bolu’ya, oradan da Kastamonu’ya onu yanlarında götürür. Orta
öğrenimini bu şehirlerde tamamlamaya çalışırken İstanbul’a görev
çıkar, bu eski ve tarihî şehre nakledildiklerinde Haseki semtinde bir
çıkmaz sokakta ev tutulur, yerleşilir.
Öğrenimini artık İstanbul’da sürdüren Mehmet Ârif, mahalle
mektebinden Yusufpaşa Gülşen-i Maarif Rüştiyesine derken, bir gün
hayat şartlarının zorlaması sebebiyle Bolu Lisesine yatılı olarak
kaydolur, orta okulu burada okur. Lise kısmı olmadığından orta
öğrenimini tamamlaması için Kastamonu Lisesinin yolu görünür. Millî
Mücadele yıllarında şairimiz Kastamonu’da öğrencidir. Onu, liseyi
bitirdikten sonra da, yüksek öğrenimini tamamlamak üzere yine yatılı
bir mektepte görürüz. İstanbul’a gelir, Yüksek Öğretmen Okuluna
kaydını yaptırır. Hem okur, hem de İstanbul Postanesinin Haricî
Telgraf Kontrol Kaleminde memur olarak çalışır. İkinci çalıştığı yer
ise, Anadolu Ajansının İstanbul temsilciliğidir. Bir süre gece
bültenlerini hazırlamakla görevlendirilir.
Ârif Nihat Hocanın, geçmiş yıllarından daha az çileli, biraz rahat
yüzü gördüğü dönem 1928’de Yüksek Öğretmen Okulunun edebiyat kolunu
bitirdikten sonraki öğretmenlik yıllarıdır. Öğretmenliğe başladığı
dönemde vatanî hizmetini de yerine getirir. İlk evliliğine ve
hocalığına Adana Lisesi ile adım atar. Adana ilk göz ağrısı,
şiirlerinde de önemli bir yer tutan şehir olur. Onun adıyla beraber
anılan ünlü Bayrak şiirinin yazıldığı şehir de Adana’dır. Hatay’ın
ana vatana katıldığı günlerde yazılmıştır. 5 Ocak Adana’nın kurtuluş
günüdür. Millî Eğitim Müdürü, okullara bir yazı gönderir; kurtuluşun
kutlanacağı o gün Saat Kulesi ile Ulu Cami minareleri arasına büyük
bir Türk bayrağı asılacak, tören orada yapılacaktır. Bir öğrenci de
günün anlamına uygun bir şiir okuyacaktır...
“Az bilinen bir şiir seçmeyi düşündüm” diyor Asya, sonra vazgeçtiğini
söylüyor ve gerisini şöyle tamamlıyor: “5 Ocak çok yaklaşmış, meydana
çekilecek bayrak mevzuu da beni iyice doldurmuştu. Gece, Ocak
mahallesindeki evimde, petrol lâmbasının ışığında ‘bayrak’a sığınarak
kalemi elime aldım. O gecenin sabahı ‘Bayrak şiiri’ hazırdı.” Hoca,
ertesi gün okula gider, “Aydın’ı çağırın!” der. Birkaç dakika sonra
Aydın karşısındadır.
Akşam yazdığı şiir elinde, çağırdığı öğrenci karşısında... Gerisini
hocadan dinleyelim: “Kâğıdı eline tutuşturdum, okudu. Birlikte bir
iki deneme yaptık. Aydın bu iş için biçilmiş kaftandı. 5 Ocakta ben
kalabalığa girmemiş, gerilerde kalmıştım. Aydın okudu, alkışlandı...”
Hocanın o günkü öğrencisi Aydın, yıllar sonra hepimizin tanıdığı
Devlet Operası ve Balesi Genel Müdürü olan Aydın Gün’ün ta
kendisidir...
Bundan sonraki yıllarda onu Malatya, Tarsus, Eskişehir liselerinde
görürüz. II. Dünya Savaşının ülkemizi de tehdit ettiği yıllarda
Diyarbakır’da ikinci askerlik görevini yapan şair, 1942’de ikinci
evliliğini de gerçekleştirir, sonra da Malatya Lisesine müdür tayin
edilir. Fakat onun gönlünde öğretmenliğe ilk başladığı Adana’nın ayrı
bir yeri vardır. Hem çok sevdiği hem de sevildiği bu şehre naklini
ister. İsteği gerçekleşir ama, günlerden bir gün, okulu ziyaret eden
ve onun çamurlu paçalarını eleştiren Millî Eğitim Bakanına
hoşlanmadığı cevaplar verince, haritanın bir ucuna, Edirne’ye tayini
yapılır. Adana’dan ayrılışı sırasında halkın ve öğrencilerin bu çok
sevdikleri öğretmeni uğurlamaları göz yaşartacak şekildedir.
Başına gelenler, onun için geleceğine yön veren bir vesile olur ve
1950 genel geçimlerinde Ârif Nihat Asya, kendisini sevenlerin oyuyla
Adana’dan milletvekili seçilir, TBMM’ye girer. Hocanın yasama görevi
bir dönem, sadece dört yıl devam eder ve tekrar öğretmenliğe döner.
Önce Ankara Gazi Lisesinde, arada Kıbrıs’a da giderek, edebiyat
öğretmeni olarak emekliye ayrılıncaya kadar bu okulda çalışmalarını
sürdürür. 1969 yılının 8 Şubat Cumartesi günü Ankara’da MEB’nin de
katılımı ile Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası salonunda, sevenleri
tarafından onun için bir sanat gecesi düzenlenmiştir. 50. Sanat Yılı
belki de onun hayatında aldığı en büyük mükafattır. Törene devrin
Millî Eğitim Bakanı İlhami Ertem de katılır ve bir konuşma yapar.
Diğer konuşmalardan sonra kürsüye hocayı çıkarırlar; hem hatıraları
dinlenir kendi ağzından, hem de şiirleri...
Emeklilikten sonra günleri hem şiirlerini yazarak, hem de belli başlı
gazetelerde yazılar kaleme alarak geçer. İnce bir nükteye dayalı
günlük fıkralarını, o yıllarda çıkan Yeni İstanbul ve Babıâli’de
Sabah gazetelerinde yayımlar. Ta ki, ölüm, 5 Ocak 1975’te, yıllar
önce Bayrak şiirinin okunduğu, çok sevdiği şehrin kurtuluş yıl
dönümüne rastlayan gün kapısını çalıncaya ve Hakk’a yürüyünceye
kadar...
*
Ârif Nihat Asya’nın şiirlerini oluşturan mısra örgüsü, millî olarak
akla gelebilecek her tür kültürle bezenmiş, kâğıda düşen her
kelimesi, Türklükten, Türk olma sevdasından taşan ruhla can
bulmuştur. Dağ, taş, toprak, vatan, millet, yürek, kök, köprü,
sebil... akla gelebilecek pek çok kelime ve kavramdan, sevgi, sevi,
özlem ve hüzünden tutun da tarih, töre, din, görgü ve göreneğe ve
bazen taş taş yükselen bir mimarlık eserine kadar her şey, onun
dilinde ve kaleminde soluk alıp verir, hayat bulur, şiir hâline
dönüşür hâldedir. Ölçülü, ölçü dışı şiirlerinin, şiirden farksız
nesirlerinin harcı, kumu, taşı, çakılı, toprağı, ne geliyorsa
aklınıza, hepsi ama hepsi hem Türkçe, hem Türklükten, hem de Türk’ün
coğrafyasından gelir...
Karlı dağlardan, sarp yamaçlardan süzülüp gelen suların beslediği bir
çağlayan veya bir çeşme düşünün: Asya’nın şiiridir o çeşmeden akan, o
çağlayandan köpükler saçıp coşan! Az yazanlara inat edercesine çok
şiiri var, ama hepsi de güzel şiirler. Bazen çağlayan olup akan, leb-
i deryaya karışan coşku seli, bazen o musluklardan gürül gürül gelen
çeşmenin suyu olur, mısralarında... Coşkun akan su, bir güzellik
şehrayinidir. Güzel şiir de öyle. Nasıl o sulardan bir damlayı
ayıramazsanız, onun şiirlerinde su damlalarına benzeyen mısraları da,
aynı güzellik ölçüleri içinde birbirinden ayıramazsınız. Şiiri bir
bütün olma özelliği taşır. Yirminci yüzyıl Türk şiirinde bir kale
gibi yükselen şairin, bu hisar şairinin şiirlerini, gürül gürül akan
o çeşmelerden içmenizi, gönlünüzü serinletmenizi isteriz.
Ârif Nihat Hoca, kara kışın esip savurduğu bir kış günü dünyaya
gelmişti, yetmiş üç yıl sonra yine, bir bölümünü Ankara’daki kapısı
dostlarca az çalınan evinde, döşeğinde, bir bölümünü de Numune
Hastanesinde son nefesini verdiği yatağında geçirdiği bir kara kışta
vefat etti. Gözlerini öyle yumdu bu dünyaya. Yatlığı yer nur olsun!

“Bayrak” Şiiri
Ârif Nihat Asya’dan, hele şiirinden söz edilince, eğer yazdıkları
arasından bir derleme yapılacaksa en başa Bayrak şiiri seçilip
konulur. Kültür Bakanlığının 1971 yılındaki Çağdaş Türk Yazarları
dizisinde de, Şiirler/Ârif Nihat Asya adlı kitabın ilk şiiri olarak
Bayrak en başta yer almıştır. Asya, millî bir sembol olarak Bayrak
ile kendisi -aynı zamanda da milletinin bütün fertleri-arasında bir
bağ kurduğu için, bu şiirin hepimizde ayrı ve önemli bir yeri, değeri
var. Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri’nde onun şiirini ve sanatını
yorumladığı bölüme yine bu şiirle girer.
Neden mi? Çünkü “Bayrak şiirinde hür, serbest bir hava vardır.” diyor
ve şunları ekliyor Kaplan Hoca: “Türk bayrağının kızıl rengi ile ay
ve yıldız, şairin muhayyilesine derin surette tesir etmiştir”.
Kaplan’a göre “bir sembolün esas konusundan koparak, dış âlemin
yerine geçen mutlak bir kıymet hâline gelişi”dir bu. Şu değerlendirme
cümlesi ise dikkat çekici: “Bayrak şiirinin son parçasından
bahsederken belirttik ki, Ârif Nihat Asya’nın milliyetçiliğinde Türk
bayrağını her yere dikmek isteyen bir cihangirlik ideali vardır.”
Peki, Ârif Nihat Hoca, gücünü bu hamasî duyguları işlemekten mi
alıyor dersiniz? Hayır. Onda bu konuları işlemiş şairlere özenme,
onları tekrarlama gibi bir durum da söz konusu değil. Yine Kaplan’a
dönelim: “Ârif Nihat Asya, eskinin bir taklitçisi değil. Yahya Kemal
gibi, fakat ondan çok farklı olarak, her şeyi süsleyen, güzelleştiren
ve yücelten eski zevkin, serbest vezinle yazdığı şiirlerde, bile yeni
ve orijinal bir takipçisidir.”

Destan, Kubbeler, Selimiye
Şairin Bayrak kadar, genç, yaşlı herkesi alıp tarihimizin
derinliklerine götüren, destanî, millî, dinî şiirleri de, aşk üstüne
veya nükte dolu olanların yanında memleket güzellemeleri de var...
Destan’da bizi günümüzden alıp tarihin geçmiş asırlarına götürüyor:

O zaferler getiren atların
Nalları altındanmış;
Gidişleri akına,
Gelişleri akındanmış.

Yolları eline dolayan;
Beldeler, ülkeler avlayan
Süvarileri varmış ki,
Oğuz, Bilge, Süleyman’mış.

Bize bin yıllık armağan
Şu parıltılı kılıçlarından
Ve şu serin, kuytu gölge
Kanadlarındanmış.

Gidişleri akına, gelişleri akından; atlarının nalları altından olan
ve tarihe mal olan asırlarda Türklüğün sırrı, mihraplar, minareler,
kubbelerde gizlidir. Onların başarılarında aya gönül vermenin,
toprağa, suya hükmetmenin azim ve kararlılığı vardır...
Kubbeler şiirinde, üç kıt’ada çizilen bir cihan devleti haritasının
gözler önüne serildiğini, parçası olduğumuz büyük bir medeniyetin
seyredildiğini görürüz... İşte bu destandan birkaç bölüm:

Dün, baş’lar seferber, el’ler seferber;
Kurşun eritildi, mermer çekildi.
Bunlar; bu kubbeler, bu minareler,
Akça’yla olacak şeyler değildi.

Böyle bir gemide yendi suyu Nuh..
Ve bu yelkenlerle kanatlandı ruh..

Taşıtıp kalyonla pırlanta, inci
Abide hâline koydu, sevinci,
Gergefte işleyip bir inci sultan

Çiniler, çiniler, taze çiniler;
Boyası göz nuru, fırçası kirpik...
Ey sanat, “Kuruyan dallarımıza
Bir yeşil yaprak ver” demeye geldik.

Biri hattın; biri mermerin, tuncun,
Kurşunun sırrını aramış, bulmuş;

Yesarî elinde “Lâfza-i Celâl”,
Sinan’da kubbeye minare olmuş
*
Bu Horasan, mermer, kurşun dağları
Omuzunda taşıdığı çağları,
Taşıyacak daha çağlar boyunca
Ve yer çekmeyecek, yere koyunca.

Yolları arkada bırakan hızla;
Kanatlarımızla, atlarımızla
Aşarken toprağı, taşı, denizi
Bu kurşun memeler emzirdi bizi.

Baş’ları ve el’leri seferber olduğu için, kurşun eritilir, mermer
çekilir; bu işler akçe ile değil, ilimle, bilgiyle, hünerle
gerçekleştirilir. Çinilerle süslüdür ve göz nuru boyası, kirpik
fırçasıdır her bir çininin! Bütün bunları yapan, yükselten
biziz... “Kurşun memeler”in emzirdiği millet olarak biz!..
Şimdi, “mermere ruh katan” mimarînin mısralarda Sinan’la kucaklaştığı
Selimiye şiirine gelelim:

Selim’lerden kalma muhteşem miras,
Sinan’lardan kalma şanlı hediye;
Kuvvetin tuğrası, san’atın mührü,
Kubbeler kubbesi bir Selimiye.

İşte tarih, işte batıyla doğu...
Görenler, göstersin böyle bir kuğu!

İlhamın, emeğin piri ne yaman
Bilmeceler koydu, taşlar altına:
Nesiller hayran, asırlar hayran
Bu kurşun, bu mermer saltanatına.

Dikmişler vererek, sanki el ele
Selim’le Sinan,
Şu dalga dalga,
Dağların önüne bir dalgakıran!

Bir armağandır, Mimarbaşı Sinan’dan Sultan Selim Hana sanatın mührü
olan bu cami. Selimiye... Sinan’ın taş örerek yükselttiği, mermerle
yücelttiği, çinilerle bezediği cami, şairin kaleminden dökülen kelime
örgüsü içinde, sanki bir defa daha inşa edilir. Şiirin son bölümü ise
Türk’ün tarihle hesaplaşması gibidir:

Seller, zelzeleler ne derse desin;
Sen, yine o eski Selimiye’sin...
Fakat -tarihime, adıma yazık!-
Ben ne Selim, ne de Sinan’ım artık!

Kükreyen, şahlanan, koşan, atılan
O mutlu yiğitler, o mutlu iman,
Sınırları aşmayı kuşlardan değil,
Öğrenirdi senin ezanlarından.

Ne bilsin Selim’ler, ne bilsin Sinan,
Ki avlun bu kadar küçülecekti..
Ey ilâhî kubbe; sana avlu, bir
Kıt’a gerekti!

Selimiye, şairin bütün şiirlerinde şahidi olduğumuz, geçmiş zaman
bilincinden nasibini alan, ama hepsinden farklı duygu, düşünce, yorum
zenginliği içinde bize dünle bugün arasında bir değerlendirme kapısı
aralayan şiirdir.
Biz sözü, millî sembolümüzü mısralara taşıyan o ünlü ve muhteşem
şiirle bağlayalım:

Bayrak
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü...
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver!
Dağlardan çöllere düştüğü gün
Gölgene sığındık.

Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı...
Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında doğdum,
Senin dibinde öleceğim.

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;
Yer yüzünde yer beğen;
Nereye dikilmek istersen,
Seni oraya dikeceğim!

ARİF NİHAT ASYA ve TÜRK BÜYÜKLERİ
Arslan Küçükyıldız

2004 yılı, daha hayatta iken klasikleşmiş, şiirleri ve şiir
tadındaki nesirleriyle Türk Edebiyatına mal olmuş olan Arif Nihat
Asya’nın 100. doğum yıldönümü.(7 Şubat 1904 - 7 Şubat 2004) Türkiye
İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği, kısa adıyla İLESAM,
Asya’nın doğum yıldönümü için Türkiye çapında kutlama programları
düzenledi. Eskişehir, Adana, Ankara, İstanbul, Antalya, Trabzon ve
Erzurum’da kutlamalar yapılacak. İLESAM’ dan başka resmi-özel
kurumların da kutlamalara katılacağı, şairin Türkiye ve Türk
Dünyasında çeşitli törenlerle anılacağı tahmin edilebilir.
Çünkü “Bayrak Şairi” Arif Nihat Asya, gerçekten anılmaya layık,
eserleri dilden dile, gönülden gönüle yayılması gereken kıymetli bir
Türk Büyüğü’dür. Tarihimizdeki çoğu büyük şahsiyette görüldüğü gibi O
da büyük şahsiyetler kervanına öldükten sonra katılmıştır. Çok geniş
bir yelpazeye dağılan dostları, sevenleri ve öğrencileri onu her
fırsatta andılar. Türk Milliyetçileri iseArif Hoca’ yı hiç unutmadı.
Doğumunun 100. yılında bir meslek kuruluşunca yurt çapında anılması
özel bir anlam taşıdığı için İLESAM’ ı kutluyor, bu vesileyle birkaç
hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum.

Kutlama programı çerçevesinde İLESAM’ ın hazırladığı bir CD ve
kitapçık elimizdedir. Bunlardan birincisi şairin kendi
sesinden “Bayrak” şiirini dinlememize imkan veriyor, ki çok güzel bir
çalışmadır. “100. Doğum Yılında Arif Nihat Asya” adlı seksen sayfalık
kitapçıkta (1) ise İLESAM Başkanı Prof. Mehmet Kocaoğlu’ nun bir
sunuş yazısı, şairin hayatı, sanat hayatı ve sanat anlayışı, dili ve
üslûbu, şairliği, nesir yazarlığı, eserleri ile şiir ve nesirlerinden
örnekler ve şairin birkaç fotoğrafı yer alıyor. Ciddi bir emek
mahsulü olduğu için hazırlayanlara teşekkür borçluyuz. Ancak
kitapçık, bir kitap hüviyetiyle çıkarılmamış. Kültür ve Turizm
Bakanlığının katkılarıyla hazırlandığı görülen esere iç kapak
konulmamış ve kitabın kimliği de tespit edilemiyor. Kutlamalarda
dağıtılmak üzere hazırlanmış olsa bile, eserin kamuoyuna bu şekilde
sunulması, kanaatimizce bir eksikliktir. Ayrıca eserin çok daha geniş
kapsamlı bir çalışma olarak basılmış olmasını beklemek haksızlık olur
mu bilmem! Bu gibi işler son derece zahmetli ve birkaç fedakâr
kişinin omzunda yürüyen işlerdir. Türk Büyükleriyle ilgili
biyografiler yayınlama görevini daha ciddi bir şekilde ele alması
gereken Kültür Bakanlığı, tam aksine son yıllarda bu konuya
yeterince ilgi göstermez olmuştur. Bakanlık, İLESAM ve başka meslek
kuruluşlarının katkılarıyla, 100. doğum yıldönümü kutlanan, Türk
Edebiyatının en güzel “Bayrak” şiirini, “Fetih Marşı” nı ve “Naat”
ını yazan bir şairin geniş hacimli bir biyografisini yayınlayabilirdi
diye düşünüyorum.

Dikkatinize sunmak istediğim ikinci konu, bazı soruların
cevaplanmasıyla açıklanabilecek bir konudur. “Arif Nihat Asya 100.
doğum yıldönümü kutlanmaya layık bir kişi olmadığı için değil- layık
olduğuna yürekten inanıyorum- ama, neden şairin 100. doğum
yıldönümünü kutluyoruz? Bu konuda Türkiye’de bir gelenek, alışkanlık
var mıdır? Türk Milletine örnek olması istenen büyük şahsiyetlerin
doğum yıldönümleri mi yoksa ölüm yıldönümlerinde mi törenler
yapılmaktadır? Hangisi tercih edilmelidir? Her ikisini da yapalım
demek kolaydır ama bir karışıklığa yol açılmış olmaz mı? Doğum veya
ölüm yıldönümünü anmak isteyip de anamadığımız, tarihlerini
bilmediğimiz için da sağlıklı bir şekilde anamayacağımız Türk
Büyükleri için ne yapacağız? Maşallah o kadar çok kıymetli şahsiyet
yetiştirmiş bir milletiz ki, mevcut binlerce Türk Büyüğünü anmak
istesek de anamayacağımıza göre nasıl bir gelenek oluşturmalıyız?
İlkelerimiz neler olmalıdır?” düşüncesine (*) katılmamak mümkün
değildir. Ayrıca bir adım daha ileri gidip bir soru daha soralım:
Kimleri Türk Büyüğü olarak kabul etmeliyiz? Soy sop bakımdan Türk
olmayıp da Türklüğe hizmet edenleri hangi ölçüye göre tartacağız?
Yahut ismi meşhur olup da milletimize ihanet edenleri nasıl
ayıracağız? Türk çocukları, atalarını tanırken hangilerini öncelikle
öğrenmelidir? (2) Henüz hayatta olan tanınmış kimseleri Türk Büyüğü
olarak kabul etmeli miyiz? Türkiye dışındaki Türk Büyüklerini nasıl
tespit edip tanıtacağız? Bu ve benzer soruları çoğaltmak mümkündür.
Bildiğimiz kadarıyla, İslâm Âleminde, Peygamberimizin doğum
yıldönümünü Mevlit törenleriyle kutlayan milletimizden başka bir
millet yoktur. Doğum yıldönümü düzenli olarak kutlanan başka bir
şahsiyetimiz de bulunmamaktadır. Bir istisnası, doğum günü kesin
belli olmadığı halde, devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün 100. doğum yıldönümünde resmi kutlamalar yapılmıştır.
Doğum yıldönümü resmî veya gayrı resmî olarak kutlanan başka
şahsiyetler var mı bilmiyoruz. Devletin öncülüğünde, bu konudaki
kargaşaya son verecek bir düzenlemeye şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır.
Öncelikle, anılması gereken örnek şahsiyetler tespit edilmeli,
sağlıklı özgeçmişleri çıkarılmalı, daha sonra da bu şahsiyetlerin
hangi tarihlerde ve hangi aralıklarla (Doğum-ölüm yıldönümünde,
senesinde, beşinci, onuncu, on beşinci, yirminci, yirmi beşinci,
ellinci, yüzüncü yılları.. gibi) anılması, hatırlanması uygun ise
bunlar belirlenmeli diye düşünüyorum. Anma veya kutlamadan maksat, bu
şahsiyetlerin topluma örnek oluşturması, rehberlik etmesi ise, ki
öyle olmalıdır, bu konuda ansiklopediler, her bir şahsiyet için –
hakkındaki yüksek lisans veya doktora tezinin basımı tarzında değil-
biyografiler hazırlanmalıdır. Çünkü, günümüzde Türk Büyükleri kavramı
zedelenmiştir ve bu alanda büyük boşluk vardır. Türk Sinema ve
televizyonlarını elinde bulunduran azınlıklar, Türk Büyüklerini
karalamaya, küçük düşürmeye ve Türk Kültürünü küçültmeye, çingene
kültürünü ise büyütmeye çalışmışlardır. Artık Türk Gençlerine, Türk
Büyükleri ve örnek şahsiyet olarak ‘Pop Star’lar, altmış milyona
peşkeş çekilen, gönlü durmadan ona buna kayan zavallılar
gösterilmekte ve buna da kimse dur dememektedir. Okullarda
öğrencilerine örnek olması beklenen birçok öğretmenin bu şahısların
kepazeliklerinin müdavimi olduğunu biliyor musunuz?

Türk Büyükleriyle ilgili kitap yayını alanında da boşluk vardır. Bu
alanda basılan nadir eserler de büyük yanlışlarla, ilkesiz
yaklaşımlarla doludur. Meselâ, yazarlarının samimiyetine inanmamıza
rağmen söylemeliyiz, bu konudaki son yayında ciddi hatalar vardır.
(3) Büyük bir heyecanla eseri elimize alıp inceledik. Önsözünde,
Özbekistan’ın bir köyünde bir Özbek Türkünün yastığının altından bir
kitap getirerek(4); “Benim özüm Türk’müş. Ben bilmezmişim. Bu kitabı
okudum. Atalarımı kökümü tanıdım” ve “Bu kitabı kutsal bir kitap gibi
defalarca okudum ve yanımdan hiç ayırmadım” dediğini söyleyen ve bu
sözlerden etkilenip, “Türk büyükleri kitabının ne kadar önemli
olduğunu gördüğünü” belirterek yola çıktığını söyleyen Mehmet
Hengirmen açık hatalar yapmıştır. Eserde, ölçü olarak “ daha çok
ilkleri gerçekleştiren ve yaşadığı çağa damgasını vuran” kişilerin
üzerinde durduklarını yazdığı halde (5) maalesef durum budur. Belki
yazar, küçük bir araştırma gayretine girseydi “bu konuda yazılmış
ciddi bir kitaba rastlayamadım” demezdi. (6) Konumuz bu kitabın
tenkidi olmamasına rağmen şunları söylemek borcumuzdur; Eser kendi
koyduğu ölçüye uymuyor. Ölçü olarak alanında ilk ve çağına damga
vuranlar seçildi denilse de bu seçimin çala kalem yapıldığı,
biyografilerin uzmanlarınca yazılmadığı ve eser üzerinde yeterince
çalışılmadığı görülmektedir. Mesela , Ahmet Yesevî maddesinde(7)
Yesevî’ nin hikmetleri kuru ve didaktik olarak nitelenmiş. Yesevî
hakkında Köprülü tarafından- hikmetlere bakılamadığı için olacak-daha
önce verilmiş haksız ve yanlış bir hüküm tekrarlanmış; Türkiye
Türkçesi’ ne aktarılmış olan Divan-ı Hikmet’ e(8) merak buyrulup
bakılmamıştır. Yine eserin önsözünde “Türklerin ilk büyük lideri”
olarak sözü edilen Mete Han eserde yoktur. Sonraki dönemdeki birçok
Türk Büyüğü gibi Türk Dünyasının önemli şahsiyetleri de eserde
yoktur. Mesela, Genceli Nizami, Selahattin Eyyübi, Yirmisekiz Mehmet
Çelebi, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Abdullah Tukay, Abdülhamit Çolpan,
Maksim Ammasov, Ahmed Cevad, Mağcan Cumabay, Hamit Nutkî, Elçibey,
Sadık Ahmat, İsa Yusuf Alptekin, Muhtar Şahanov, Baymirza Hayıt,
Mustafa Cemil Kırımoğlu ve daha yüzlerce kişi eserde yoktur..Konumuz
açısından baktığımızda Nazım Hikmet gibi bir vatan haininin (9) Türk
Büyüğü olarak tanıtıldığı bir kitapta Arif Nihat Asya’nın
bulunmadığını görüyoruz.. Yazık. İnşallah bu gibi hatalar sonraki
baskılarda giderilir de halis niyetlerle yola çıkılmış nice
çalışmalar gibi bu da heba olup gitmez. Bu heba oluşlara, TRT’nin
hazırladığı ve yirmi beş yaşayan şahsiyeti ele alan ve 8 Ocak’ta TRT
2 ‘de 23.05’de gösterilmeye başlanan belgesel örnek vermek mümkündür.
Bu belgeselde hangi özellikleri ve kıstaslar ile ele alındığı
bilinmeyen, bir kısmı az çok tanınsa da büyük bir kısmı hiç
tanınmayan “Özel İnsanlar”ın öykülerinin ele alındığı söylenmiştir.
(10)

Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” Şiiri, yazıldıktan hemen sonra dillere
destan olmuştur. Ezberlenmiştir. Hepimiz onun en az bir şiirini ve
aynı lezzetteki bir yazısını biliriz. Bu özellik, her şaire nasip
olmamıştır. Yaşarken klasik olmanın bütün özellikleri onda mevcuttur.
Şu mısralar onundur; “İlhamın döktürür satırlar; / Sen yazmayı
iste...yazdırırlar!”
Hayatı ve tecrübeleri onu Türk Kültürünün zengin ufuklarında
dolaştırmış, sanatında zirveye çıkmasını sağlamıştır. Yedi günlük
iken öksüz kalması, bir yaşında annesinin evlendirilmesi, üvey
babasının görevi dolayısıyla annesinden ayrılması ve dedesinin bütün
ısrarlara rağmen onu yanında alıkoyup annesiyle göndermemesi, dedesi
ve ninesinin ölümü üzerine halasının himayesine girmesi, dört yaşında
İnceğiz Köy imamından Kur’an harflerini öğrenmesi,Balkan Bozgunu
üzerine İstanbul’a göçmeleri, Bolu ve Kastamonu Sultanîlerinde
parasız yatılı okuması, Milli Mücadele yıllarını Kastamonu’da
geçirmesi, İstanbul’da bir yandan yüksek öğrenim görürken, bir yandan
devlet memuriyetinde bulunması, bu yıllarda evlenmesi, mezun olur
olmaz öğretmenliğe tayini, Adana, Malatya, Edirne, Eskişehir, Ankara
ve özellikle Kıbrıs’taki öğretmenlik hayatı, iki defa askerlik
yapması, Milli Şefin gazabına uğrayarak görevinden azledilmesi,
gazeteciliği ve yazarlığı, uzun süredir öldü bildiği annesinin izini
Filistin (Akka) de bularak ziyaretine gitmesi, Türkiye’nin bütün
illerini tanıması, Milletvekilliği, 8 Şubat 1969’da sanat hayatının
50.yılının görkemli bir törenle kutlanması, dört çocuk; öksüzlük,
yetimlik, acı dolu yıllar, vatanın istiklâline yeniden kavuşması,
dostluklar, sevgiler, kıskançlıklar, garazlar, zirve...Bir insanın
ömründe yaşayabileceği bütün duyguları yaşamıştır. Bunlar, aldığı
engin Türk-İslam terbiyesi ile yoğrulduğunda Arif Nihat Asya’nın
muhteşem şairliği ve yazarlığı ortaya çıkmıştır. Allah’ın verdiğini
pırıl pırıl bir Türkçe ile milletine aktarmakla görevini tamamlayarak
Türk Büyüğü olarak anılmaya hak kazanmıştır. Tabiî ki Arif Nihat Asya
yaşarken “Klasik” olacaktı ve olmuştur. Yaşadığı döneme damgasını
vurduğu gibi bugüne de ışık tutmaya devam etmektedir.
Kıbrıs konusuyla ilgili olarak yazdıkları ibret verici bir canlılıkla
önümüzde durmaktadır;
KIBRIS NASIL ELDEN GİDER:
Bütün Akdeniz ve Ege adalarında hakkımız olduğunu dünyaya
unutturmamak için, zaman zaman, adalar meselesini ortaya atmamız
gerekirdi.Bu hazırlığı 59 dan önce de, sonrada yapmadığımızdan, şimdi
Kıbrıs üzerinde hak iddia etmemiz, dünya için sürpriz teşkil
etmektedir.Kıbrıs giderde bu yüzden gider.
Kıbrıs, davamızın kuvvetine rağmen, dava vekillerimiz
yüzünden elden gider.
Kıbrıs, "kimsenin toprağında gözümüz yoktur." hükmü yüzünden
değil, bu hükmü yanlış anladığımız ve bu yanlış anlayışa kendimizi
inandırdığımız için elden gider
Kıbrıs, bir yandan bizim coğrafyaca yakınlığımıza fazla
güvenip, uzun müddet başka şey düşünmemiş olmamız; bir yandan
Yunanlıların, mesafece uzaklıklarına bakmayarak, Ada'ya çoktan beri
manevi.yakınlık göstermeleri neticesi elden gider.
Kıbrıs, bizim "çıkarma hakkımızı kullanacağız" dememize
rağmen kullanamamaklığımızdan, Yunanlıların ise bu hakkı
kullanacaklarını ilan etmemelerine rağmen, hemen hemen, resmen
kullanabilmeleri yüzünden elden gider.
Kıbrıs, verdiğimiz için değil, fakat "vermeyiz!" demekten
gayri bir şey yapamadığımız için elden gider.
Kıbrıs'ı bir gemiye benzetir dururuz... baş tarafı bize
doğrudur. Kıbrıs ya uyurken, ya içişlerimize dalmışken, dümeni
Yunanlının eline geçtiği için elden gider.
Kıbrıs, Kıbrıs'lı Türk'ün şehit vermek istememesinden değil,
şehit vere vere tükenmesi yüzünden elden gider.
Kıbrıs kendisiyle aramıza deniz girdiği için değil, deniz
bahane edildiği için elden gider.
Kıbrıs, Yunanistan'ın kendisini güçlü saymasından değil,
bizi zayıf sanması yüzünden elden gider.
Kıbrıs, durup dururken elden gitmez...coğrafyamız dışında
kalmış ırkdaşlarımızın dan söz açanı "ırkçı", dindaşlarımızdan söz
açanı "gerici", topraklarımızdan söz açanı "Turancı" diye
damgaladığımız için elden gider.
Kıbrıs aldatıldığımız için değil; aldandığımız için elden
gider.
Kıbrıs, Ada'daki Türk'ün bize güvendiği müddetçe elden
gitmez; bize güvenini kaybetmesi yüzünden elden gider.

Arif Nihat Asya----18 TEMMUZ 1964
Ancak onun, konuyla samimi ilgisinden ve uzmanlığından şüphe
duymadığımız aydınlar tarafından bile yeterince tanınmaması üzüntü
vericidir. (11) Bu bakımdan bir meslek kuruluşu olan İLESAM
tarafından doğum yıldönümünün kutlanması- genel anma programları için
dile getirilen çekincelerimiz saklı kalmak kaydıyla- isabetli
olmuştur.
Arif Hocamızı Allah gani gani rahmet eylesin.

______

(1) 100. Doğum Yılında Arif Nihat Asya, Ankara, İLESAM-Kültür
Bakanlığı, (2003?), 80 sf.
(*) Bu sorular, konuyla cidden meşgul olmuş meslektaşımız, büyüğümüz
Tacettin Canbolat ‘a aittir. Ali Turan Ağabey de bu sohbetin
şahididir.
(2) İnternet üzerinde kurulan bir yazışma topluluğu, Türk Büyüklerini
tespit konusunda çalışmaktadır. Adresi;
http://groups.yahoo.com/group/turkbuyukleri
Ayrıca www.turkyigitleri.com gibi sitelerde ciddi çalışmalar
yürütülmektedir.
(3) HENGİRMEN, Mehmet, GÖRGÜ, Ali Turan. Türk Büyükleri. Ankara,
Engin Yayınevi, 2003. 432 sf.
(4) Türk Büyükleri. Milliyet Yayınları, 1983
(5) HENGİRMEN, age.sf.11
(6) Konumuz açısından yayınlanmış her seviyede birçok kitap mevcuttur:
a.Çocuklar için; DİLİBAL, Hilmi. Tarihe Şan Veren Türkler, İstanbul,
Renk Yayınevi,1968. 64 sf.
b. Yetişkinler için;
GÖVSA, İbrahim Alâettin. Türk Meşhurları, İstanbul, Yedigün
Neşriyatı, (t.y.1945?) 420 sf.
(7) HENGİRMEN, age.sf.52
(8) BİCE, Hayati. Haz. Hoca Ahmed Yesevî Divan-ı Hikmet, 3.Bsk.
Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı, 2001. 238 sf.
(9) Bu konudaki tartışmalar için Nejdet Sançar’ın Nazım Hikmet
Masalı ve Ergun Göze’nin Nazım Hikmet Peyami Safa Kavgası adlı
eserlerine bakılmalıdır.
(10) TRT Radyo Televizyon Dergisi, Ocak 2004, Sayı 176, Sf.42-43
(11) Yakınında bulunmuş dostlarının hatıralarının bir araya
getirildiği ve değişik cephelerinin işlendiği bir Türk Yurdu Arif
Nihat Asya Özel Sayısı hazırlansa ne güzel olurdu!

Elçin, Şükrü

ŞÜKRÜ ELÇİN

Halk edebiyatı bilim adamı, öğretim üyesi, 23.9.1912 tarihinde Florina’da doğdu. Babası Mehmed oğlu Murad, annesi Ayşe Elçin’dir. Baba soyu, Germiyan-Kütahya’dan Rumeli’ye geçen Çelenklioğlu ailesine çıkar. Anne tarafı Konya-Karaman’dan Küçük Hâfız Bey sülâlesindendir. Annesinin babası Hâfız Râşid ile amcası Hâfız Ahmed medresede tefsir ve hadis okutmuşlardır. Elçin’in babası Rüştiye öğrenimi görmüş, hayatını çiftçilikle kazanmış bir şahsiyettir. İttihat ve Terakki Cemiyetinin Florina şubesinin kurulmasında emeği geçti. Elçin ailesi, Lozan Antlaşması’ndan sonra mübadil-muhacir olarak Türkiye’ye gelip Manisa’nın Turgutlu kasabasına yerleşti. Şükrü Elçin düzenli öğrenime Turgutlu’da başladı. Cumhuriyet ilkokulundan mezun oldu. Manisa’da ortaokulu, İzmir’de liseyi tamamladı. 1936 yılında girdiği İÜEF Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü 1939’da bitirdi. Askerliğini 1940-1941 yılları arasında Giresun ve Sivas’ta yaptı. Sırasıyla Sivas ve Denizli Liseleriyle Ankara Erkek Teknik Öğretmen Okulunda; Atatürk Lisesi, Maarif Koleji, Harb Okulu, Gazi Eğitim Enstitüsü gibi kuruluşlarda edebiyat dersleri verdi. 1949’da doktorasını tamamladı. Millî Eğitim Bakanlığınca iki yıl müddetle Paris’e gönderildi. Sorbone Yüksek Tetkikler Okulunda André Varangac’ın folklor derslerini takip etti.
1958 yılında Nebahat Gensu ile evlendi. Bu evlenmeden iki çocuğu oldu. Kızı Hamide Dilek Elçin, Oxford Üniversitesi Türk Dili Öğretim Üyesidir; oğlu Murat Elçin, Ankara Üniversitesi Fen Fakültesinde Biyokimya Profesörüdür.
1962’de doçent olan Şükrü Elçin, 1964 yılında Hacettepe Üniversitesine intisap etti. Sosyal ve İdarî Bilimler Akademisinde Türk Dili ve Edebiyatı Bölümünü kurdu. 1969’da profesörlüğe yükseltildi. 1971-1972’de Londra ve 1974’te Viyana kütüphanelerinde Türkçe yazma eserler üzerinde araştırmalar yaptı. 13 Temmuz 1982 tarihinde Türk Dili ve Edebiyatı bölümü başkanı iken emekli oldu.
1983’ten itibaren bir devre Atatürk Kültür, Dil ve Tarih Yüksek Kurumu Yüksek Kurul Üyeliğinde bulundu. Türk Ocağı, Türk Folklor Kurumu, İLESAM, Aydınlar Ocağının üyesi, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsünün Başkanı olmuştur.
Aldığı ödüller: Kuzey Kıbrıs Türk Cumhuriyeti Başbakanlığı 1976, Hacettepe Üniversitesi Edebiyat Fakültesi Dekanı Prof. Dr. Nihat Nirun tarafından verilen hizmet ödülü 25.06.1982, İhsan Hınçer Türk Folkloruna Hizmet Ödülü 1983, Şükrü Elçin Armağanı 1983, Hacettepe Üniversitesi Türkiye İş Bankası Halk Bilim Büyük Ödülü 1984, Gazi Üniversitesi “Millî Eğitime Hizmet” Ödülü 20.04.1984, Hacettepe Üniversitesi Rektörü Prof. Dr. Yüksel Bozer tarafından Akademik Hizmet Belgesi 30.06.1986, 3. ve 4. Milletlerarası Türk Folklor
1 Bilgilerin tamamı bizzat kendisinden alınmıştır.
Kongreleri Onur Belgeleri 1986, 1988, Bulgaristan Türkleri Kültür ve Yardımlaşma Derneği Şeref Üyeliği Belgesi 13.02.1987, Türkolojiye Üstün Hizmet Armağanı 1988.
Ortaokul sıralarından itibaren şiirle yazı hayatına başlamış ve yazılarında Şükrü Murat, Şükrü Murat Elçin, Şükrü Elçin, Çelenklioğlu, Terzioğlu, Macit Demir, Ş.E. Arı imzalarını kullandı. Yeni Asır, Ulus, Kudret, İstanbul, Tercüman gibi gazetelerde, Gençlik (Turgutlu), Ülkü, İnan, Orhun, Türk Yurdu, Türk-Etnogrofya, Türk Folkloru, Sivas Folkloru, Türk Kültürü Araştırmaları, Hacettepe Sosyal ve Beşerî Bilimler, Türk Dili, Bilge, Kültür ve Sanat, Emel, Erciyes, Gazi Eğitim, Büyük Türkiye gibi dergilerde ve Türk Ansiklopedisi’nde yazıları çıktı. Yurt içinde 1. Milletlerarası Türkoloji Kongresi (15-20 Ekim 1978, İstanbul) “Cezayir Şâirlerine Dair Bir Cönk”, 2. Milletlerarası Türk Folklor Kongresi (Bursa, 1981)’ne Türkiye’de Halk Edebiyatı Çalışmalarının Değerlendirilmesi, IV. Milletlerarası Türkoloji Kongresi (İstanbul, 1982)’ne Türk Halk Edebiyatında “Turna” Motifi; yurt dışında 11. Dâimî Altaistik Kongresi (2-6 Haziran 1968, Kopenhagen, Danimarka)’ne Récits en Prose Livresque et Réalistes d’Istanbul, Milletlerarası 1. Güney Doğu Avrupa ve Balkan Etütleri Kongresi (7-13 Mayıs 1970, Atina, Yunanistan), Le Théatre Folklorique Paysan Turc; Dâimî Altaistik 1954 Kongresi (25-30 Haziran, Strasburq)’ne Gündeşlioğlu, Poéte Populaire Turkmene d’Anatolie; Arap Folklor Kongresi (1-10 Mart 1977, Bağdad, Irak) ne Probléme de la Coordination des Travaux Folkloriques des Les Pays d’Islam; Kıbrıs’ta Türk Kültürü ve Turizm Politikası Sempozyumu (30 Ekim-1 Kasım 1989, Lefkoşe, Kıbrıs)’na Kıbrıs’ta Türk Edebiyatı ve Folklor konulu (1990) bildirilerle katıldı. İki yüzü aşkın kitap, makale, tanıtma ve tenkid yazısı yazdı.
Yayınları:
􀂾 Şâir Bozuntuları, (Niyazi Hicrân-Damla ile birlikte), Hâfız Ali Matbaası, İzmir, 1932, 24 s.
􀂾 Yirmidört (Şiirler), Kültür Basımevi, İstanbul, 1944, 31 s.
􀂾 Hikâyeler (Ali Gündüz Akıncı ile birlikte) –Antoloji- MEB Köy Kitaplığı 6, Millî Eğitim Basımevi, 1949, 74 s.
􀂾 Kerem ile Aslı Hikâyesi (Araştırma), Millî Eğitim Basımevi, Ankara, 1949, VII-I+128 s.
􀂾 Deli Dumrul (Turhan Oğuzkan ile birlikte), Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1964, 21 s. (Resimli)
􀂾 Anadolu Köy Orta Oyunları (Köy Tiyatrosu), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Seri IV, Sayı: A.1, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1964, 83 s. (İkinci ve Üçüncü baskılarını yapmıştır)
􀂾 Türk Bilmeceleri, Devlet Kitapları, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1970. VII+90 s. (İkinci ve üçüncü baskısı yapılmıştır)
􀂾 Çocuklarımıza Şiirler (Antoloji), Türk Kadınları Kültür Derneği Yayını, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1974, 172 s. (İkinci baskısı yapılmıştır)
􀂾 Ali Ufkî- Hayatı ve Mecmûa-ı Sâz ü Söz (Tıpkı basım), Kültür Bakanlığı Musiki Eserleri:1, Millî Eğitim Basımevi, İstanbul, 1976, (Büyük boy) XXVII+328 s.
􀂾 Halk Edebiyatı (Eğitim Enstitüleri II. Sınıf), Hacettepe Vakıfları Kuruluşları Teksis Limited Şti. Basımevi, Ankara, 1977, 92 s.
􀂾 Halk Edebiyatı Araştırmaları, Kültür Bakanlığı Millî Folklor Araştırma Dairesi Yay., Halk Edebiyatı Dizisi: 3, DSİ Basım ve Foto-Film İşletme Müdürlüğü Matbaası, Ankara, 1977, V-367 s. (İkinci baskısı yapılmıştır)
􀂾 Türkçülük ve Millîyetçilik, Türk Kadınları Kültür Derneği Yayını, Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1978, 23 s.
􀂾 Adalara Destanlar (Şiirler), Ayyıldız Matbaası, Ankara, 1978, 43 s. (İkinci baskısı yapılmıştır)
􀂾 Halk Edebiyatına Giriş, Kültür Bakanlığı Yayınları: 365, Türk Halk Kültürü Eserleri Dizisi:10, Emel Matbaacılık Sanayi, Ankara, 1981, IV+810 s. (İkinci baskısı yapılmıştır)
􀂾 Ölümünün Yirmibeşinci Yılında Yahya Kemal Beyatlı (Muhtar Tevfikoğlu ve Sadık K. Tural ile birlikte), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları: 53, Seri III, Sayı:A.14, Aslımlar Matbaası, Ankara, 1983, 295 s.
􀂾 Gevherî Divânı (İnceleme, Metin, Dizin, Bibliyografya), Kültür ve Turizm Bakanlığı Millî Folklor Araştırma Dairesi Yayınları:56, Halk Edebiyatı Dizisi:9, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1984, 723 s.
􀂾 Şiirle Selâm (Antoloji), Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları:59, Seri IV, Sayı: A.15, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1984, 208 s. (İkinci baskısı yapılmıştır)
􀂾 Folklor ve Halk Edebiyatının Millî Birliğin Oluşmasındaki Rolü, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları, Ankara, 1986, 52 s.
􀂾 Gevherî, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları: 821, Türk Büyükleri Dizisi: 49, Aslımlar Matbaası, Ankara, 1987, VI+146 s.
􀂾 Yeni Türk Nesri Antolojisi (Muhtar Tevfikoğlu ile beraber), Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları, Kültür Eserleri Dizisi: 97, Ankara, 1987, VIII+741 s.
􀂾 Aşık Ömer, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları:826, Türk Büyükleri Dizisi:54, Gaye Matbaası, Ankara, 1987, IV+123 s.
􀂾 Akdeniz’de ve Cezayir’de Türk Halk Şâirleri, Türk Kültürünü Araştırma Enstitüsü Yayınları:78, Seri IV, Sayı: A.23, Sevinç Matbaası, Ankara, 1988, VIII-279 s.
􀂾 Halk Şiirleri Antolojisi, Kültür ve Turizm Bakanlığı Yayınları:1008, Gençlik ve Halk Kitapları Dizisi: 89, Başbakanlık Basımevi, Ankara, 1988, VI+270 s.
􀂾 Türkiye Türkçesinde Ağıtlar, Kültür Bakanlığı Yayınları:1197, Gençlik ve Halk Kitapları Dizisi:49, DSİ Matbaası, Ankara, 1990, VIII+239 s.
􀂾 Yurt Duyguları (Antoloji), Türk Kültürü Araştırmaları Enstitüsü Yayınları:114, Seri IV, Sayı: A.31, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1990, 174 s.
􀂾 Türkiye Türkçesinde Maniler, Türk Kültürü Araştırma Enstitüsü Yayınları:115, Seri IV, Sayı: A.32, Ankara Üniversitesi Basımevi, Ankara, 1990, 194 s.
􀂾 Türk Edebiyatında Tabiat, Atatürk Yüksek Kurumu, Atatürk Kültür Merkezi Başkanlığı Yay., Ankara, 1992.
Ayrıbasımlar :
􀂾 Dede Korkut Kitabı’nda İslâmî Unsurlar, Nemeth Armağanı, TTK Basımevi, TDK Yayını, Ankara, 1962, s.145-154’den ayrıbasım, 10 s.
􀂾 Denizli Dokumacılığı Üzerine Notlar, Türk Etnografya Dergisi, C.5, Ankara, 1962-1963, s. 5-8’den ayrıbasım, 4 s.
􀂾 Ferruh Arsunar, Gaziantep Folkloru, TTK Basımevi, Ankara, 1961, Türk Etnografya Dergisi, Sayı: 5, 1962, s. 96-99’dan ayrıbasım, 4 s.
􀂾 Cingözoğlu Âşık Seyid Osman, Hayatı, Şiirleri, Sonuç, Hacettepe Sosyal ve Beşerî Bilimler Dergisi, C. VII, Sayı: 1-2, s. 7-34, Mart- Ekim 1975’den ayrıbasım, 28 s.
􀂾 Türk Halk Nazmında Mahlas/Tapşırma Alma Geleneği, Studia Turcologica, Memorine Alexii Bombaci, Dicata, Instituto Universitario Orientale Seminario di Studi Asiatici, Series Minor XIX, Napoli 1982, s. 131-139’dan ayrıbasım, 9 s.
􀂾 Benli Ali’nin Denizle İlgili Şiirleri, Türk Kültürü Araştırmaları, (Prof. Dr. İbrahim Kafesoğlu’nun Hâtırasına Armağan Sayısı), Ankara, 1985, s. 209-217’den ayrıbasım, 8 s.
􀂾 Âşık Osman, Hayatı ve Şiirleri, Türk Dili ve Edebiyatı Dergisi, C. XXIV-XXV, Prof. Ali Nihat Tarlan Armağanı, 1986, s. 66-108’den ayrıbasım, 42 s.
􀂾 Haydarî’nin Şiirleri, Türk Folklorundan Derlemeler 1986/1, s. 91-105’den ayrıbasım, 13 s.
􀂾 Eminî- Hayatı ve Şiirleri, Türk Kültürü Araştırmaları (Dr. Hamit Zübeyr Koşay Armağanı), Yıl XIV, Sayı: 2, Ankara, 1986, s. 97-108’den ayrıbasım, 11 s.
􀂾 Evhad Çelebi Hikâyesi, Mehmed Kaplan İçin, TKAE Yayınları 75, Seri:1, Sayı: A.10, Ankara, 1988, s. 59-71’den ayrıbasım, 22 s.
􀂾 Hikâyet-i Bengî Hallâç, Erol Güngör İçin, TKAE Yayınları 79, Seri: I, Sayı: A. 11, Ankara, 1988, s. 191-198’den ayrıbasım, 8 s.

Abdülmecid I

I.Abdülmecid

Sultan Birinci Abdülmecid 25 Nisan 1823 günü doğdu. Babası Sultan İkinci Mahmud, annesi Gürcü Bezm-i Alem Valide Sultan'dır. Annesi Gürcüdür. Sultan Birinci Abdülmecid, babasının arzusu yönünde bir eğitim ve terbiye gördüğü için ıslahatçı fikirlere sahipti. Batı alemine karşı hayranlık besliyordu. Babasının vefatı üzerine, henüz 17 yaşında iken Osmanlı tahtına oturdu. Devletin ilerleyişi için Avrupayi hayat tarzının ülke çapında yaygınlaştırılmasını istedi. Saltanatının henüz dördüncü ayında ilan ettiği Gülhane Hatt-ı Hümayunu sebebiyle Tanzimat Dönemi padişahı olarak şöhret bulmuştur.

Sultan Birinci Abdülmecid batılı yazarların takdir ve sevgiyle andıkları bir padişahtı. Adil, merhametli, ıslahatçı, yenilikçi bir insan olan Sultan Birinci Abdülmecid, çok genç yaşlardan itibaren içki kullanmaya başladı. 25 Haziran 1861 tarihinde 39 yaşında iken İstanbul'da veremden dolayı vefat eden Sultan Birinci Abdülmecid, Yavuz Sultan Selim'in türbesi yanındaki mezarına defnedildi.

Sultan İkinci Mahmud, ölüm döşeğinde iken, Osmanlı Devletine karşı ayaklanmış olan Kavalalı Mehmed Ali Paşa, Osmanlı kuvvetlerini Nizip'te yenilgiye uğratmıştı. Sultan Birinci Abdülmecid böyle karmaşık bir ortamda tahta çıktı. Mısır Sorunu, Rus donanmasının Hünkar İskelesi Antlaşmasına uyarak İstanbul'a gelmesi üzerine bir Avrupa sorunu haline geldi.

Başta İngiltere, Avusturya, Prusya ve Rusya olmak üzere Avrupalı devletler Osmanlı Devleti ile Mısır Valisi Kavalalı Mehmed Ali Paşa arasındaki Mısır Sorununu çözmek için bir konferans düzenlediler. Avrupa Devletleri Mısır'da güçlü bir yönetim istemiyorlardı. Kavalalı Mehmed Ali Paşa'ya karşı Osmanlı Devletinin tarafını tuttular ve bu ortamda Londra Sözleşmesi imzalandı (1840).

Buna göre; Mısır Osmanlı Devletine bağlı kalacak, ancak yönetimi Mehmed Ali Paşa ve oğulları yürütmeye devam edecekti. Mısır 80.000 altın vergi ödeyecekti. Suriye, Adana ve Girit tekrar Osmanlı yönetimine bırakılıyordu.

Hünkar İskelesi Antlaşmasının süresi bitince, Londra'da bir yeniden bir konferans düzenlendi (1841). Toplantıya Osmanlı Devleti'nden başka Rusya, Fransa, İngiltere, Prusya ve Avusturya katıldı. Konferansta alınan kararlara göre, Boğazlarda egemenlik hakkı Osmanlı Devletine ait olacak, ancak barış döneminde hiçbir savaş gemisi boğazlardan geçmeyecekti.

Bu antlaşma ile Fransa ve İngiltere Akdeniz'deki güvenliklerini sağlamış oluyorlar, Osmanlı Devleti'nin boğazlar üzerindeki kayıtsız şartsız haklarına kısıtlama geliyordu. Rusya ise Hünkar İskelesi Antlaşması ile boğazlar üzerinde sağladığı üstünlüğü kaybetmiş oluyordu.

TANZİMAT FERMANI

Tanzimat hareketleri Osmanlı'ya batılı anlamda bir düşünce biçimi ve yönetim şekli getirmek için Avrupa'dan esinlenerek yapılan programlı bir yenilik ve kültür hareketiydi. Bu hareket Sultan İkinci Mahmud'un padişah olduğu yıllarda başlamıştı.

Sultan Birinci Abdülmecid tarafından Londra Elçiliğinden alınıp Hariciye Nazırlığına (Dış İşleri Bakanlığı) getirilen Mustafa Reşit Paşa, Avrupa siyasetini iyi bilen bir devlet adamıydı. Tanzimat hareketinin bugüne kadar yapılan ıslahatlardan farklı olduğunu Sultan Birinci Abdülmecid'e kabul ettirdi.

Tanzimat Fermanı; Topkapı sarayının Gülhane Bahçesinde düzenlenen ve yabancı elçilerle, devlet adamlarının hazır bulunduğu bir toplantıda, Mustafa Reşit Paşa tarafından 3 Kasım 1839 tarihinde ilan edildi. Tanzimat fermanına tarihimizde Tanzimat-ı Hayriye veya Gülhane Hatt-ı Humayun'u da denir.

Tanzimat Fermanı'nın getirdiği önemli yenilikler şunlardı; Müslüman veya gayrimüslim olan herkesin can, mal, namus güvenliği devlet garantisi altına alınacak, vergiler herkesin gelirine göre düzenli bir şekilde alınacak, askerlik belirli bir düzene göre olacak, mahkemeler herkese açık olacak ve mahkeme kararı olmadan kimse idam edilmeyecek, herkesin mal ve mülk sahibi olması ve bunu miras olarak bırakabilmesi sağlanacak, rüşvet ve iltimas kaldırılacak, kanun gücünün her gücün üstünde olduğu kabul edilecekti.

Tanzimat Fermanı, Osmanlı Devletinde anayasal düzenin başlangıç noktası olarak kabul edilebilir. Bu fermanla Sultan Birinci Abdülmecid, kendi gücünün üzerinde bir güç olduğunu kabul ediyordu. Tanzimat Fermanı ile azınlıklara bazı haklar verilmişti. Bu hakları bahane eden Avrupa devletleri Osmanlı Devleti'nin iç işlerine karışmaya devam ettiler. Oysa Tanzimat Fermanı, bir anlamda bu tip müdahaleleri önlemek için ilan edilmişti.

KIRIM SAVAŞI

Tanzimat Fermanı, Osmanlı Devleti içinde gerektiği ilgiyi görmese de, Avrupa'da ses getirdi. Bu sıralarda, Tuna boylarında ilerlemeye başlayan Rusya, Osmanlı topraklarına son vermek ve bu toprakları Avrupalı devletler arasında pay etmek istiyordu.
Ayrıca Rusya, Osmanlı Ortodokslarının haklarının kendisine bırakılmasını da istiyordu. Ancak Rusya'nın hesabı tutmadı. İngiltere ve Fransa bu planı kabul etmeyerek, Rus saldırısı karşısında Osmanlı Devletinden taraf oldular. Ruslar, İngiliz ve Fransız kuvvetlerinden destek alan Osmanlı kuvvetleri karşısında yenilgiye uğradılar ve Sivastopol ele geçirildi (1855).
Osmanlı Devleti karşısında uğradığı yenilgiler yüzünden intihar eden Rus Çarı Birinci Nicolay'ın yerine tahta geçen Çar İkinci Alexander, barış istemek zorunda kaldı. 1856 yılında yapılan Paris Antlaşmasına göre; Osmanlı Devleti bir Avrupa devleti sayılacak, toprakları Avrupa devletlerinin kefaleti altında olacaktı. Karadeniz'de her iki tarafın da savaş gemileri bulundurulmayacaktı. Taraflar aldıkları yerleri birbirlerine geri vereceklerdi.

ISLAHAT FERMANI

Islahat Fermanı Osmanlı Devletinin bir iç düzenleme olmakla beraber Rusya ve Avrupa'nın iç işlerine karışmasını önlemek amacıyla ilan edilmiştir. Bu ferman Paris Konferansı'nın başlamasından hemen sonra İstanbul'da yabancı devlet temsilcilerinin huzurunda okunarak açıklandı. Fermanın getirdiği önemli hususlar şunlardı:

- Din ve mezhep özgürlüğü sağlanacak, okul kilise ve hastane gibi binaların tamiri yapılacak

- Müslümanlarla Gayrimüslimler kanun önünde eşit sayılacak

- Patrikhanede yeni meclisler kurularak bu meclislerin aldığı kararlar Osmanlı Devleti tarafından onaylandıktan sonra yürürlüğe girecek

- Devlet hizmetlerine, okullara askerlik görevine bütün uyruklar eşit olarak kabul edilecekti.

- Vergiler eşit alınacak iltizam usulü kaldırılacak

- Yabancılar da Osmanlı Devleti sınırları içinde mülk sahibi olabileceklerdi.

Bu fermanla gayrimüslimlere daha fazla hak verilmiş, Avrupalı devletler Osmanlı Devleti'nin içişlerine karışmayacaklarını Paris Antlaşmasıyla kabul etmelerine rağmen sözlerinde durmamışlar bu fermanı bahane ederek Osmanlı Devletinin içi işlerine karışmışlardır.

Otuz sekiz yaşında ölen Abdülmecid, Osmanlı padişahları arasında, ilk Avrupa kültürü alan padişahtır. Osmanlı İmparatorluğunun her bakımdan Avrupalılaşması için yapılan hareketlere daima yardımcı olmuş, bu hareketler sonucu, padişahın yetki ve otoritesinin azalmasına rağmen bu duruma itiraz etmemiş, ülkede gazete çıkarılmasına, özgürlük fikirlerinin yayılmasına, yeniliğin yerleşmesine, memlekette meşrutiyet havasının esmesine engel olmamıştır.

İMAR ÇALIŞMALARI (MİMARİ)

Padişahlığı döneminde önemli mimari yapıların oluşturulmasını sağlayan Sultan Birinci Abdülmecid, Beşiktaş Küçük Mecidiye Camii, Fatih Hırka-i Şerif Camii, Humus Ulu Camii, Fuat Paşa Camii ve Türbesi, Dolmabahçe Camii, Ortaköy Camii yaptırdı. Bunların yanı sıra Dolmabahçe Sarayı, Küçüksu Kasrı, Mecidiye Kasrı ve Sultanahmet Darülfunun binası gibi birbirinden güzel sanat eserleri yine Abdülmecid döneminde yapıldı.

Ahmed Cevdet Paşa

Ahmed Cevdet Paşa

Osmanlı Devleti'nde on dokuzuncu asırda yetişen büyük devlet ve bilim adamı. Mecelle'yi kaleme alarak İslam Hukukunu sağlam bir dille kitaplaştıran kişi.

27 Mart 1822 (H. 1238)’de Tuna kıyısında bulunan Lofça kasabasında doğdu. Babası Lofça İdare Meclisi azasından İsmail Ağadır. İlk tahsilini Lofça’da yaptı. Yaradılıştan zeki ve kabiliyetli olduğu gibi, pek de çalışkandı. Dedesinin yardımı ile 1839 yılında İstanbul’a geldi. Medrese tahsiline başladı. Bu arada, matematik, astronomi, tarih ve coğrafya gibi ilimlerle de uğraşarak kültürünü artırdı. O zaman çok meşhur olan Murad Molla tekkesine tatil günleri giderek Farisi öğrendi ve Mevlana’nın Mesnevi’sini bitirdi. Divançe’sinde bulunan şiirlerin çoğunu bu tekkeye devam ettiği sırada yazdı.

1844’te 22 yaşındayken Çanat payesi ile Rumeli kaleminde kadı oldu. 1845 yılında müderris olarak İstanbul camilerinde ders vermek hakkını elde etti. 13 Ağustos 1850’de Meclis-i Maarif azalığı ile birlikte Dar-ül-Muallimin (Öğretmen okulu) müdürlüğüne getirildi. Bu mektebi kısa zamanda ıslah ederek, mektebe giriş ve imtihan usullerini yönetmeliklerle tesbit etti. Encümen-i Daniş’e (Osmanlı Akademisi) 1851’de asli üye seçildi.

Tarih-i Cevdet namıyla şöhret bulan kıymetli eserinin üç cildini 1854 yılında bitirip Sultan Abdülmecit'e sundu. Eseri çok beğenen Sultan, rütbesini yükseltti. Bir sene sonra da devletin resmi tarihçisi oldu.

Osmanlı Devletinin kanunlarını yapacak olan Meclis-i Vala-yı Ahkam-ı Adliyeye 1861 yılında üye tayin edildi. 1866 yılında ilmiye sınıfından vezirliğe geçti. Halep vilayetine vali tayin edildi. Bir müddet orada kaldıktan sonra yeni kurulan Divan-ı Ahkam-ı Adliye ye başkan tayin edildi. Bu vazifede çok faydalı işler gördü; memleketin adliye ve hukuk sistemini devrin ihtiyaçlarına göre düzenlemeye çalıştı.

Ali Paşa, Fransız medeni kanununun tercüme edilerek Osmanlı Devletinde tatbik edilmesi gerektiğini ileri sürüyordu. Buna karşı Ahmed Cevdet Paşa ve aynı düşüncede olanlar, İslam Hukukunun zengin ve tatbik edilmiş en kuvvetli dalı olan Hanefi fıkhının sistematik hale getirilerek kanunlaştırılması fikrini müdafaa ediyorlardı. Bu ikinci yani, Ahmed Cevdet Paşa ve arkadaşlarının fikirlerinin tatbiki için Mecelle Cemiyeti adıyla ilmi bir heyet toplandı. Memleketin en kıymetli hukuk alimlerinin iştirak ettiği bu meclis, Kur’an-ı kerimin hükümlerini kanun şekline sokup, bütün milletlerin kıymet verdiği Mecelle adındaki kitabı hazırlayarak, büyük hizmet etti.

Cevdet Paşa, 1879 yılında Maarif Nazırlığına tayin edildi. Sonra da, çeşitli valiliklerde, Adliye, Maarif, Dahiliye, Ticaret nazırlıklarında bulundu. Padişah’ın hususi encümenlerine iştirak etti. 26 Mart 1895’te vefat etti. Naaşı, Fatih Camii bahçesine defnedildi.

Ahmet Cevdet Paşa, ilk Türk kadın romancı olarak tanınan Fatma Aliye Hanım'ın babasıdır.

Başlıca EserleriTarih-i Cevdet: 12 cilttir. Osmanlı Devletinin 1774-1825 seneleri arasındaki tarihini anlatır.
Kısas-ı Enbiya ve Tevarih-i Hulefa: 12 kısımdır. Cevdet Paşanın en tanınmış eseridir. Hazret-i Adem’den itibaren bir çok peygamberin, İslam halifelerinin, İkinci Murad’a kadar Osmanlı padişahlarının tarihinden bahseder.
Tezakir-i Cevdet: Devrinin siyasi, içtimai, ahlaki cephesini anlatmıştır.
Ma’ruzat: Sultan İkinci Abdülhamid’e 1839-1876 yılları arasındaki tarihi ve siyasi hadiseleri takdim etmek için hazırlanmıştır.
Mecelle: Ahmed Cevdet Paşa başkanlığında bir hey’et tarafından hazırlanmıştır.
Divançe-i Cevdet: Gençliğinde yazdığı şiirleri, Sultan İkinci Abdülhamid’in emriyle bu kitapta toplamıştır.
Kavaid-i Osmaniye: Fuad Paşayla birlikte yazdığı dil bilgisi kitabıdır.
Ayrıca Belagat-ı Osmaniye - Kavaid-i Türkiye, Takvim-ül Edvar-Miyar-ı Sedad, Adab-ı Sedat fi-İlm-il-Adab, Hülasatül Beyan fi-Te’lifi’l -Kur’an, Asar-ı Ahd-i Hamidi, Hilye-i Seadet, Ma’lumat-ı Nafia adlı eserleri çeşitli mevzulardan bahsetmektedir.

Ahmed Bican

Ahmed Bican

Onbeşinci asrın ilk yarısında yaşamış bir Türk yazarıdır. Kardeşi Mahmud gibi Yazıcıoğlu unvanı ile anılır. İki kardeş, Hacı Bayram Veli'nin müridi idi. Kendisini ibâdete öylesine verdi ki, çok zayıfladı. Kendisini görenler, cansız olduğunu zannettiler. 'Bican' ismi buradan gelir. Edebî çalışmalarını tasavvufa yöneltti. Kardeşinin Arapça olarak yazdığı Mağârıb al-Zaman adlı eseri Türkçe'ye çevirdi. (Istanbul, 1291). Kendi yazdığı Türkçe eser Kısas-ı Enbiyâ benzeridir. Kazvinî'nin bir özeti olarak Acâib al-Mahlûkat adlı eseri yazdı. Bir de

Istanbul'un fethine dâir kitabı vardır.

Ağaoğlu, Ahmet

Ahmet Ağaoğlu

Yazılarında ve siyasal yaşamında Batı uygarlığının bütünüyle benimsenmesini, Türkçülüğü ve liberal düşünceyi savunan düşünür ve siyaset adamıdır. 1869 yılında Şuşa-Karabağ'da doğdu. İlköğrenimden sonra, annesinin çabasıyla Rus gymnasium'una gönderildi. Batılı düşüncelerle tanıştığı bu okulu bitirdikten sonra, hukuk, tarih ve siyasal bilimler eğitimi gördüğü Paris'e gitti (1888). Üniversite yıllarında hocası Ernest Renan'dan etkilendi. Paris'te tanıştığı Cemaleddin Afgani onun İslamiyete ilişkin düşüncelerini etkiledi. Üniversite öğrenciliği sırasında La Nouvelle Revue, Revue Bleu gibi dergilerde yazıları yayımlandı.


Ağaoğlu'nun Fransa'da bulunduğu yıllar onun özellikle Fransız Devrimi'nin getirdiği düşüncelere yakınlaşmasına, Batılı liberal kavram ve değerleri incelemesine olanak verdi.


1894'te Azerbeycan'a döndü. İrşad, Terakki, Fuyuzat gazetelerini yayımladı. İttihad ve Terakki'nin yayın organı olan Şura-yı Ümmet'e yazılar yazdı. Bu dönemde temel olarak Rusya Müslümanlarının birliği ve kültürel gelişmesi doğrultusunda mücadele verdi. Çarlığın baskısına karşı Difai adlı bir gizli cemiyet kurdu. Üzerindeki baskılar yoğunlaşınca, 1909'da ailesiyle birlikte İstanbul'a göç etti.


II. Meşrutiyet döneminde Ağaoğlu, dağılan Osmanlı İmparatorluğu'nda milliyetçilik açısından en geç kalan Türklerin, varlıklarını sürdürebilmek için milli şuur kazanmalarının zorunlu olduğu görüşüne, Türkçülük akımına bağlandı. Bu dönemde Ziya Gökalp'le birlikte "Türkleşmek, İslamlaşmak, Muasırlaşmak" biçiminde ifade edilen düşüncenin, daha çok Türkçü ve çağdaşlaşmacı yönüne ağırlık verdi. Ağaoğlu için Türkçülük siyasal bir programdan çok, ulusun kurtuluşunu sağlayacak birleşmenin temel kültürel harcı idi.


1911'de Türk Yurdu Cemiyeti'nin kurucuları arasında yer aldı. Cemiyetin yayın organı Türk Yurdu dergisinde yayımladığı "Türk Alemi", "Osmanlı İnkılabının Şarktaki Tesiratı", "İslam'da Davayı Milliyet" gibi yazı dizileri ilgi uyandırdı. Babanzade Ahmed Naim ve Süleyman Nazif gibi İslamcı ve Osmanlıcı yazarlarla giriştiği tartışmada Türkçülükle İslam'ın çelişmediğini kanıtlamaya çalıştı. O sıralarda, İttihatçı eğilimlerin söz sahibi olmaya başladığı Darülfunun'da Rus dili ve Türk tarihi hocalığı yapmaya başladı. 1914'te Afyonkarahisar mebusluğuna seçildi. 1915'te İttihat ve Terakki'nin genel merkez üyesi oldu. 1917 Ekim Devrimi'nden sonra Kafkas orduları siyasi müşaviri olarak Rusya'ya gitti. Geri döndüğünde İngilizler tarafından tutuklandı ve Malta'ya sürüldü.


1921'de serbest bırakılınca Anadolu'ya geçen Ağaoğlu Ankara Hükümetince Matbuat Umum Müdürlüğü görevine getirildi. 1930'da Cumhuriyetçi Serbest Fırka'nın kuruluşuna katıldı. Partinin programı ve tüzüğünün oluşturulmasına önemli katkısı oldu. Serbest Fırka kendisini feshedince çoğu kurucuların aksine eski partisine dönmedi. 1933'te Akanı gazetesini çıkardı. CHP'ye muhalif bir çizgi izleyen gazeteyi kısa süre sonra kapatmak zorunda kaldı.


Cumhuriyet döneminde gerek CHP içindeki tutumunda, gerekse Kadro hareketini temsil eden Şevket Süreyya Aydemir ile giriştiği tartışmada, Ağaoğlu'nun batılı parlamenter düzene yakınlığı ve "bütüncü" toplumsal anlayışlara karşı, Batılı anlamda birey özgürlüğüne dayalı toplumsal ve iktisadi görüşleri ağırlık kazanmıştır. Gazete yazılarını topladığı "Devlet ve Fert" (1933) adlı kitabı ve bir ütopya denemesi olan "Serbest İnsanlar Ülkesinde" (1930) bu açıdan önem taşır. 19 Mayıs 1939'da İstanbul'da öldü.

Akseki, Ahmet Hamdi

Ahmet Hamdi Akseki


Türkiye Cumhuriyetinin üçüncü Diyanet İşleri Başkanı olan, yazdığı değerli eserleri ve yaptığı hizmetleri ile yüzyılımızın İslâm alimleri arasında önemli bir yeri olan Ahmet Hamdi AKSEKİ, Antalya ili Akseki ilçesi Güzelsu Beldesinde doğdu.


Küçük yaşta Kur'an-ı Kerim öğrenmeğe, 7 yaşında da camide mukabele okumaya başladı. Önce babası Mahmut Efendi'den sonra da Mecidiye Medresesinde Müderris Abdurrahman Efendi'den okudu.


14 yaşında babasıyla Ödemiş'e giden A.Hamdi AKSEKİ, ailesinin fakir olması sebebiyle, tahsil parasını temin için pamuk tarlalarında çalıştı. Karamanlı Süleyman Efendi'nin medresesinde tahsiline devam etti.


Daha sonra İstanbul'a geldi ve Dersiâm Bayındırlı Muhammed Şükrü Efendi'den icazet aldı. Medresetü'l Mütehassisin'de 3 sene okudu, doktora imtihanını vererek birincilikle mezun oldu. Henüz 32 yaşında iken 3 fakülteyi tamamladı.


Hamdi AKSEKİ, hocası İsmail Hakkı Bey'in delâleti ile, Heybeliada Mekteb-i Bahriye-i Şâhane Akaid-i Dini'ye muallimliğine tayin edildi. Burada okuttuğu dersler, "Dini Dersler", adı ile üç cilt olarak Sebilürreşad Kütüphanesi tarafından bastırıldı. Heybeliada'daki görevine ek olarak Aksaray Pertevniyal Valide Sultan Camii Şerifi Kürsi şeyhliğine tayin olunan AKSEKİ, İstanbul'daki medreselerde müderrislik yaptı. Umur-u Şeriyye ve Evkaf Vekaleti Tedrisat Umum Müdürlüğü görevinde iken medreselerin müfredat programlarını ıslah etti. 1924 yılında Diyanet işleri Başkanlığı Müşavere Heyeti Âzâlığına getirildi. 1939 yılında Diyanet İşleri Başkan Yardımcılığına tayin oldu.


A.Hamdi AKSEKİ, M.Şerafeddin YALTKAYA'nın vefatından sonra Diyanet İşleri Başkanı oldu. Merhum Ahmet Hamdi AKSEKİ, resmi hizmeti yanında, ilmi çalışmalarını da ihmal etmedi ve 70 kadar eser yazdı.


İslâm Dini (İtikat, ibadet ve Ahlak)

9 Ocak 1951'de vefat eden Ahmet Hamdi AKSEKİ Arapça, Farsça ve İngilizce bilmekteydi.

Timur

Timur (1336 - 1405)

Timur 1336'da Keş'de doğdu. Türkler kendisine, Aksak Timur derlerdi. Barlas aşiretinin başbuğlarından Emir Turagay ile Tekina Hatunun oğluydu.
1370 yılında hükümdar olan Timur askeri ve idari düzenlemeler yaptı. 1373'de Harizm seferine çıkan Timur, Kat şehrini ele geçirdi. Daha sonra Celyirlilerin başkenti Hocend üzerine yürüdü ve şehri ele geçirdi. Bu bölgede seferlere ve zaferlerine devam eden Timur giderek güçlendi. 1379'da Harizm'i tamamıyla, 1381'de de Sebzvar'ı, topraklarına kattı. 1384'de Irakı Acem'e giren Timur, aynı yıl Esterabat'ı ele geçirdi.
1386'da Tebriz, Kars ve Tiflis'i aldı. Azebaycan ve Ermenistan bölgelerindeki seferleri sonunda Karakoyunlulara karşı savaştı ve 1387'de Doğu Beyazıt, Ahlat, Adilcevaz ve Van'ı ele geçirdi. İran'a yönelen Timur, Maraga, Rey ve Isfahan üzerine yürüdü. 1389 yılında Altınordu devleti üzerine sefere çıkan Timur, iki kez zafer kazandı.
1391 yılında Mazerdan bölgesini ele geçirdi. Timur, bütün Şiraz ve Kirman'ı ele geçirdikten sonra Bağdat, Tekrit, Erbil ve Musul'a hakim oldu. Urfa'yı ele geçiren Timur bir süre sonra Akkoyunlu ve Karakoyunlu beylerini kendine bağladı. 1395 yılında Derbendi ele geçirerek kuzeye yönelen Timur, Ukrayna ve Kiev üzerine yürüdü. Özi ırmağı kıyısında bulunan Kırım ve Azak çevresindeki Ceneviz kolonilerini ele geçirdi ve Moskova'ya dayandı. 1398'de Hindistan'a girdi. Delhi'yi ele geçirdi. 1400'de toplanan kurultaydan sonra Gürcistan Seferine çıkma kararı aldı. Ardahan ve Kars üzerinden Bingöl'e geldi. Ahmed Celayir ve Kara Yusuf, Timur'dan kurtulmak için Osmanlı padişahı Yıldırım Bayezid'e sığındılar. Bayezid, Timur'a bağlı olan Erzincan'ı ele geçirdi. Timur ise 1400 yılında Erzincan'a tekrar hakim oldu ve Sivas, Malatya ve Behisni şehirlerini ele geçirdi. Suriye üzerine yürüyen Timur Halep'i aldı ve Şam'ı kuşattı ve aldı. 1402 yılında Erzurum, Erzincan, Kemah ve Kayseri üzerinden Ankara'ya doğru hareket etti. Ankara'da Çubuk ovasında yapılan savaşta Osmanlı Kuvvetlerini büyük bir bozguna uğratan Timur, Yıldırım Bayezid'i esir aldı. Bir yıl Anadolu'da kalan Timur bütün Anadolu illerini ele geçirdi. 1403'de Gürcistan, 1405'de Çin seferine çıktı. Pir Muhammed'i yerine veliaht bırakan Timur, Otrar'da öldü.


Timur Han Hakkında Bilgi
  • Timur sanıldığı kadar gaddar bir insan değildir. Sinirleri de çok sağlam değildir. Önünde korkunç ve kanlı savaş öykülerinin anlatılmasına dayanamadığı, dilenciliği kabul etmediği, halkın yiyecek bulmasına dikkat ettiği bilinmektedir. Timur, bulunduğu mecliste gasp, saldırı, tecavüz ve kan dökmekle ilgili sözlerin dile getirilmesine ve küfür edilmesine asla izin vermezdi ve orada sadece yönetim ile ilgili tedbirler görüşülürdü
  • Döneminin en büyük satranç oyuncularından biridir. Normal satranç kendisine yetmemiş, tahtayı 10x11 boyutlarına çıkarmıştır. Taşlara da iki deve, iki zürafa, iki boğa, iki debbabe, iki aslan, iki öncü, bir vezir, bir gözcü ve diğer bazı taşlar eklemiştir. Satranç üzerine şerhleri vardır.
Âlim ve evliyâ dostu, cihangir, dünyânın en büyük hükümdârlarından, aklî ve naklî ilimlerde âlim. Aslen Moğol ırkındandır. Dedelerinden biri, meşhûr Moğol hükümdârı Cengiz’in dedelerinden biri ile kardeştir. Babası, Taşkend ve çevresinde hükümrân olan Moğol Barlas aşireti reîslerinden Emîr Turagay, annesi Tekine Hâtun’dur. 736 (m. 1336) yılında Türkistan’da Şehr-i Sebz (Keş) yakınlarında Hoca Ilgar köyünde doğdu. Gürgân, Bahâdır, Emîr, Emîr-ül-Kebîr, Kutbüddîn ve Sahib Kıran lakabları verildi. Cengiz soyundan bir prensesle evlenip, Küreken (Dâmâd) ünvanını aldı. Bir savaşta, bir ayağı topal ve bir eli çolak kaldı. 770 (m. 1368) senesinde Belh Emîri oldu. Otuzbeş sene hükümdârlıktan sonra, 807 (m. 1405) senesinde Otrar şehrinde vefât etti. Semerkand’da defnedildi.
Tîmûr Hân’ın babası Emîr Turugay, zamanı evliyâsının en büyüğü olan Seyyîd Emîr Külâl hazretlerinin talebesi, temiz, afif, sâlih bir müslüman idi. Cengiz Hân’ın kumandanlarından olan Tîmûr Hân’ın dedelerinden Karaçay Noyan, Cengiz Hân’ın oğlu Çağatay’ın yanında Türkistan’a gelmişti. Çocukları da Çağatay’ın devletine hizmet etmişler, hattâ emirlerine başkanlık etmişler, müslümanlıkla da şereflenmişlerdi. Emîr Turagay da, Çağatay Hânlığı’na hükmeden, hânı tahttan indirip tahta çıkaran emirler arasındaydı. Emîr Turagay, âlimleri ve Allah dostlarını çok sever, onların hizmetinde ve sohbetinde bulunmayı çok isterdi. Fırsat buldukça, Seyyîd Emîr Külâl hazretlerini ziyâret edip, ilim ve feyzinden istifâde ederdi. Oğlu Timur’a da, âlim ve sâlihlerle beraber olmasını, Allah dostlarını üzmemesini nasihat ederdi. Tîmûr Hân’a aklî ve naklî ilimleri ve kumandanlık bilgilerini, ehil hocaların elinden öğretti. Şeyh Şemseddîn Gülâl’i, Tîmûr Hân’a hoca ta’yin etti. Tîmûr Hân, babasının vefât etmesi ve emirler arasında geçimsizlikler ve memlekette anarşinin hâkim olması üzerine siyâsete karıştı. Dost ve düşmanını çok iyi seçen ve kuvvetli bir siyâset ta’kib eden Tîmûr Hân, birkaç kişilik bir aile çevresinden meydana gelen kuvvetlerini kısa zamanda çoğaltıp, birçok sıkıntılar çektikten sonra Belh emîri oldu.
Tîmûr Hân, Belh emîri olduktan sonra, hocası Şeyh Şemseddîn Gülâl’le beraber, Seyyîd Emîr Külâl hazretlerini ziyârete gittiler. Giderken, yolda yanında bir koyun götürmekte olan bir adama rastladılar. O da Emîr Külâl’i ziyârete gidiyordu. Beraberce, ikâmet ettiği köye vardılar. Fakat Emîr Külâl’in evini soracak hiçbir kimse bulamadılar. Onlar araştırırken, birden karşılarına biri çıkıverdi. Onları eve götürdü. Emîr Külâl hazretlerinin evine varınca, kendilerine yol göstermek için karşılarına çıkan ve eve götüren kimsenin Emîr Külâl olduğunu öğrendiler. Onun ellerine sarılıp; “Efendim affediniz, dışarıda karşılaştığımızda sizin Emîr Külâl hazretleri olduğunuzu anlıyamamıştık” dediler.
Emîr Külâl ( radıyallahü anh ); “Garîb ve kimsesiz bir Allah dostunu ziyâret için yola çıkan kimse, yolunu şaşırmaz, hatâ etmez” dedi. Yanlarında gelen kimse, koyunu bırakınca, hayvan birdenbire kaçmaya başladı. Adam da peşinden koşarken, Emîr Külâl hazretleri; “Kendini yorma, otur, O, şimdi kendisi geri gelir” dedi. Sonra gelen misâfirlerle cemâat olup namaz kıldılar. Namazdan sonra oturmuşlardı ki, kaçan koyun gelip, yanlarında bir yerde durdu. Bundan sonra Emîr Külâl; “Ey Şeyh Şemseddîn! Bir kimse Allahü teâlâya yönelir, onun rızâsını ararsa, Allahü teâlâ, onun her işini böyle rast getirir. O, rızâsını anyan kuluna kâfidir” buyurdu. Bu hâdiseyi görüp hayran olan Şeyh Şemseddîn ve Emîr Tîmûr, Emîr Külâl hazretlerine tam bir bağlılık ile bağlanıp, kendilerine himmet etmesini istediler. Emîr Külâl de, onları ma’nevî evlâtlığa kabûl ettiğini söyleyip, teveccüh etti. Emîr Timur’un yetiştirilmesini Şeyh Şemseddîn’e havale etti. O da Emîr Timur’un yetişmesinde titizlik gösterip, ona daha çok ihtimâm gösterdi.
Çok mütevâzî ve dervişane bir yaşayışı olan Tîmûr Hân, birgün, adamları ile birlikte yeşillik biryerde oturmuş, âlimlerin üstünlüklerinden ve velîlerin kerâmetlerinden konuşuyorlardı. O sırada biraz ötelerinden bir topluluğun geçtiğini gördüler. Tîmûr Hân soruşturup, o geçenlerin, Emîr Külâl hazretleri ve talebeleri olduğunu öğrendi. Hemen kalkıp, bizzat kendisi koştu. Edeble, o büyük velinin huzûruna vardı: “Efendim, himmet edip, meclisimizi şereflendirseniz, biz de sohbet ve nasihatlerinizden istifâde etsek” diye yalvardı. Bunun üzerine Emîr Külâl buyurdu ki: “Dervişlerin sözleri gizli olur. Bu bizim vazîfemiz değildir. Büyüklerin rûhâniyetinden bir işâret olmadıkça, birşey söylemeyiz. Hiçbir zaman kendinden bir söz söyleme ve gâfil olma. Görüyorum ki, senin başına mühim bir iş çıkacak ve bunda muvaffak olacaksın” buyurdu Sonra yola devam ettiler. Evine varınca, zaviyesinde bir müddet durup, yatsı namazı vaktinde dışarı çıktı. Cemâatle birlikte yatsı namazı kıldı. Namazdan sonra bir müddet oturup, büyüklerin rûhâniyetine teveccüh etti. Sonra hemen, talebelerinden Şeyh Mensûr’u yanına çağırdı. Talebe, huzûruna gelince, ona dedi ki: “Hiç durma, sür’atle Emîr Timur’a git söyle, derhâl Harezm tarafına harakete geçsin. Eğer oturuyorsa hemen kalksın, ayakta ise harekete geçsin, hiç durmasın. Çünkü velîlerin “rûhâniyetleri, onun ve oğlunun bütün memlekete baştan başa hâkim olacağını bildirdi. Harezm’i alınca, Semerkand’a hareket etsin.” Haberi götüren Şeyh Mensûr, sür’atle Tîmûr Hân’ın bulunduğu yere gitti. Tîmûr Hân’ı ayakta bekler hâlde buldu. Haberi aynen iletti. Tîmûr Hân, bu haberi alır almaz hiç durmadı, hemen ordusunu harekete geçirdi. O harekete geçip, gideceği yolun yarısına vardığı sırada, düşmanları Tîmûr Hân’ın çadırına hücum ettiler. Fakat o, çoktan yola çıkmış bulunuyordu. Tîmûr Hân, Harezm’e yürüyüp, orayı aldı. Sonra Semerkand’a yürüdü. Orayı da fethetti. Böylece her gün yeni bir zafere ulaşıp, hep muzaffer oldu ve işleri dâima iyi gitti.
Tîmûr Hân Semerkand’a yerleşince, Buhârâ’ya gitmeyi arzu etti. Bu sebeple Emîr Külâl hazretlerine haber gönderip; “Bizim Buhârâ’ya gelmemize müsâade ederler mi? Şayet izin verilmezse, kendilerinin Semerkand’a teşrîf etmelerini arzu ediyoruz, nasıl buyururlarsa öyle yapalım” dedi. Tîmûr Hân’ın bu arzusu üzerine, Emîr Külâl hazretleri; ne gelmesini, ne gitmeyi kabûl edemeyeceğini ve kendilerine duâ etmekte olduğunu söyledi. Bunları bildirmek ve Tîmûr Hân’la görüşmek üzere, oğlu Emîr Ömer’i vazîfelendirdi. Oğlunu gönderirken şöyle dedi: “Ey oğlum! Emîr Timur’a söyle! Eğer Allahü teâlânın râzı olduğu yolda yürümek istiyorsa, takvâdan ve adâletten asla ayrılmasın. Bunları kendisine şiar edinsin ki, kıyâmet günü kurtulabilsin! Yine şöyle ki, biz ve talebelerimiz, her zaman ona duâ etmekteyiz. Eğer dünyâya meyl ederse, bu duâların fâidesine kavuşamaz.” Emîr Külâl hazretlerinin oğlu Emîr Ömer, Semerkand’a gidip, Tîmûr Hân ile görüştü. Babasının söylediği şeyleri aynen bildirdi. Birkaç gün sonra da, Buhârâ’ya dönmek üzere Tîmûr Hân’dan müsâade istedi. Ayrılırken, Tîmûr Hân ona; “Buhârâ ve çevresini sizin emrinize bırakayım, ne olur kabûl edin” dedi: Emîr Ömer; “Buna izin yok” dedi. Bunun üzerine Tîmûr Hân; “Öyleyse Buhârâ şehrini Emîr Külâl hazretlerine bağışlıyayım” deyince, Emîr Ömer yine; “Buna izin yok” dedi. Tîmûr Hân; “Hiç olmazsa Buhârâ yakınında ikâmet etmekte olduğunuz köyü size bağışlıyayım” diyerek, çok ısrarda bulundu. Emîr Ömer şöyle dedi: Babam, sizin için şöyle buyurdu: “Eğer, Allah adamı olan büyüklerin kalbinde bir yer kazanmak istiyorsa; takvâdan ve adâletten ayrılmasın. Kıyâmet günü Allahü teâlânın rahmetine kavuşmak bununla olur.”
Tîmûr Hân, Emîr Külâl hazretlerinin nasihatlerini can kulağı ile dinleyip, takvâ ve adâletten ayrılmayacağına, dâima her işinde Allahü teâlânın rızâsını gözeteceğine söz verdi.
Yedi senede Irak’ın kuzey ve güneyini zaptetti. Bağdad’a, müslümanların coşkun sevgi gösterileri ile girdi. Önceleri halk, Moğol korkusundan çok üzülüyordu. Tîmûr Hân’ı da, önceki Moğollar gibi çapulcu ve zâlim zannediyorlardı. Tîmûr Hân’ın sâlih bir müslüman, âlim ve evliyâ dostu olduğunu görünce, kısa zamanda herkes onu sevdi. Âlimler çevresinde toplandı.
Devrin büyükleri onun sarayında bir araya geldi. Kâdı Adûdüddîn Îcî’nin talebesi Sa’deddîn Teftâzânî ve Seyyîd Şerîf Cürcânî gibi büyükler, ondan himâye gördüler. Zâlim Moğol hükümdârı Hülâgu tarafından yakılarak ortadan kaldırılan İslâm kitapları ve öldürülen âlimler ile duraklama gösteren din bilgilerini yeniden canlandırıp yaydılar. Emîr Külâl hazretlerinin talebelerinden Şâh-ı Nakşibend Behâeddîn-i Buhârî ( radıyallahü anh ) yetişip, feyziyle âlemi aydınlattı.
Timur Hân, İslâm ülkeleri arasında birliği te’min edip, ehl-i küfrü yerle bir etmek, Allahü teâlânın dînini yaymak niyetiyle, müslüman memleketlerin hükümdârlarına mektûplar yazıp, kendisine itaat etmelerini istedi. Hattâ bir kısmına para ve hediyeler de gönderdi. Kendisini Moğol devletinin vârisi olarak görüyor ve Moğolların hâkim olduğu yerlerde hâkimiyet iddia ediyordu. 791 (m. 1389) senesine kadar, İran ve Gürcistan’a seferler yaptı. Moğol prensi Toktamış’ı destekleyip, Altınordu devletine hükümdâr yaptı. Toktamış, ihânet edip, Timur’un topraklarına saldırınca, 792 (m. 1390) ve 793 (m. 1391) yıllarında Altınordu üzerine iki sefer düzenleyen Tîmûr Hân, İtil ırmağının doğusuna kadar olan yerlere sahip oldu. 802 (m. 1399)’de Hindistan üzerine bir sefer yapıp, Kuzey Hindistan’ı aldı.
İlme, âlimlere ve Allah dostlarına çok kıymet veren, onların ölüsüne ve dirisine hürmet gösteren, o büyüklerin talebelerine hizmetle şereflenen Tîmûr Hân, İslâmiyeti yıkmak, müslümanları doğru yoldan saptırmak istiyenlere karşı şiddetle muâmele etti. Yahudi olduğunu gizleyip, kendi sapık fikirlerini İslâmiyet diye yaymağa kalkışan, haramlara helâl deyip, kendini tanrı ilân etme cür’etini gösteren Fadlullah-i Hurûfi adındaki sapığı öldürten Tîmûr Hân, oğlu Mirânşâh’a verdiği emir üzerine, bütün Hurûfi tekkelerini ortadan kaldırdı. Hurûfi sapıklarının merkezi hâline gelen Esterâbâd şehrini tamamen dağıttı. Tîmûr Hân’ın 796 (m. 1393) yılında gerçekleştirdiği bu hayırlı hareket, Ehl-i sünnet müslümanlar arasında memnuniyetle karşılandı. Din, ırz ve namus düşmanı olan hurûfileri ortadan kaldırdığı için, bütün müslümanlar Tîmûr Hân’a duâlar ettiler. Anadolu’dan ba’zı şikâyetler geldi. Sultan Yıldırım Bâyezid’in ortadan kaldırdığı beyliklerin beyleri, Osmanlı sultânını Timur Hân’a şikayet ettiler. Hakkında olmadık şeyler söylediler. Timur Hân’ın önünden kaçan ba’zı beyler de gelip, Yıldırım Bâyezîd’e Timur’u kötülediler. İki müslüman-Türk hükümdârının arasını açtılar. Bunun üzerine Timur Hân, Anadolu’ya geldi ve Ankara yakınlarında Çubuk ovasında yapılan savaşta Osmanlı ordusunu yendi 805 (m. 1402). Yıldırım Bâyezîd Hân’ı da esîr etti. Ona çok iyi muâmele etti. Ancak Osmanlı Sultânı Yıldırım Bâyezîd Hân, hastalanarak Akşehir’de vefât etti. Tîmûr Hân da, Anadolu’ yu eski sahiplerine havale edip, mümtaz âlimleri yanına alarak ülkesine döndü. Anadolu’da kendisine mukavemet edenlerden aldığı esîrleri, Safiyyüddîn Erdebîlî hazretlerinin torunu ve halifesi Alâeddîn Ali’nin şefaatiyle serbest bıraktı. Otuzbeş senelik hükümdârlığı neticesinde Çin’e ve Dehlî’ye kadar bütün Asya’yı, Irak ve Suriye’yi, İzmir’e kadar Anadolu’yu, aldı. Bütün hazırlıklarını yapıp, ikiyüzbin kişilik bir ordu ile Çin seferine çıktı. Otrar’a vardığı sırada hastalanıp, onsekiz gün sonra vefât etti. Onun ölümünden haberdâr olan bir Allah dostu; “Tîmûr öldü. Îmânı da birlikte götürdü” buyurdu. Bütün müslümanların arzu ettiği “Îmânla göçmek” ni’metine Timur Hân kavuşmuştu.
İlim sahibi olan, ilim sahiplerini çok seven Tîmûr Hân, fethettiği ülkelerden getirdiği âlimlere memleketinde çeşitli imkânlar sağladı, birçok medreseler yaptırdı. Başşehri olan Semerkand’ı yeniden i’mâr etti. San’at eserleri ile süsledi. Kendi yazdığı kânunlar ve tüzüklerle devletinde düzeni sağladı. Kendi târihini kendi yazdı. Çağatay lehçesinde yazdığı bu eserler, daha sonraları Farsçaya ve Avrupa dillerine tercüme edildi. Tîmûr Hân’ın, âdil, dindar, temiz bir müslüman olduğu herkes tarafından anlaşılıp öğrenildi. Ancak Osmanlı tarihçileri, Yıldırım Bâyezîd Hân’la yaptığı savaştan dolayı Tîmûr Hân’ı haksız olarak kötülemektedirler.
  1. Tîmûr Hân, âlimleri devamlı meclisinde bulundurur, onların sohbetlerinden uzak kalmazdı. Seyyîdlere çok hürmet eder, evliyânın türbelerini ziyâret ederdi. Türkistan’ın büyük evliyâsı Ahmed Yesevî hazretlerinin Yesi’deki kabri üzerine bir türbe yaptırdı. Behâeddîn Buhârî hazretlerinin dergâhına büyük hürmet gösterir, tozlarını yüzüne gözüne sürerdi. Bu husûsta, ikinci bin yılın yenileyicisi İmâm-ı Rabbânî Ahmed Farûkî Serhendî hazretleri bir talebesine yazdığı mektûbunda (ikinci cild doksanikinci mektûb) şöyle buyurdu: “İdârecilerin kıymet verdikleri zamanlarda, İslâmiyet parlamış, âlimlerin yüksekleri, evliyânın büyükleri, herkesten sevgi ve saygı görmüştü. Devletten aldıkları kuvvetle, dînin yayılmasına çalışmışlardı, işittiğime göre, Sâhib Kıran Emîr Timur (aleyhirrahme), Buhârâ caddesinden geçerken, uzakta, birçok kimsenin halı silktiklerini görüp, merakla sormuş. Hâce Muhammed Behâeddîn-i Buhârî (k.s.) hânekâhı halıları olduğunu anlayınca, İslâmiyete olan sevgi ve saygısının çokluğundan, oraya yaklaşıp, halıların tozları içinde durmuş, misk ve anber sürünür gibi hânekâhın tozlarını yüzüne gözüne sürerek, Allah yolunda olanların feyz ve bereketleri ile şereflenmek istemiştir. Allahü teâlâya yakın olanlara karşı gösterdiği sevgi ve saygı sayesinde, îmânla gittiği umulur. İşittiğimize göre, Timur’un ölüm haberi duyulunca, o zamanda bulunan evliyâdan birisi (k.s.); (Timur öldü, îmânı da birlikte götürdü) buyurmuştur.”
    Tîmûr Hân’ın vefâtından sonra, oğulları ve torunları, devlete hâkim oldular. Birlik te’min edemeyip, devleti parçaladılar. Tîmûr Hân’ın oğlu Şahrûh, birliği nisbeten te’min etti. Şahrûh’tan sonra yerine oğlu Uluğ Bey geçti. Devlet yüz sene ancak devam edebildi. Tîmûr Hân’ın diğer oğlu Mirânşâh’ın torunlarından Bâbür Şah, Hindistan’a hâkim olup, Gürgâniye Devleti’ni kurdu. Dedesinin başlattığı hizmeti devam ettirdi. Müslümanların hâmisi durumunda olan Osmanlı Devleti, M. Reşîd Paşa ve yandaşlarının vâsıtası ile 1270 (m. 1853) yılında Rusya ile harbe sokuldu. Bu harbi, Hindistan’da yapacağı mezâlimi kolaylaştırmak için İngilizler plânlamış ve uşakları M. Reşîd Paşa’yı bu işte maşa olarak kullanmışlardı. Osmanlı askeri, Rusya karşısında ölüm-kalım mücâdelesi veriyordu. Bu sırada Bâbür’ün torunlarından Bahâdır Şah, Gürgâniye Devletinin hûkümdârı idi. 1274 (m. 1857) yılında, İslâmiyetin ve müslümanların en büyük düşmanı olan İngilizler, Osmanlı Devleti’nin Rus savaşında yıpranmasından istifâde ederek, Hindistan’ı işgal ettiler. Bahâdır Şah ve çocuklarını, dedelerinden birinin türbesine götürdüler. Üç oğlu, bir İngiliz papazı tarafından baba ve annesinin ve ailenin diğer fertlerinin gözü önünde soyulup, tabanca ile öldürüldü. Çıplak hâlde cesetleri meydanlara asılıp, teşhir edildi. Hindistan’da Hıristiyanlığı yayamadıklarının acısını, o ma’sûmlardan çıkarmak isteyen papaz, Bahâdır Şah’ın önünde çocukların kanını içti. Bununla da kalmayıp, günlerce aç bıraktığı Bahadır Şah ve hanımına, kendi çocuklarının başlarından yapılan çorbayı içirtmeye kalkıştı. İngilizler, halka da çok zulüm edip, kendi sapık kültürlerini yaymak için çok gayret gösterdiler. Hindularla müslümanları birbirlerine kırdırdılar. Müslümanların arasına fitne sokmak için de, Vehhâbiler ve İsmâililer gibi Eshâb-ı Kirâm düşmanlığı yapan sapıkları, Kâdiyanîlik (Ahmedîlik) gibi dinsizlik fırkalarını ve mezhebsiz kimseleri desteklediler. Daha sonra da idâreyi, İngiliz emellerine hizmet edebilecek Ehl-i sünnet düşmanı kimselere teslim ederek Hindistan’dan ayrıldılar. Emîr Timûr-i Gürgân’ın, Sultan Yıldırım Bâyezîd’e göndermiş olduğu mektûplardan birincisi:
    “Azamet ve saltanatının nûrları her şeyin üzerine ışıldayan, ihata ve ihsânının eserleri kâinatın her tabakasını aydınlatan Allahü teâlâya hamd olsun! Mutlak olarak en şerefli din ile gönderilen, en yüksek faziletler ve en iyi ahlâk ile övülen Peygamberine salât ve selâm olsun! Yüksek Âline, kerîm Eshâbına ve kıyâmete kadar iyilikle olanlara tâbi olanlara en iyi duâlar olsun.
    Gerçi şimdiye kadar emîr-i a’zam Timûr-i Gürgân’dan Arab olmayan emirlerin en âdili, düşmanlarına çekilmiş Allahın kılıcı ve rahmeti, kullarından sevdiklerinin işlerini görmek için gönderilmiş, Allahın beldelerinin koruyucusu, Allahın kullarının yardımcısı, düşman ve münkirleri öldüren, gâzî ve mücâhidlerin sığınağı, müslümanların hududlarını kollayan, hakkın, dünyânın ve dînin celâli, Gâzî Bâyezîd Bahâdır Hân (Allahü teâlâ mülkünü dâim eylesin) ile zâhiren bir dostluk ve ahbablığımız, görüşmemiz hiçbir yolla müyesser olmadı. Haberciler ile mektûplar göndermek, ülfet kaideleri, dostluk akidlerini te’kîd eden hareketler olmadı. “Bize itaat uğrunda mücâhede edenlere, biz elbette bize ulaşan yollarımızı gösteririz.” meâlindeki Ankebût sûresi 69. âyet-i kerîmesinin îcâbı olarak, biz de doğuda kâfirlerle gazâ, bagî ve şer taifeleri ile cihâdla meşgûlüz. Dînin alâmetlerini yüceltmek. Peygamberlerin efendisinin dînini en uzak yerlere, en ücra köşelere kadar yaymağa gayret ve cehd ediyoruz. Siz de batıda; sapık fırkalarla, dîne muhalif olanlarla ve hak dîni inkâr edenlerle, “Allah kendi yolunda (kısımları) birbirine kenetlenmiş bir bina gibi saf bağlayarak çarpışanları sever” meâlindeki Saf sûresi dördüncü âyet-i kerîmesi hükmünce, güzel çalışmalar, büyük gayretler gösteriyorsunuz. Bütün gayretinizi dîne yardım etmek, İslâmı kuvvetlendirmek, Allahın dîninin kaide ve esaslarını yaymaya harcamışsınız ve bu sebeple bütün mü’minler emniyet ve huzûr içinde, rahat ve isteklerine kavuşmuş hâlde yaşamaktadırlar.
    Bu güzel haberleri duymakla, günbegün isteklerihize yardım edenler artmakta, maksud ve matlub sebepleri çoğalmakta, rahatlık ve emellere kavuşma ve emniyet içerisinde yaşama imkânları artmaktadır. Muhakkak ki, “Allahın İslâm nûru ile kalbine genişlik verdiği kimse, Rabbinden bir nûr, hidâyet üzeredir.” meâlindeki Zümer sûresi 22. âyet-i kerîmesinde bildirilen zînetle süslenen Muhammed aleyhisselâmın dîninin mertebelerini ve İslâm dîninin esaslarını batıda; cihâd, gazâ ve harb ile yücelten ve “Mü’minleri savaşa teşvik et” meâlindeki Enfâl sûresi 8. âyet-i kerîmesine uymaya çalışan ve “İslâmdan başka din arayanın dîni kabûl olunmaz” meâlindeki Âl-i İmrân sûresi 85. âyet-i kerîmesinin ma’nâsını kalbinde tutan her devlet sahibi, Hak teâlâdan te’yid, tevfîk ve çeşit çeşit saadet, yardım ve kerâmetler, iyilikler görsün, hergün o hânedanın cemiyeti daha parlak ve o ocağın ikbâl yıldızı daha yüksek olsun. Nitekim cenâb-ı Hak, Hadîd sûresinin 29. âyet-i kerimesinde meâlen; "Muhakkak ki, iyilik ve üstünlük Allahın yed-i kudretindedir. Onu dilediğine verir" buyurmuştur.
    O memleketleri elinde tutana, en güzel duâlar, misk kokuları, güzel medihler ve temiz râyihaları bildiren bu mukaddimeler, muhabbet ve şefkatin çokluğunu bildiren birer hediye ve ithâftır. Dâima nusret bahçesinin parlaklığı sebebiyle ve; "Sâlihlerin duâsı kabul olunur" haberiyle, sâlih duâlar dilimizdedir. Kabûl, tevfîk ve inayet Allahü teâlâdandır.
    Mükemmel bir müslümanlığın sıdk ve sadâkatinin icâbı olarak ve bildirilen muvafık ifâde ve uygun şartlara riâyetle, "Sâdıklarla olun" emrine uyarak, dostluk yollarında yürümek ve muhabbet zincirini harekete getirmek, muhakkak ki, iki tarafın da iyilik ve salâhını hâvidir. "Doğru söz söyleyin ki, Allah size işlerinizi düzeltip muvaffakiyet versin" mealindeki Ahzâb sûresi 70 ve 71. âyet-i kerimelerine ve "Teşebbüs et, hür olmak için" mısraına uyarak, aramızın iyi olması gerekir.
    O azîzin nurlu kalbi bilir ki, cihan pâdişâhı Cengiz Hân, ezelî kaza gereğince, İran ve Turan memleketlerine müstevli olup, devlet güneşi saltanatın zirvesine ulaşınca, memleketlerini oğullarına taksim etti. İran memleketlerinden olan yerleri, kendi oğlu şehzâde Çağatay'a bıraktı. Bir müddet onun tarafından olan Ümerâ ve idareciler bu ülkeleri dirayetle ellerinde tuttular. Nihayet saltanata geçme sırası Mengü Hân'a gelip tahta oturunca memleketi idare işlerinde müstakil olunca, kardeşi genç Hülâgu'yu, memleketin sınır boylarında bulunan askerlerle İran vilâyetlerine gönderdi ve o da memleketi ona teslim eyledi. O ve oğulları uzun zaman bu memleketlerde saltanat sürdüler ve o memleket sebebiyle biz dâima onlarla kavga ve çatışma hâlinde bulunduk ve defalarca muharebe ve cenk ettik. Nihayet bu memleket Cengiz Hân'ın hanedanından kurtuldu ve nesilleri bu diyardan kesildi. Gerçekten de onların memlekete ve insanlara çok zararları dokunmuştu. Yollar korkulu ve kapalı idi. Hac kafileleri ve tavaf taifeleri; "Uzak yoldan gelsinler" mealindeki Hac sûresi 27. âyet-i kerîmesi gereğince gitmek istediklerinde, o mübârek makâma varmaktan mahrum kalmışlardı. Yol kesiciler, yağmacılık ve çapulculuk yapmışlar, ayaklarını fesâd dâiresinin dışına uzatmışlardı. Tüccar ve iş erbâbı maişet te'mininden âciz kalmış, beldelerin ve insanların hâl ve yaşayış zinciri birbirine karışmış ve; "Yoksa sıkıntıya düşenin duâsını kabul eden mi ?" meâlindeki Neml Sûresi 62. âyeti kelimesindeki nidâ, memleketin her tarafında yayılmıştı. Hasen Tekritî adındaki bir Tekritli, insanların mallarını çaldı. Her taraftan müfsidler bir yerde toplandılar. Ahmed Celâyiri ona karşı koyamadı ve onu def edemedi. Hattâ o da eğlence, menhiyât ve gayr-i meşru işlerle meşgul olup, ayağını İslâm caddesinden dışarı çıkararak, şarkıcılar, oyuncular yetiştirdi. Fesâd ehlini kuvvetlendirmeyi lâzım bildi ve şu Arabca işaretten hiç ibret almadı:
Yırtıcı köpeği kapısında bağlayan,
Gören insanlar titrer bağın sallanmasından."

Bu mukaddimelere göre, İslâm pâdişâhı o büyük kahraman, geçmiş sultanların halefi, padişahlık burcunun yıldızı, ilâhi rahmet gölgesi, İlhanlı bahçesinin nûru, Cengiz Hân oğullarının gözlerinin ışığı Gıyâseddîn Sultan Muhammed Hân’ın (Allahü teâlâ mülkünü dâimi eylesin ve herkese ihsânını yağdırsın) huzûrunda bulunan şehzâdeler ve milletin emirleri geç kaldılar. Şunun için diyorum ki, İran ülkeleri Cengizoğullarından kurtulunca, memleketin her tarafına sahip çıkmak, ayağa kalkıp harekete geçmek ve o ülkeleri eşkiya elinden çekip alması lâzımdı.
Bunun üzerine ilk elde kalktım ve muzaffer askerîmle orayı alıp, saltanat çadırımın altına koydum. O memleketi zabtımın ve padişahlığımın daha ilk günlerinde, Dâr-ül-mülk olan Semerkand tarafından haber geldi ki, Toktamış şakisi memleketin sınır boyunda tahriblerde bulunmuş. Bu sebeble onu te’dîb edip, biraz okşamak için, dizginleri Dâr-ül-mülk tarafına döndürdüm. Oradan büyük orduyla Deşt-i Kıpçak’a ve Özbekistan’a hareket ettim. Duyduğunuz gibi üzerine yürüdüm. İlâhî yardımın bereketiyle onu te’dîb edip, iyi bir ders verdim. Kabilesi, yardımcıları, askeri, hizmet edicileri, ölüm toprağı ve kılıçların yemi oldu. Nitekim Kur’ân-ı kerîmde meâlen; “Bu, Rabbimin bir ihsânıdır” (Neml-40), “Zafer, ancak, Azîz ve Hakim olan Allahdandır” (Âl-i İmrân-126) buyuruldu. Allahü teâlânın yardımıyla o hayırlı iş bitip, arzumuza kavuşunca, Toktamış’ın amcası oğlunu uzun zaman hizmetimizde bulundurduk. Mahremlerimiz ve güvenilir adamlarımızdan ve onun en büyük düşmanlarından olan Tîmûr Kutluğ adındaki bu şahsı yetiştirdim ve asker verip, Toktamış’ın üzerine gönderdim. Çağand vilâyetindeki İtil suyundan, Sağanak’tan, Nergis’ten ve Puvar’dan geçip, onların köklerini kazımalarını söyledim. Turan ülkeleri tarafından itil suyuna bakan kimse kalmadı.
Bir başka zaman, İran tarafına gitmeyi tasarladım ve gittim. Allahü teâlânın ihsanıyla, bir gidişte; Mazenderân, Geylân, Şirvan, Kürdistan, Lûristân, Şulistan, Huzistan, Fâris, Irakeyn, Hürmüz, Kirman, Gence, Mekrân, Diyarbekr ve Azerbaycan memleketleri elde edilerek kurtarıldı. Bekâra sûresi 247. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Allah, mülkünü dilediğine verir. O’nun rahmeti ve ihsânı geniştir ve her şeyi hakkıyle bilicidir” buyurulmuştur. Gürcistan ve Elburz dağının etrâfına, saadet ve mutlulukla geldim ve o diyar da topraklarımıza ilhak olundu. Asker toplama ilânı ve askerin ihtiyâçlarının hazırlığı, tertîbi, gerekli harb âletlerinin tanzimi yapıldı ve bu haber Toktamış’ın memleketlerinin hâkimleri, vâlileri ve vilâyetleri, halkının kulağına gelince dağıldılar ve perişan oldular. Askerleri, o tarafta bizim tarafımızdan gönderilen Timur Kutluoğlana ilhak oldular. Ba’zıları kaçıp Kırım yakınındaki Kefe ve Acem sahillerine sığındılar. Allahın yardımı ve kolaylığı ile, onların hâlleri zevale yüz tuttu. En’âm sûresi 45. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Böylece o zulm eden kavmin kökü kesilmişti. Âlemlerin Rabbi olan Allaha hamd olsun” buyurulmuştur.“
Ayrıca bundan azîz oğlum Mirânşâh Gürân Bahâdır Hân, mektûbunu taşıyan Hacı Muhammed Kıssahân’ı, dostluk ve sadâkat izhân için sizin huzûrunuza göndermiş idi. Yolda o taraftan küffâr üzerine asker çekip, batıya hareket buyurduğunuzu işitti. Bu haberi duyanca geri döndü. O esnada tarafınızdan huzûrumuza elçiler gelirse, ba’zı haberciler gönderip ve dostluk temellerini genişletmeyi düşündüm. Şunu da yazayım ki, bundan önce Gürcistan hududunda iken, tarafınıza bir mektûp gönderilmiş ve o mektûbta ba’zı durumlar bildirilmiş idi. Ondan sonra şimdi Şirvan memleketlerinde kışlamış bulunuyorum. Ereş’in yanındayım. Ereş, şimdi Derbend ve Bâb-ül-ebvâb kalesinin hâkimidir. Bize bağlıdır ve husûsî adamlarımızdandır. Onu vesile ve vâsıta yaptım. Uygundur, hâlistir. Kızını, bizim çok sevdiğimiz oğullarımızdan birine verdi. Oğlunu yanımıza asker verip, hizmetimize sundu. Biz bunları kabûl ettik. Bu yaz Aladağ yaylasında yazı geçirip, sonra Şam tarafına gitmek niyetindeyim. Sizi de durumdan haberdâr etmek istedim. O tarafa yaklaşınca, dunum ve ahvâli, muhabbet gereği olarak inşâallah bize bildirirsiniz.
Şimdi Samurân nahiyelerinde ve güneyden Derbend’e bitişik olan Samur Suyu tarafında bulunmaktayım. Sizin tarafınızdan araziyi bilen tüccâr ve seyyahlar gelirse, her çeşit rüsumdan muaf tutarak, sizin asâr-ı sıdkınızın tezahürlerini gözleyeceğiz. Bizim dostluğumuzu kabûl ettiğiniz takdîrde, bunu kuvveden fiile getiresiniz. Sizin sadâkatiniz gerçekleşmez ise, Allahın yardımı ile büyük askerle sizin üzerinize yürürüz. Mukadderat neyse o olur, yardım Allahdandır. O’ndan yardım isteriz.
Bununla beraber duydum ki, Toktamış bize yâr olmak ve itaat etmek istemiyor ki, kaçtı, özü suyunu geçti. Kefe sahilindeki kaleler tarafına gitti. Onun yakalanması için olan hazırlık çalışmaları mükemmeldir. İnşâallahü teâlâ, onu tutup habs edersek, Frenk kâfirleri ile gazâ ve cihâd el verebilir. Bu taraftan biz, o taraftan siz, küfür ve zulümde direnenlerin defi için gerekeni yaparız, “İşleri bitiren O’dur. Kulların işleri onun yed-i kudretindedir.”
Geçen sene Irak-i Arab taraflarına gittiğimizde, Şam vilâyeti büyükleri ve vâlileri ile birkaç temasımız oldu. Eski sultanlar usulünce ve geçmiş melikler âdetince, elciler ve güvenilir adamlar, çeşitli hediyeler ve tam bir ta’zimle Şam tarafına, asil melikleri yokluğunda zor ve hile ile Mısır vâlisi olan, asılsız Çerkez oğluna (Berkuk) gönderildi. O, hukuku tecâvüz ile saldırganlık edip, efendisinin oğlunu öldürerek yerine geçti. Arabca bir söz vardır “Ni” mete nankörlük edene Allahın la’neti olsun.” İslâmın yayılmasına, müslümanların işlerinin düzene sokulmasına vâsıta olan zamanın İmâmı ve halîfesinin çocuklarını tutup bağlamış, eski Mısır melikleri kânunları ile zorluk ve şiddet göstermiş, geçmiş sultanların yapmadığı çirkin bir iş yapmıştır. Nitekim, duymuşsunuzdur: Elçileri sebebsiz yere, hiçbir behâne ileri sürmeden öldürdü. Böyle çirkin bir hareketi ve yakışık almayan işi, pâdişâh ve büyük olan bir kimseden, hiç kimse görmüş ve işitmiş değildir. Onlar elçidir. Elçiye zeval olmaz. Nitekim En’âm sûresi 102. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Elçinin işi, kendisine söyleneni bildirmektir” buyurulmustur. Şevket sahibi kimseden bu şekilde hareket duyulmamıştır. Allahü teâlâ, Bekâra sûresinin 85. âyet-i kerîmesinde meâlen; “Bu ahdi bozan kimsenin cezası, dünyâda rezîl olmaktır” buyurmuştur. Şimdi bu işin intikamı, Allahü teâlânın izniyle Deşt-i Kıpçak tarafını iyice hallettikten sonra, Şam tarafına gitmekle alınacaktır. Allahü teâlânın bereketli lütfu ile, o Çerkesoğullarını mükemmel bir terbiye edip, uygun olan şekilde kulaklarını çekeceğim ve; “Zulmedenin zulmü kendine döner” sözündeki incelik ortaya çıkacaktır. Sivas’ın kadıoğlusunun (Kâdı Burhâneddîn’in); “Pire nedir ki, kanı ne olsun; yarasa nedir ki, yağı ne olsun” sözünün ne demek olduğunu bildireceğim. O da aklını bozdu, bozuk, asılsız düşüncelere ihtimâl verdi. “Cinsi cinsine çeker” sözü gereğince, kıymetsiz Çerkesoğluyla dostluğa girmiş. Tuttuğu geçimsizlik yolu sebebiyle, “Kendi ölümünden bahsetmek” şerbetini tadacaktır.
Bu yazdıklarım, dostluk ve sevgimizin çokluğu sebebiyledir. Durumları siz de öğrenmiş oldunuz. İyi himmet ve gayretlerimize yardımcı olunuz. Zikr olunan, size karşı çeşitli münâsebet ve rızâmı gözetiniz. Unutmayınız. Dâima istiyorum; öyle sebebler ve istekler çıksın ki, tarafımıza elçiler ve mektûplar gönderesiniz. Hangi şekilde olursa olsun, elçi ve haberci gönderip, zât-ı şerîflerinin sıhhat haberlerini ve devlet işlerinin intizâmını bildirmekle bizleri sevindiriniz de, dostluğumuzu pekiştirsin. Daha yazmayayım. Vesselâm, aled-devâm, evvelen ve âhıran.”

1) Tüzükât-ı Timur (Mustafa Rahmi tercümesi), İstanbul 1339
2) Zafernâme (Şerâfeddîn Ali Yezdî). Tahran 1336
3) Acâib-ül-makdûr fî nevâib-i Timur “Târih-i Timûr-i Gürgân” (İbn-i Arabşah’dan Nazmizâde Hüseyn Murtezâ tercümesi) İstanbul 1277
4) Tam İlmihâl Se’âdet-i Ebediyye sh. 677, 1076
5) Rehber Ansiklopedisi cild-16, sh. 277
6) Âgâhî Seyyîd Emîr Gilâl (Mevlânâ Şihâbüddîn), Gulam Mustafa Hân neşri. Karaçi.
7) Düstür-ul-inşâ (Sarı Abdullah Efendi). Süleymâniye Kütüphânesi Es’ad Efendi kısmı

AQSAQ TEMİR SÖZİ
"Cihan degen ne nérse? –
Alaqanıñ awdanı!
Bir awdanda köp těñiri
Boluwdıñ tipti joq sěni.
Těñiri – köktiñ těñirisi,
Küñirensin, kögin biylesin!
Jér těñirisi Temirmin,
Jérime Těñiri tiymesin!”
Kök těñirisi – těñiriniñ
Tuqımı joq, zatı joq.
Jér těñirisi Temirdiñ
Tuqımı – Türik, zatı – ot!
1923 - MAĞJAN JUMABAY-ULI (1893-1938)

- - - - - - - - - - - - - - - - - - - - - Türkiye Türkçesiyle:

AKSAK TİMUR SÖZÜ
Dünya dediğin nedir? -
Avucun alanı!
Bir alanda çok tanrı
olmanın yok bir anlamı.
Tanrı - göğün tanrısı.
Gürlesin, göğünü yönetsin!
Yer Tanrısı Timur'um
Yerime Tanrı değmesin!
Gök Tanrısı - Tanrının
soy sopu yok, özü yok
Yer Tanrısı Timur'um
Soyum Türk, özüm -- Ateş!
1923 - MAĞJAN JUMABAY-ULI (1893-1938)