29 Mayıs 2011 Pazar

Musa Carullah Bigiyev

MUSA CARULLAH BİGİYEV  (1875-1949)


Kazanlı Türk - İslam bilgini, fikir ve aksiyon adamı. Müellif, müceddid, araştırmacı.
1875 yılında Rusya'nın Rostov - Na_Don şehrinde doğdu. Babası Yârullah Efendi, annesi Habibullah  Efendi'nin kızı Fatıma Hanım'dır. İlköğrenimini annesi Fatıma Hanım'dan aldı. 11 yaşında Rostov Rus Teknik Devlet Lisesi'ne girdi. Yükseköğrenimini bu liseyi bitirdikten sonra Buhara'da yaptı. Buhara'da Farsça, Arapça ve İslâm ilimlerini öğrendi. İkram Efendi ve İvaz Efendi'den fıkıh ve felsefe; Şerif Efendi'den matematik ve astronomi dersleri aldı. Öklid, Pisagor, Arşimed, Eflâtun, Aristo, Descartes, Bacon ve fikirlerini öğrendi. Hocaları için matematik alanındaki bazı eserleri Rusçadan Türkçeye çevirdi. Buhara'da din ilimleri yanında felsefe, matematik ve astronomi alanlarında da derinleşen Bigiyev, tahsilini ilerletmek üzere İstanbul'a geldi. Burada önce Mühendislik Mektebi'ne kaydoldu. Ancak; yakınlarının ve hocalarının tavsiyesiyle tekrar İslâmî ilimlere yöneldi. İstanbul'dan aynı amaçla Mısır'a geçti. Kahire El-Ezher Üniversitesi'ne kaydoldu. Bir süre sonra bu okuldan
 da ayrılarak, özel araştırma ve çalışmalar yaptı. Muhammed Abduh'un derslerine devam etti. Mısır Milli Kütüphanesi'nde Kur'an tarihi üzerine araştırmalar yaptı. Mısır'dan Hicaz'a geçti. Mekke ve Medine'de iki yıl dinî araştırmalar yaptıktan sonra Hindistan'a intikal etti. Hintli alimlerle görüş alışverişinde bulundu. Diyubent İslâm Üniversitesi'nde altı ay süreyle ilmî çalışmalar yaptı.
 Hindistan'dan tekrar Kahire'ye dönen Bigiyev; üç yıl burada kaldıktan sonra önce Beyrut'a, oradan
 Şam'a gitti. On bir yıl süren bu seyahatlerden sonra 1904 yılında doğduğu topraklar olan Kazan'a döndü. Bigiyev, bu seyahatları şu sözleriyle değerlendirir:
"-Büyük ümitlerle İslâm âlemini gezdim. Buhara, Türkiye, Mısır, Hicaz, Hint ve Şam diyarlarında dolaştım. Dinî medreselerin her birini gördüm. Fakat vatanıma maalesef akıbet-i tam kanaatle değil, temam-ı hayretle döndüm."
1904 yılında Arapça, Farsça ve İslâmî ilimleri öğrenmiş olarak doğduğu topraklara dönen Musa  Carullah Bigiyev, burada "Tarih-ü'l-Kur'an ve'l-Mesahif" adlı eserini yazdı. 1905 yılında Kahire'de tanıştığı İbrahim Şevket Kemal Efendi'nin kızkardeşi Esma Aliyye Hanım ile evlendi. Bigiyev, ilim tahsiline doymayan bir kişi idi. Nitekim sekiz çocuk sahibi olduğu bu mutlu evlilikten sonra da eşini ve çocuklarını annesine bırakarak Petersburg Rus Hukuk Fakültesi'ne kaydoldu. Bir taraftan Hukuk tahsili yaparken, diğer yandan özel çalışmalarıyla Arapça ve İslâmî bilgilerini artırmaya devam etti. Rusya'da Rus-Japon Harbi'nden sonra 1905 yılında patlak veren ihtilal, Musa Carullah'ın hayatında bir dönüm noktası oldu. Zira bu ihtilal üzerine Rusya'nın otokratik devlet yapısı meşruti monarşiye dönüşmüş ve Rus halkıyla beraber Rusya dahilindeki Türklere de bazı siyasi-dini hürriyetler verileceği ümidi doğmuştur. Kazan Türkleri, Musa Carullah ve emsali din ve fikir adamlarının öncülüğünde kapsamlı bir faaliyet başlatmışlardır. Bigiyev, bu amaçla 1906 yılında Ülfet Gazetesi'ni çıkarır. Bu gazetede ve diğer yayın organlarında yazdığı fikri yazılarla Kazan Türklerinin fikri uyanış dönemini başlatır. Bu dönemde
 gerçekleştirilen beş büyük kurultayın öncülüğünü yapar. 1906 yılında yapılan Nijni Novogorot Müslüman Kurultayı'nda başkâtiplik yapar ve bu kurultayın zabıtlarını "Islahat Esasları" adıyla yayınlar. Aynı yıl içinde gerçekleştirilen 3. kurultayda, kurulmasına karar verilen siyasî partinin
 yönetiminde yer alır.Bu faaliyetler Rus Çarlığı'nı rahatsız eder. Ülfet Gazetesi kapatılır ve baskı
 dönemi tekrar başlar. Artık, Musa Carullah'ın "Sürgün dönemi" başlamıştır. Japonya'dan, Hindistan, Mısır ve Almanya'ya sayısız seyahatler yaparak araştırmalarına devam eder.. Bigiyev, bu çalışmaları sonunda 120 eser yazar. Bunların çoğu imkânsızlıklar içinde yayınlanır. Eserlerinde Kur'an ve Sünnet temelinden kopmayan "ictihad" derecesinde yenilikçi fikirler öne sürer.Bu yönü ile hem "selefçi", hem "yenilikçi" bir görüntü sergileyen bu büyük fikir ve aksiyon adamı, 1949 yılında 75 yaşında iken Kahire'de vefat etti.

Muhammed Rıza Agehî

MUHAMMED RIZA AGEHİ (1809-1874)

Feridun TEKİN *

Hayatı ve Yaşadığı Devir :

Agehi XIX. asırda Harezm’de yaşayıp orijinal eserler yaratan Özbek
ilim adamlarının en önemlilerinden birisidir. O’na “ilim
adamı”sıfatını yakıştırmamızın sebebi; orijinal eserler vermesi,
şairlik, tarihçilik ve tercümanlık yönlerinin olmasıdır.

Türk Edebiyatı Tarihi içinde “Çağatay Edebiyatı” terimi ile
isimlendirilen Orta Asya’da gelişip büyük alimler yetiştiren bu edebi
muhitin Nevai’den sonra en fazla ve en orijinal eserler yaratan
sanatçısı Agehi’dir. Edebiyat tarihimiz içinde bir çok yerli ve
yabancı Türkolog tarafından yapılan edebi devir tasniflerinde
Agehi’nin eserler yarattığı devir-Çağatay Edebiyatı içinde- “ Düşüş
Devri (17.19.yy)”, “Klasik Sonrası Devri (16.yüzyılın ikinci
yarısından 19.yüzyılın sonuna kadar)” gibi sınıflandırılmalara tabii
tutulmuştur.

Bu devrin en önemli özelliklerinden birisi; Nevai dilinin dikkatli
bir şekilde taklit edilmesi ve mahalli dil unsurlarının edebi dile
girmeye başlamasıdır. Yani klasik Özbekçe’den yeni Özbekçe’ye geçiş
devri olmasıdır. Fuat Köprülü bu dönemle ilgili
olarak; “Çağatayca’nın bu kadar geniş sahalarda, kültür dili olarak
kullanılmasına rağmen, Çağatay Edebiyatı’nan XVII-XIX.asırlar
esnasında hiçbir büyük şahsiyet yetiştiremediği ve eski üstadları az
çok muvaffakiyetle taklitten ileri gidemeyen zayıf sanatkarlar elinde
mütemadi bir gerilem manzarası gösterdiği muhakkaktır.”1 diye
tespitte bulunmuştur. Köprülü yine bu makalesinde Agehi ile ilgili
olarak şunları söylemiştir: “Mirablık” vazifesinde bulunduğu sırada
1829’da ölen Şir Muhammed Münis’in bıraktığı boşluk yeğeni ve
talebesi Agehi mahlaslı Muhammed Rıza tarafından dolduruldu.
Amcasının yerine tayin edilen bu değerli şair ve müellif kıymetli
şiirlerden başka, mühim tarihi eserler de vücuda getirmiştir....
Mensur eserlerini tıpkı Münis gibi, güzel ve itinalı bir üslupta
yazan Agehi, onların sık sık manzum parçalar ile süslemekte
amcasından daha ileri gitmiştir. Nazım tekniğine tamamiyle hakim,
kudretli bir şair olan Agehi’nin aşk ve şarap şiirlerinden başka,
şahname tarzında cenk safhalarını tasvir eden şiirler yazmakta da
mahareti olduğu görülüyor.”2

Köprülü’nün Agehi ile ilgili olarak yatığı bu tespitler yerinde ve
çok doğrudur. Çünkü Özbek ilim adamları Agehi’yi Nevai’den sonra
Özbek Edebiyatı’nın en büyük temsilcisi olarak kabul
etmektedirler. “Zahiriddin Babür’ün zamanına kadar olan edebiyatımıza
ayrı olarak bakıldığında, Özbek şairleri içinde “en çok ve güzel”
şiir yazan şair diye Şir Nevai gösteriliyordu. Bu edebi muhit nokta-i
nazarından Babür’den sonraki edebiyatımızı gözden geçirip, bu iki
şairden ayrı olarak böyle bir tespitte bulunsa, böyle bir zaruriyet
olsa, şüphesiz Agehi üzerinde durmamız gerekecektir. Çünkü hem ortaya
köyduğu icadi mirasının toplamı yönüyle hem de edebiyatımı ve
kültürümüze yapmış olduğu hizmetlerden ve nihayet şahsi iktidarı,
sanatsal yönü ve kudreti sebebi ile Nevai’den sonra edebiyat
tarihimizde Agehi kadar kuvvetli bir sanatkar olmasa gerek”3

Agehi’nin büyük bir alim oluşunda hiç şüphesiz içinde yetiştiği edebi
muhitin önemli bir rolü vardır. Bu edebi muhit, kadimi medeniyet
ocaklarından biri olan Harezm’dir. Harezm’in Orta Asya’daki en eski
merkezlerden biri olmasının yanında büyük bir kültür merkezi oluşu da
Agehi’nin yetişmesinde büyük bir rol oynamıştır. “Harezm’de yüksek
tarım kültürü çok eski devirlerde yüksek bir seviyeye ulaşmıştır. Bu
yüksek tarım kültürü, Mısır, Mezopotamya, hem de Doğu’nun başka
memleketlerine kadar bu coğrafyadan yayılmıştır. Bu yüksek tarım
kültürü, o devirde modern ilimlerin gelişmesine de tesir etmiştir. Bu
coğrafyada ilmin büyük simaları Ebu Abdullah El Harezmi, Muhammed
Musa El Harezmi, Ma’mun Akademisi’ni yöneten meşhur alim Birüni,
Zemahşeri gibi alimler, şairler, tarihçiler ve edipler yetişmiştir.”4

Muhammed Rıza Erniyezbey’in oğlu olan Agehi, 1809 yılında Hive
şehrinin Kıyat köyünde dünyaya geldi. O’nun ailesi mirablık görevinde
bulunmuştur. Agehi dünyaya geldiği zaman babazı ölmüş ve onu meşhur
şair ve tarihçi olan amcası Mirab Şirmurad Münis yetiştirmiştir.
Agehi gençliğinden başlayarak iyi bir eğitim almış, medrese eğitimi
görerek o zamanda öğrenilmesi mümkün olan ilimler ile tanışmıştır.
Agehi kendisini yetiştirmek için çok fazla gayret göstermiştir.
Kendisinin bu gayreteni divanında yazdığı söz başında şu şekilde
ifade etmiştir:



“Kadem eyleben ilm yolıda baş

Hüner kesbide eyler erdim telaş

Ne tünler mana hab u rahat

Ne künler zaman-ı feragat edi.”5



Agehi, aynı çağda yaşadığı Münis Harezmi ve bu devirdeki meşhur şair,
alim ve edipler ile yakın ilişkilerde bulunmuştur. Yaşadığı çağdan
önceki devirlerde eserler veren sanatçıları da çok iyi öğrenen Agehi,
özellikle Nevai’yi çok iyi etüt etmiştir. Fars dilini çok iyi
bilmesi, bu edebiyatın ürünlerini de tanımasına yardımcı olmuş ve
onun şairlik yönünün gelişmesinde çok etkili olmuştur.

Divanları :

Agehi, şairliğinin mahsulü olan şiirlerini Ta’vizü’l-aşıkin (Aşıklar
Tomarı) adını verdiği divanında toplamıştır. Bu divandaki şiirler
Agehi sanatının en büyük kısmını oluşturmaktadır. Yüksek bir sanatsal
çalışmanın ürünü olan bu eser, sosyal, ahlaki ve aşk konulu güzel
gazeller, muhammes, müseddes, rübai, mesnevi ve başka nazım
şekillerindeki şiirleri kapsamaktadır. Şair bu eserinde zamana, zulüm
ve zalimlere nefreti, insanlara sevgiyi, dini akideleri bozucu
kimselere doğru yolu gösterici öğütleri, hayat ile münasebeti yüksek
bir sanatsal güç ile ortaya koymuştur. “Agehi, devrinin ileri görüşlü
bir kişisi sıfatında, içinde yaşadığı toplumun hayatını çok derin bir
şekilde inceleyen, dünyadaki bir çok olayı anlamaya çalışan
birisidir. O, hayata, topluma gerçekçi bir gözle baktı. Bunun
sonucunda onun yaratmış olduğu eserlerde toplumun esasını teşkil eden
bütün yönler ve kişiler, toplumdaki çeşitli insan tabakalarının
durumu ve onlar arasındaki münasebetler anlatılmıştır. O, eserlerinde
devrinin önemli siyasi, ahlaki ve toplumsal meselelerine parmak
bastı. Kısacası;

Agehi bütün ömrünü hakikatı anlamak için harcadı.”6

Agehi divanının bir başka özelliği ise; şairin yaşadığı çağ ile
ilgili tarihi bilgiler vermesidir. Divanda, Harezm Hanları’nın tahta
çıkışı, ölümü ve bazı büyük şahsiyetlerin ölüm tarihleri, XIX. asırda
Harezm’de inşa edilen bazı tarihi eserler ve Harzem’in kuruluş
tarihine ait bilgiler verilmiştir. Agehi divanını 1855-1856
yıllarında tamamlamıştır. “Yazdığı şiirleri halk arasında yayılmaya
başladığı zaman Agehi, şair sıfatında tanınmaya başlanmış ve şöhret
bulmuştur. Önce onun şiirleri parçalar halinde olup, 1855-1856
yılları arasında Agehi’nin kendisi onlardan divan düzüp, “Ta’vizü’l-
aşıkin” adını vermiştir.”7 Ta’vizü’laşıkin’in Taşkent’te iki tane el
yazma nüshası vardır.8 K. Münirov; “938 numaralı nüsha, 7443 numaralı
nüshadan istinsah edilmiş olsa gerek.”9 şeklinde bir tespitte
bulunmuştur. Bu tespitin doğru olma ihtimali yüksektir. Çünkü, bu iki
nüshayı ben de incelemiş bulunmaktayım. Bu vesile ile belirtmem
gereken bir husus da “Ta’viza’l-aşıkin’in Dil Özellikleri” isimli bir
doktora çalışması yapıyor olmamdır. Çalışmamıza esas olarak 7443
numaralı nüsha esas alınmıştır.

Bundan başka Agehi divanının iki adet el yazma nüshası SSSR Fenler
Akademisi Şarşinaslık Enstitüsü Leningrad Bölümü’nde 1/C.1994, 2/C.19
envanter numarası ile saklanmaktadır. Ayrıca bu el yazması nüshaların
Hive’de basılmış taş basma nüshaları da mevcuttur.”10

Edebi Eserlerden Yapmış Olduğu Tercümeler :

Agehi, Doğu Edebiyatında şöhret olmuş bir çok sanatçının eserlerini
Özbekçe’ye tercüme ederek Özbek Edebiyatı hazinesini
zenginleştirmiştir. Bunlar :

1. “Gülistan”. Sadi Şirazi’nin (?-1291) bu eserinin tam metnini
verip, bir söz başı ile yazar hakkında bilgiler vermiştir. Eserin
Agehi tercümesinin iki nüshası Taşkent’te mevcuttur.11

2. “ Yusuf ve Züleyha”. İranlı şair Abdurrahman Cami’nin (1414-1492)
bu eserini Agehi, 1868-1869 yılları arasında Farsça’dan Özbekçe’ye
tercüme etmiştir. Bu tercümenin dört tane nüshası Taşkent’tedir.12

3. “Heft Peyker-i Nizami”. Nizami Gencevi’nin
meşhur “Hamse”sinden “Heft Peyker” mesnevisinin nesir şeklindeki
tercümesidir. Agehi bu tercümeyi 1868-1869 yılları arasında
yapmıştır.13

4. “Şah ve Geda”. Eserin orijinali Bahriddin Hilali’ye aittir. Agehi
bu eseri 1869 yılında tercüme etmiştir. Bu tercümenin aslı
Taşkent’tedir.14

Tarihi Eserlerden Yapmış Olduğu Tercümeler :

Agehi, orijinal tarihi eserler yaratmasının yanında başka dillerde
yazılmış olan tarihi eserleri de Özbekçe’ye tercüme etmiştir. Bunlar :

1. “Kabusname”. 15 Bu eseri ilk defa Özbekçe’ye tercüme eden
Agehi’dir. Eserin Farsça nüshasını esas alan müellif, eserin metninin
tamamını bu tercümede vermiştir. Eserin tercüme edildiği tarih
bilinmemektedir. Agehi, tercümesinin başında bu eseri niçin tercüme
ettiği konusunda bilgiler vermektedir. Felsefi, ahlaki-didaktik bir
karaktere sahiptir. Bu esere kaynaklarda “Keykavus”, “Pendname” gibi
isimler de verilmiştir. Eserin orijinal Keykavus b. İskender b. Kabus
b. Beşemgir tarafından oğlu Gilanşah için yazılmıştır.

2. “Zübdetü’l-hikayet” 16 Eserin Farsça orijinali Hindistan’da
padişahlık yapan Muhammedşah Avrengzeb zamanında yaşayan alimlerden
Muhammed Varis’in kaleminden çıkmıştır. Eser ahlaki ve didaktik
karakterlerdeki hikayelerden oluşmaktadır.
3. “Miftahü’t-talibin” .17 Bu eseri Agehi 1858-1859 yıllarında
Özbekçe’ye tercüme etmiştir. Eser ahlaki-didaktik karakterdeki
hikmetlerden oluşmaktadır.

4. “Tezkire-i Mukimhani Eserin orjinali Muhammed Münşi ibni Hoca
Beka'dır. Eser tahminen XVIII.asrın başlarında yazılmıştır. Bu eserin
el yazma nüshası Leningrad Şcerdin Saltıkov Halk Kütüphanesi
Elyazmaları Bölümü'nde Nu:N.S. 105 ile saklamaktadır.18

5.Tabakat-ı Akbarşahi" . kitap Hindistsn tarihi ile ilgili
vermektedir. Agehi bu kitabı 1864-1865 yıllarında tercüme etmiştir.
Agehi tercümesinin bu nüshası Leningrad Şcerdin Saltıkov Halk
Kütüphanesi Nu. H.S160 'da saklanmaktadır.19

6. "Tarih-i Nadiri" . Eser "Nadirname" ismiyle de tanınmaktadır.
Eserin müellifi Muhammed Nasır'dır .Nadirşah zamanındaki (1736-1747)
olayları anlatan bu eserin Agehi tercümesinin iki nüshası mevcuttur.
20

7. "Ahlak-ı Munisı" . Eserin aslı Hüseyin b. Ali Kaşifi'ye aittir.
Eser didaktik bir karektere sahiptir . Agehi bu eseri ömrünün son
yıllarında (1873-1874) Farsça'dan tercüme edilmiştir. Tercümenin
Taşkent'te iki nüshası mevcuttur.21

8. "Ravzatü's-sefa". Eser Muhammed b. Havendşah; mahlası "Mirhan" (?-
903)'a aittir. Bu eserin 1. ve II.cildinin yarısını Münis tercüme
etmiştir. Münis'in ölümünden sonra II. cildin II. yarısını Agehi
tercüme etmiştir. Bu tercümenin bir nüshası mevcuttur.22 Ayrıca Agehi
bu eserin III. cildini23 ve VII. cildini24 de Özbekçe'ye tercüme
etmiştir.

Yukarıda hakkında bilgi verdiğimiz bu eserlerden başka Agehi
tarafından tercüme edilmiş eserler de vardır. Agehi divanının
mukaddimesinde bu konu ile ilgili şu bilgileri vermektedir: "Fakirin
(Agehi-F. Tekin) Türk dili ile tercüme ettiği eserleri: "Ravzatü's-
sefa"nın ikinci cildinden Çahar Yar İzam'ın vakıası, üçüncü
cildi, "Nadirname", "Zafername", "Zübdetü'l-hikayet", "Miftahü't-
talibin", "Ahlak-ı Münisi", "Vasıfi", "Nasihatname-i
Keykavus", "Süleyman u İbsal-i Cami", "Ravzatü's-sefai-yi Nasiri"nin
bir defteri, "Delailü-l-hayret Şerhi"ki Osmanlı Türkçe'si'nden
Çağatay Türk'çesine çevrildi. "Tezkire-i Mukimhani", "Tabakat-ı
Ekberşahi", "Heft Peyker-i Nizami", "Heşt Bihişt-i Hüsrevi", "Yusuf u
Züleyha-yı Cami", Şahu Geda-yı Hilali" manzum oldu"25

K. Münirov; yukarıda zikredilen
eserlerden "Vasıfi", "Zafername", "Ravzatü's-sefai-yi
Nasıri", "Delailü'l-hayret Şerhi", "Tabakat-ı Ekberşahi", "Heşt
Bihişt-i Hüsrevi"nin el yazma nüshalarının Özbekistan'daki
kütüphanelerde bulunmadığını söylemektedir.26

Agehi'nin Tarihi Eserleri:

Agehi'nin tarihi eserlerden yapmış olduğu tercümelerinin dışında
Harezm tarihine ait orijinal eserleri onun tarihçilik yönünü ortaya
koymaktadır. Janos Eckmann; Agehi'nin tarihçilik yönünün şairliğinden
daha ağır bastığını söylemektedir.27

1. "Firdevsa'l-ikbal". Bu eseri Muhammed Münis (1778-1829) yazmaya
başlamış ve Agehi bitirmiştir. Eser efsanevi rivayetten başlayıp 1925
yılına kadar Harezm'de meydana gelen tarihi olayları anlatır. "Münis
ve Agehi'nin bu eserinden iki nüsha SSSR Fenler Akademisi Leningrad
Bölümü'nde (Münis ve Agehi, "Firdevsü'l-ikbal", Envanter Nu: 571 a,
E6) ve iki nüsha da Özbekistan Fenler Akademisi Ebu Reyhan Birüni
Namındaki Şarkşinaslık Enstitüsü El yazmalar Bölümünde (Envanter Nu:
5364/1,821/1/I) saklanmaktadır."28

2. "Riyazü'd-devle". 1813-1825 yılları arasında Harezm'de geçen
tarihi olayları anlatan "Firdevsü'l-ikbal' den sonra yazılan bu eser,
1825-1843 yılları arasındaki Allah Kulı Han'ın hükümranlık sürdüğü
devrin tarihi olaylarını anlatmaktadır. Eser 1844 yılında
yazılmıştır. Harezm halkının hayatı ile ilgili çok kıymetli bilgiler
veren bu eser; su kanalları, yeni binalar kurma, Rusya ile olan
ilişkiler, Hive Hanı Allah Kulı Han'ın Horasan'a ve başka vilayetlere
yaptığı sayısız seferleri anlatmaktadır.

" Bu eserden iki nüsha SSSR Fenler Akademisi Şarşinaslık
Enstitüsü'nün Leningrad Bölümü'nde (Agehi, "Riyazü'd-devle, Envanter
Nu: E6, D.(590 os),) saklanmaktadır."29 Ayrıca bu eserin iki nüshası
da Taşkent'te mevcuttur.30

3. " Zübdetü't-tevarih". Bu eser de "Riyazü'd-devle"nin devamı
mahiyetinde olup, 1843-1846 yılları arasındaki Harezm'deki geçen
tarihi olayları anlatmaktadır.

Bu eserin Taşkent'te iki nüshası mevcuttur.31 Ayrıca bir nüshası da
SSSR Fenler Akademisi Leningrad Bölümünde Envnter No: E6 ile
saklanmaktadır.32 "Firdevsü'l-ikbal", "Riyazü'd-devle", "Zübdetü't-
tevarih" eserlerinin birer nüshası İstanbul Üniversitesi
Kütüphanesinde de mevcuttur.33

4. "Cami'u'lvukü'ati's-sultaniye". Bu eser 1856-1857 yılları arasında
yazılmıştır. Agehi bu eserinde, 1846-1855 yılları arasındaki
Harezm'de meydana gelen olayları anlatmaktadır. Bu devirde Hive
Hanlığında Muhammed Aminhan ve onun savaşta ölmesinden sonra oğlu
Abdullahhan ve nihayet Kutlug Murad Hükümdarlık yapmaktaydı. Bu
eserin bir nüshası Taşkent'te mevcuttur.34 Bir nüshası da SSSR Fenler
Akademisi Şarkşinaslık Enstitüsü Elyazmaları Bölümü (Leningrad)
Envanter No: E6/VI. (590 ov) ile saklanmaktadır. 35

5. "Gülşen-i Devlet". Hive Hanlığı'nda Said Muhammed Bahadırhan'ın
hükümranlık sürdüğü 1856-1865 yılları arasındaki tarihi olayları
anlatan bir eserdir. Eser; Özbek ve Türkmen boylarının isyanlarını,
bu isyancıların Rusya hükümdarlarından yardım isteyen nitelikteki
mektuplarını, Hive Hanlığı tarafından alınan tedbirleri, memleketteki
başıbozukluğu tafsilatlı olarak anlatmaktadır.

Eserin bir nüshası Taşkent'te36 , iki nüshası da SSSR Fenler
Akademisi Şakşinaslık Enstitüsü Elyazmalar Bölümü'nde (Leningrad) E6
ve 1891 şifreleri ile saklanmaktadır. 37

6. "Şahid-i ikbal". Agehi'nin Harezm tarihine ait son eseridir. Eser
II. Muhammed Rahimhan (1865-1910) devrinde; 1865-1872 yılına kadar
meydana gelen tarihi olayları anlatmaktadır. Eserin dünyadaki tek
nüshası SSSR. F.A.Ş.E.E.L.Bölümünde S 572 numara ile saklanmaktadır.38

Klasik Özbek Edebiyatının son ve büyük temsilcilerinden biri olan
Agehi , ömrünün tamamını ilim yoluna harcamış ve 1874 yılında doğduğu
köy olan Kıyat'ta ölmüştür. Gerek tercüme gerekse yaratmış olduğu
orijinal eserleri ile Çağatay Edebiyatı'nın son devrine damgasını
vurmuş olan Agehi ve onun yaratmış olduğu eserler hala tam anlamı ile
tedkik edilmemiş ve onun sanatçılım yönü bütün yönleri ile ortaya
konulamamıştır. Bizim bu görüşümüzü Özbekistan'da bulunduğumuz sürede
görüş alış verişi yaptığımız Özbek ilim adamları da doğrulamıştır.
Özbekistan'da bir çok "Nevaişinas" olmasına rağmen "Agehişinas"
oldukça azdır. Agehi'yi ve eserlerini çok iyi etüt ederek ortaya
konulacak sonuçlar, Türk Edebiyatı Tarihi'nin bu devrine ait
özelliklerin her yönüyle anlaşılmasını sağlayacaktır.

DİPNOTLAR :

* Özbekistan Cumhuriyeti Ali, Orta ve Mahsus Talim Vezirliği Taşkent
Devlet Şarkişinaslık Enstitüsü Türkoloji Bölümü Araştırma Görevlisi.

1.. Fuad Köprülü: "Çağatay Edebiyatı" İ.A.M.E.B.Y. yayınları,
İstanbul.1993,c.3,s321.
b.. Fuad Köprülü: a.g.m. S.321
c.. Agehi, Eserler (6 ciltlik) Gafur Gulam Namındaki Edebiyat ve
Sanat Neşriyatı, Taşkent 1971-1972, C.1, S.5. (Yayına Hazırlayan:
Gulam Kerimov)
d.. K.Münirov: Agehi (İlmi ve Edebi Faaliyeti), Özbekistan SSSR
F.A.Neşriyatı, Taşkent,1959, s.3
e.. Divan-ı Agehi, Özbekistan F.A.Ebu Reyhan Birüni Namındaki
Şarkişinaslık Enstitüsü Elyazmalar Bölümü,Envanter no: 938 Varak: 2b.
f.. R. Mecidi: Agehi Lirikası, Özbekistan SSR Fenler Akademisi
Neşriyatı, Taşkent, 1963, s.22-23
g.. K.Münirov:Münis, Agehi ve Beyani'nin Tarihi eserleri,
Özbekistan SSR F.A. Neşriyatı, Taşkent, 1960, s.25
h.. Divan-ı Agehi: Özbekistan F.A.E.R.B.N.Ş.E.E.Bölümü, Envanter
no: 938,7443.
i.. K.Münirov: Münis, Agehi veBeyani Tarihi eserleri s.26
j.. Geniş bilgi için bkz. F.Ganihocayev, Agehi Eserlerinin Tavsifi,
Özbekistan Fenler Akademisi Neşriyatı, Taşkent 1986, s 13-19
k.. Sadi "Gülisatan" Agehi Tercümesi Özbekistan F.A.E.R.B.N.Ş.E.E.
Bölümü Envanter No: 7768,899.
l.. Cami "Yusuf ve Züleyha",Agehi Tercümesi, Özbekistan
F.A.E.R.B.N.Ş.E.E. Bölümü, Envanter No: 809/1,1231,6728,7787.
m.. Bu eserin yalnız bir tane olan Özbekçe Tercümesi, Özbekistan
F.A.E.R.B.N.Ş.E.E. Bölümü'nde 7569 numara ile saklanmaktadır.
n.. Hilali, "Şah ve Geda", Agehi tercümesi, Özbekistan
F.A.E.R.B.N.Ş.E.E. Bölümü, Envanter No: 809/II
o.. Keykavus, "Nasihatname", Agehi Tercümesi, Özbekistan
F.A.E.R.B.N.Ş.E.E. Bölümü, Envanter No: 1274/II
p.. Muhammed Varis, "Zübdetü'l Hikayet" Agehi Tercümesi, Özbekistan
F.A.E.R.B.N.Ş.E.E. Bölümü, Envanter No: 1274/I
q.. Mahmud b. Şeyh Ali."Miftahü't-talibin", Agehi Tercümesi,
Özbekistan F.A.E.R.B.N.Ş.E.E. Bölümü, Envanter No: 8473
r.. Bkz.Agehi,"Eserler", 6. cilt, s.29.
s.. Bkz. Agehi,"Eserler",6.cilt, s.30.
t.. Huhammed Mehdi Astrabadi,"Tarih-i Cihankuşe-i Nadiri",
Özbekistan F.A.E.R.B.N.Ş.E.E. Bölümü, Envanter No: 6908,1227
u.. Hüseyin b. Ali Kaşifi, "Ahlak-ı Münisi," Agehi Tercümesi,
Özbekistan F.A.E.R.B.N.Ş.E.E. Bölümü, Envanter No: 6908,1227
v.. Mirhand "Ravzat'ü-sefa", Agehi Tercümesi, Özbekistan
F.A.E.R.B.N.Ş.E.E. Bölümü, Envanter No: 7307
w.. Age, Envanter No : 1812
x.. Age. Envanter No : 6787,827,3445,7108.
y.. Divan-ı Agehi, Envanter No : 938,Varak 5a
z.. Bkz. K.Münirov, Münis Agehi ve Beyani'nin Tarihi eserleri s.31.
aa.. Geniş bilgi için bkz. J. Eckmann, Harezm, Kıpçak ve Çağatay
Türkçe'si üzerine araştırmalar (Hzl. Osman Fikri Sertkaya)
T.D.K.Y.No:635, Ankara 1996 s.213.
ab.. K. Münirov, Münis, Agehi ve Beyani'nin Tarihi Eserleri ,s 40.
ac.. K. Münirov, Münis, Agehi ve Beyani'nin Tarihi Eserleri ,s 43.
ad.. Agehi, Riyazü'd-devle, Özbekistan F.A.E.R.B.N.Ş.E.E. Bölümü,
Envanter No:811/III, 5364/III.
ae.. Agehi, Zübdetü't-tevarih, Özbekistan F.A.E.R.B.N.Ş.E.E.
Bölümü, Envanter No:821/III, 5364/III.
af.. Bkz. K. Münirov, Münis, Agehi ve Beyani'nin Tarihi Eserleri ,s
45.
ag.. Bkz. "maarif ve Okıtuvcı", taşkent, 1927, 9-10.sayı, s 60;
Özbekistan F.A.E.R.B.N.Ş.E.E. Bölümü, Envanter No:10833.
ah.. Agehi,,Camil'u'l-vuku'atı's-sultaniye, Özbekistan
F.A.E.R.B.N.Ş.E.E. Bölümü, Envanter No:9786.
ai.. F. Ganihocayev, Agehi Eserleri'nin tavsifi, s 29.
aj.. Agehi, Gülşen-i Devlet, Özbekistan F.A.E.R.B.N.Ş.E.E. Bölümü,
Envanter No:7572.
ak.. K. Münirov, Agehi (İlmi ve Edebi Faaliyeti), s 25.
al.. K. Münirov, Agehi (İlmi ve Edebi Faaliyeti), s 25.

Sazon Sazanoviç Surazakov

ALTAY FOLKLORİST, YAZAR SAZON SAZONOVİÇ SURAZAKOV (1925-1980)


İbrahim DİLEK

Gazi Ün. Fen-Ed. Fak.

Türk Dili ve Ed. Böl. Arş. Görevlisi

Altay Türklerinden folklorist, edebiyat bilimci, şair, yazar Sazon
Saymoviç Surazakov 23 Kasım 1925 tarihinde Mayma bölgesinde Saydu
kasabasına bağlı Akkoo (Ak Kobı) adlı yerde ailesinin on beşinci
çocuğu olarak dünyaya geldi. Bir kam olan babası Saymu Matveyiç Ak-
Koo kolhozu kurulduğunda ailesiyle birlikte bu kolhoza girdi. Daha
sonra Surazakov ve ailesi Ak-Koo’dan üç verst uzaklıktaki Kayınzur’a
taşındı.

S. S. Surazakov, 7738 mısralık en uzun Altay - Türk destanı olan
Maaday-Kara destanını derledi

Sazon’un çocukluk çağı Ak-Koo ile Kayınzur adlı yerde geçti. O
babasının topşuur çalarak söylediği destanları ve annesinin anlattığı
masal-ları dinleyerek büyüdü. Fakat Sazon’da en büyük tesiri iyi bir
kojoñçı olan amcası Mokoluş ile onun destancı arkadaşı Takpaaş
Soyongoşev bırakmıştır.

1932 yılında Sazon’un anne ve babası Orta Saydıs’a göçerek, buradaki
kolhoza girdiler. Sazon Saydıs’taki ilkokulu bitirerek, 1938-1941
yıllarında Dağlık Altay’da ve Biysk’te maddi sıkıntılar içinde
öğrenimine devam etti. Ablası Zoya Saymovna’nın bildirdiğine göre
Surazakov bu dönemde yiyecek alacak parası olmadığı için paltosunu
satmış ve bütün kışı arkadaşlarından aldığı gömlekleri üst üste
giyerek geçirmek zorunda kalmıştır.

Sazon Saymoviç Surazakov 1942 yılında Moskova’dan Oyrot-Tura’ya
(şimdiki Gorno-Altaysk) nakledilen pe-dagoji enstitüsüne devam etti.
Burada ünlü Türkolog N. A. Baskakov’un öğrencisi oldu. Enstitüde
öğrenimine devam ederken, Altay Türklerinden P. V. Kuçiyak’ın
teşvikleriyle ünlü Altay kayçısı (destan anlatıcısı) N. U.
Ulagaşev’den derlemeler yaptı. Bu destancıdan derlediği Er-Samır, Kan
Köklön lö Kan Ünti, Kara Attu Kan-Küler, Şokşıl Mergen, Boydon-Kökşi,
Barçık-Bökö destanlarını hocası N. A. Baskakov “Dialekt Çernevıh
Tatar” adlı eserinde dil yönünden incelemiştir.

Bugün on ikinci cildine ulaşmış “Altay Baatırlar” adlı Altay - Türk
destanları antolojisinin derlenmesine ve neşredilmesine büyük
emekleri geçti

1943 yılında henüz öğrenciyken Sazon’u askere alarak cepheye gön-
derdiler. 1944 yılına kadar S. S. Surazakov II. Dünya Savaşı’nda Rus
ordusunda yer aldı. Bu savaşta sağ kolundan ve elinden yaralandı.
1946 yılında askeri hastaneden çıkarak Baskakov’un daveti üzerine
Moskova’daki Lenin adlı pedagoji enstitüsüne girerek öğrenimine devam
etti.

S. S. Surazakov, Moskova’da öğrenim gördüğü yıllarda Altay destan
anlatıcılarından Aleksey Galkin’le tanışarak ondan 7738 mısralık en
uzun Altay - Türk destanı olan Maaday-Kara destanını derledi. Bu
destan 1973 yılında Moskova’da Surazakov’un Rusça’ya çevirisiyle hem
Altay Türk-çesiyle hem de Rusça olarak “Maaday-Kara Altay Kay Çörçök -
Maaday-Kara Altayskiy Geroyiçeskiy Epos” (Maaday-Kara Altay
Kahramanlık Destanı) adıyla yayımlandı. Esere İ. V. Duhov Altay
destancılık geleneği ile ilgili bir yazı yazmıştır. Surazakov ise
destan anlatıcısı A. G. Galkin’in biyografisi, repertuarı, Maaday-
Kara destanının varyantları hakkında bilgiler veren dört makale
eklemiştir. Ayrıca eserde B. M. Şulgin’in Altay - Türk destanlarının
müzikalitesi ile ilgili bir çalışması da mevcuttur.

O, Altay Türkleri arasından yetişen ilk akademisyen, ilk profesör

Surazakov 1949 yılında yine A. G. Galkin’den “Temene-Koo”, “Kan-
Kapçıkay”, “Kögütey-Kökşin” ve “Boodoy-Koo” destanını derledi. Bu
tarihten itibaren bugün on ikinci cildine ulaşmış “Altay Baatırlar”
adlı Altay - Türk destanları antolojisinin derlenmesine ve
neşredilmesine büyük emekleri geçti. Kendisi de bir Altay Türkü
olması hasebiyle Surazakov’un yaptığı derlemelerin Altay Folkloru
açısından değeri çok büyüktür.

S. S. Surazakov devam ettiği enstitüyü bitirdikten sonra dört yıl
lisans üstü eğitim yaptı. 1950 yılında dil ilimlerinin kandidadı
unvanını aldı. 1973 yılında 212 Altay - Türk desanından yararlanarak
yaptığı “Etapı Razvitiya Altayskogo Eposa” adlı çalışmasıyla profesör
oldu. Böylece o Altay Türkleri arasından yetişen ilk akademisyen, ilk
profesör olmuştur.

Henüz 27 yaşında iken Dağlık Altay’da açılan Tarih, Dil ve Edebiyat

Enstitüsünün müdürü oldu. Bu enstitünün kurulması sırasında çektiği
zorlukları S. Kataşev onun ağzından şöyle nakleder: “Enstitü
kurulduğunda, bize yalnızca dört oda verildi. Burada çalışacak insan
ve kütüphanemiz yoktu. Enstitünün kadrosu tamamlandıktan sonra
evimdeki kitapları getirerek burada bir kütüphane kurdum.

Daha sonra Moskova’ya giderek oradan kitaplar getirdim.” Hayatının
bundan sonraki bölümünde bu enstitünün tam teşekküllü bir şekilde
çalışmasını ve burada çalışacak olan ilim adamlarını yetiştirmekle
birlikte Altay folkloru üzerinde yaptığı çalış-malara adadı. Onun
yukarda bahsedilen Altay - Türk destanları antolojisine kat-kılarının
dışında Altay folkloru ve edebiyatıyla ilgili bir çok eseri
mevcuttur. Bu eserleri şunlardır: “Altay Literatura” (1962), “Altay
Albatınıñ Oos Tvorçestvozı” (1960), “Geroyiçes-koe Skaznie Ob Altae-
Buçae” (1961), “P. V. Kuçiyak” (1957), “Kayçı N. Ulagaşev”
(1961), “Geroyçeskiy Epos Altaytsev”(1958), “Altay Folklor”
(1975), “Altay Kep le Ukaa Söstör” (1956), “Altay Albatınıñ Çümdü
Söstöri” (1961). Yazarın bu eserlerinin bir çoğunu Altay Türkçesiyle
kaleme almış olması bizim için ayrıca önemli bir husustur. Yukarıda
adları zikredilen eserlerinde Surazakov Altay - Türk folkloru ve
edebiyatı üzerindeki incelemeleriyle bu konulardaki çalışmalara bir
sistem dahilinde yön vermiştir. Bu eserlerinden; şair, yazar,
folklorist Pavel Vasilyeviç Kuçiyak ve destancı Nikolay Ulagaşeviç
Ulagaşev hakkında yazdığı biyografik eserleri daha sonra onun Altay -
Türk edebiyatı ve folkloru sahasında yapacağı kapsamlı çalışma-
larının temelini oluşturmuştur. Mesela, “Altay Literatura” (Altay
Edebiyatı) adlı 202 sayfalık eserinde Altay - Türk Edebiyatını
dönemlerine ayırmış başlangıcından II. Dünya Savaşı sonrasına kadar
teorik ve kronolojik açıdan inceleyerek Altay - Türk Edebiyatının
önemli isimleri olan M. V. Çevalkov, M. V. Mundus Edokov, P. A. Çagat
Stroyev ve P. V. Kuçiyak’ın biyografilerini vererek edebi
şahsiyetleri üzerinde durmuştur.

Surazakov 1975 yılında yayımladığı ve hocası N. A. Baskakov’a ithaf
ettiği 231 sayfalık “Altay Folklor” isimli eserinde ise Altay - Türk
folk-loruna ait türler, bu türler üzerindeki çalışmalar üzerinde
durmuştur. Yazarın en önemli eserlerinden olan ve ölümünden beş yıl
sonra 1985 yılında Moskova’da Rusça olarak yayımlanan “Altayskiy
Geroiçeskiy Epos” adlı 256 sayfalık eserinde ise Altay - Türk
destanlarının muhtevaları, teşekkül de-virleri ve “Altay-
Buuçay”, “Maaday-Kara”, “Kögütey” destanlarının varyantları üzerinde
durmuştur.

Surazakov kendisinin ve birlikte çalıştığı folkloristlerin yaptığı
derle-meleri de değerlendirmiştir. Bunlardan 267 Altay - Türk
atasözünün yer aldığı “Altay Kep Söstör lö Ukaa Söstör” adlı eserini
1956 yılında yayımladıktan sonra 1961 yılında atasözleri, bilmeceler,
şarkılar, efsaneler, bazı Altay - Türk oyunları ve alkış sözlerinin
yer aldığı 71 sayfalık “Altay Albatınıñ Çümdü Söstöri” adlı eserini
yayımlamıştır.

S. S. Surazakov’un Altay - Türk folkloru ve edebiyatı üzerindeki
çalış-malarının yanında bir şair ve yazar olarak dikkate değer
eserleri mevcuttur. O ilmi çalışmalarının yanında 1949 yılından
itibaren edebiyatla da meşgul olmuştur. Bu tarihten itibaren onun
şiir ve hikayeleri “Altay’ın Dağlarında” adlı seride ve mahalli
gazetelerde çıkmaya başlamıştır. 1954 yılında S. S.
Surazakov’un “Stihter le kuuçındar” (Şiirler ile Hikayeler) adlı ilk
antolojisi neşredildi. Ondan sonra “Süügen cerim” (Sevdiğim Yer)
(1959), “Kuuçındar” (Hikayeler) (1960), “Tuulardıñ Eezi” (Dağların
İyesi) (1962), “Çañkır Eñir” (Çakır Akşam) (1966), “Kayçı” (Destancı)
(1966) ve “Est Takoy Narod” (Böyle Millet Var) (1975) adlı kitapları
neşredildi. S. S. Surazakov 1958 yılında RSFSR’nin yazarlar birliği
üyesi olmuştur.

S. S. Surazakov şiir ve hikayelerinde daha çok Sovyet düzeninin
getirdiği yeni değişmeler ve buna bağlı olarak değişen günlük hayat
ve düşünceleri işlemiştir. Onun bu tarz eserlerinde Sovyet
edebiyatının adeta bütün Sovyetler Birliği’nde tekdüzelik gösteren
tema ve ifadelerine rastlamak mümkündür. Mesela “Ulu Gaye” adlı
şiirinde Surazakov komünizmin insan hayatına getirdiklerini “Ne
tarafa baksam şehirler kuruluyor, ne tarafa gitsem motorlar
çalışıyor” şeklinde ifade etmeye çalışır. Ona göre Sovyet halkının
yüce gayesi bütün insanlığın da ortak yüce gayesi olmalıdır. Bu gaye
komünizmdir. Halkın huzur içinde yaşaması, mutlu, rahat hayat sürmesi
bu kelimeye bağlıdır.

S. S. Surazakov “Dağların İyesi, Biziz” adlı şiirinde Altay
Türklerinin inançlarıyla komünizm sistemini ve modernizmi mukayese
eder. Sovyet insanın dağların, nehirlerin “iyelerin-den” korkmadığı,
ona inanmadığını, insanı tabiata bağlamak yerine, tabiatı kendisine
bağlayarak ondan çok fayda sağladığını anlatmaya çalışır. Şiir
şöyledir:



Tuulardıñ Eezi


Biyik kırdıñ ajuzına çıktım

Bastıra Altay mınañ körünet.

Ba-taa, Altayımnıñ carajın!

Süünip. kıygırar küünim kelet.

Eeeeey! Menin ünime

Muñ ünder karuzın berdi.

Ol ünder başka başka,

Ce onçozı omok, süünçilü boldı.

Kenetteyin meniñ sanaama

Ozogı ulustıñ kuuçını kirdi:

“Bıyık kırdın bajına

Çıkkan kıji unçukpas edi.

Tuular eezinen caltanıp,

Tabış çıkarbay ödötön edi.”

Mini sanaanıp, katkım keldi:

Kandıy andıy tuular eezi?!

Ulustı unçuktırbay cürgüzerge

Kamdardıñ tapkan tögüni!

Mekele condı kolgo tutkan

Mekeçi tañmalar añtarılgan!

Emdi tuulardıñ eezi - bis!

Eeeeeey, keen Altayıs!

Dağların İyesi

Büyük dağın zirvesine çıktım

Buradan bütün Altay görünüyor.

Altay’ımın şaşırtıcı güzelliği!

Sevinçten haykırasım geldi.

Eeeeeey! Benim sesime

Binlerce ses karşılık verdi.

O sesler başka başka,

Fakat hepsi mükemmel, sevgi dolu.

Aniden benim aklıma

Eski insanların hikayesi geldi.

“Büyük dağların başına

Çıkan kişi ses çıkarmazdı.

Dağlar iyesinden çekinip,

Sessizce çekip giderdi.”

Bunu düşününce gülesim geldi:

Bu nasıl dağlar iyesi?!

İnsanlar sessizce yürütmek için

Kamların bulduğu yalan!

Hileyle halkı ellerinde tutan

Hilecilerin düzeni devrildi!

Şimdi dağların iyesi biziz!

Eeeeey, güzel Altay’ımız!

Buna rağmen Surazakov’un edebi eserlerinde içinde yetiştiği sistemde
kendine yer bulmaya çalışan bir bilim adamının istekleriyle vatanına
ve milletine duyduğu sevgi ve bağlılık hislerinin çelişkisi vardır.
Onun eserlerindeki bu çelişki en güzel şekilde “Andıy Albatı Bar”
(Öyle Millet Var) şiirinde göze çarpar. Bu şiir şöyledir:

Andıy Albatı Bar!


Men künbadıştañ kelgen burjuyla ermekteşkem.

Ol boyın uçenıy dep aytkan.

“Men altay” deerimde, ol bütpegen.

“Andıy albatı bar ba?” degen.

Eh, burjuy! neni sege aydar?

Bilerim slerdi, uyalbas tañmalardı.

Sler meniñ kiçinek albatımdı

Kartadan çek kırıp salganaar.

“Altayı baylık, albatızı kiyik

Örö çıkpas, öspös” deşkeneer.

Azıydañ beri, Törölime umzanıp,

Cerimdi blaap alarga cürgeneer.

Cok, burjuy, andıy albatı bar!

Tuulu Altay, törölim de bar!

Slerdiy burjuylar biste de bolgon,

Ce Oktyabr olordı calmap koygon.

Onoñ beri köp cıldar ötti.

Emdi, burjuy, tündeştirip köröli

Slerdiñ le bistiñ cadın-cürümisti,

Kemibis artıktaar, akalaar emeş?

Altan cıl ulu Oktyabrga!

Altan cıl - özimniñ cıldarı.

Onçogor köriger: kanayıp carangan

Meniñ cerim Altaydıñ tuuları!

Meniñ albatım, ırıstu albatı,

Cayrap turu tuulardıñ baylıgı.

Bistiñ kultura slerdiyneñ artık.

Bistiñ iskusstvo slerdiyneñ biyik.

Bis slerdeñ emeş te tabıs emes,

Slerdiñ amadugar bistiyine cetpes.

Kederi tur burjuy cıdımar.

Men Altay kiji... Andıy albatı bar!



Öyle Bir Millet Var!


Ben Batıdan gelen burjuvayla konuştum.

O kendisinin bilim adamı olduğunu söyledi.

“Ben Altayım” dediğimde o inanmadı.

“Öyle millet var mı?” dedi,

Eh, burjuva! Sana ne söyleyeyim!

Sizleri biliyorum, sizin gibi utanmazları.

Sizler benim küçücük halkımı

Haritadan silmek istiyorsunuz.

“Altay zengin, halkı yabani.

Yükselmez, gelişmez” diyorsunuz.

Eskiden beri, Anayurdumu yönetip,

Yurdumu almak istiyorsunuz.

Hayır, burjuva, öyle halk var!

Dağlık Altay, vatanım da var!

Sizin gibi burujuvalar bizde de vardı,

Fakat Ekim onları yok etti.

O zamandan beri çok yıllar geçti.

Şimdi, burjuva, karşılaştırıp görelim

Sizinle bizim hayatımızı,

Hangimiz daha iyi, ilerde?

Ekime altmış yıl oldu!

Altmış yıl, gelişmenin yılları.

Hepiniz görün: nasıl güzelleşti

Benim yerim Altay’ın dağları!

Benim halkım, mutlu halk.

Yayılıp duruyor dağların zenginliği.

Bizim kültürümüz sizinkinden daha iyi,

Bizim sanatımız sizinkinden yüksek.

Biz sizden alçakta değiliz,

Sizin gayeniz bizimkine ulaşamaz.

Geride dur burjuva pis kokunu yayma.

Ben Altay kişi... Öyle millet var!



“Argımak”ta özgürlük mücadelesi anlatılan

Aydar Altay Türklerini, Argımak atı ise Altay Türklerinin kültür
değerlerini temsil etmektedir.

Surazakov “Argımak” adlı Altay -Türk efsanesinden esinlenerek
yazdığı “Argımak” adlı uzun manzumesinde ise baskıcı ve zalim bir
kağan tarafından anne ve babasının elinden zorla alınmış Aydar adlı
bir delikanlının özgürlük mücadelesini anlatır. Şiirde Aydar’a bir
ihtiyar gerçekleri anlatarak ona yol gösterir, kurtulması için
Argımak atını bulması gerektiğini söyler. Bunun neticesinde
gerçekleri öğrenen Aydar Argımak’ın terini içerek yakalandığı
hasatlıktan kurtulur. Zalim kağanın aşık olduğu Ay-Sılu adlı kızla
birlikte efsanevi at Argımak’a binerek kaçar. Anne ve babasına
kavuşur. Kanaatimize göre bu şiir sembolik bir tarzda yazılmıştır.
Şiirde özgürlük mücadelesi anlatılan Aydar Altay Türklerini, Argımak
atı ise Altay Türklerinin kültür değerlerini temsil etmektedir.

Yukarıda kısaca hayatı, ilmi ve edebi şahsiyeti hakkında bilgiler ver-
diğimiz Sazon Saymoviç Surazakov 10 Mart 1980 tarihinde ölmüştür. 70.
doğum yıl dönümünde Altay Özerk Cumhuriyetinin başkenti Gorno-
Altaysk’ta bir anma günü düzenlenmiş; Türkiye, Moğolistan,
Başkurdistan, Dağıstan, Kırgızistan, Hakasya, San Petersburg,
Novosibirsk, Barnaul ve Kemerovo’dan katılan ilim adamları folklor,
edebiyat, dil, tarih, etnografya, arkeoloji ile ilgili tebliğler
sunmuşlardır. Bu anma gününün büyük bir katılımla gerçekleşmiş olması
onun Altay - Türk folkloru ve edebiyatına hizmetlerini göstermek-
tedir. Toplantıda sunulan tebliğiler “Altay i Tyurko-Mongolskiy Mir”
adıyla 1995 yılında Gorno-Altaysk’ta neşredilmiştir.

KAYNAKLAR
Kataş, S., Opongoşeva, M., Çiçinov, V., Altay Literatura, Gorno-
Altaysk, 1977

Kataşev, S., Naukaga Berilgen Cürüm, Gorno-Altaysk, 1992

Kataşev, S., Kindikova, N., Altay Literatura Kereginde Sanaalar,
Gorno-Altaysk, 1992

Kazagaçeva, Z., Surazakov, S. S., Altay Literatura, Gorno-Altaysk,
1978

Kindikova, N., Emdigi Altay Lirikanıñ Keerdemi, Gorno-Altaysk, 1994

Palkina, P. A., Tadıkin, V. N., “Sazon Saymoviç Surazakov”, Sovetskya
Tyurkologiya, 2. Sayı Mart-Nisan, Bakü, 1980

27 Mayıs 2011 Cuma

Nene Hatun

 Nene Hatun

Nene Hatun (d. 1857- ö. 22 Mayıs 1955) 93 Harbi olarak da anılan 1877-1878 Osmanlı-Rus Savaşı sırasında, Erzurum'daki Aziziye Tabyası'nın savunulmasında kahramanca çalışarak adını tarihe yazdıran Türk kadınıdır. Aziziye savunmasına 20 yaşlarında genç bir gelinken, küçük yaştaki oğlunu ve 3 aylık kızını evde bırakarak katılmıştır.
Nene Hatun 1857 yılında Erzurum'da doğdu. 1877 yılında 8 Kasım'ı 9 Kasım'a bağlayan gece, Osmanlı vatandaşı olan Ermeni çeteleri Erzurum'un Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini uykuda yakalayıp kılıçtan geçirdiler. Bu sırada arkadan gelen Rus askerleri ise hiçbir zorlukla karşılaşmadan tabyayı ele geçirdiler. Baskından yaralı olarak kurtulan bir er haberi Erzurumlulara ulaştırdı. Sabah ezanından hemen sonra "Moskof askeri Aziziye Tabyası'nı ele geçirdi" şeklinde minârelerden Erzurum halkına haber verildi. Bu haberin ardından Erzurum halkından silahı olan silahını, olmayanlar ise balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya'ya doğru koşmaya başladılar. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan Nene Hatun da vardı. Ağabeyi Hasan bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti . Nene Hatun üç aylık bebeğini emzirdikten sonra, "Seni bana Allah verdi. Ben de Ona emânet ediyorum." diyerek vedâlaştıktan sonra bir kaç saat önce ölen ağabeyinin tüfeğini alarak sokağa fırlamıştı.
Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyası'na doğru koşuyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda şehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Göğüs göğüse bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Rus ordusu, baltalı-tırpanlı, taşlı-sopalı halk karşısında yarım saat tutunabildi. 2300'e yakın Rus askeri öldürülüp, Tabya geri alınmıştır. Türk tarafında ise 1000 kadar şehit verilmiştir.
Nene Hatun o günleri özetle şöyle anlatmıştır:

Ağabeyim Hasan cepheden ağır yaralı olarak bir gece önce eve gelmişti. Bir yandan ona bakarken, bir yandan da 3 aylık çocuğumu emziriyordum. Kardeşim o gece kollarımın arasında öldü. Sabaha karşı minarelerden 'Moskof Aziziye'ye girdi' diye haykırışlar başlayınca, kardeşimin alnını öpüp, 'Seni öldüreni öldüreceğim' diye and içtim. Yavrumu Allah'a emanet ettikten sonra, ağabeyimin tüfeğini ve satırımı alıp dışarı fırladım. Sel gibi Aziziye'ye akıyorduk. Tabyanın mazgallarından düşman ölüm yağdırıyordu. Düşmanda iyi silah vardı, bizde de iman. İleri atıldım. Dadaşlar arasına karıştım. Satırım durmadan kalkıp iniyordu.

Tabya'nın geri alınmasının ardından, aralarında Nene Hâtun'un da bulunduğu yaralıların tedâvisine başlandı. Fakat bu sırada Nene Hâtun yaralı olmasına rağmen diğer yaralıların tedavisini yapmak için çalışmıştır. Nene Hâtun bu özverisiyle tanınıp, saygı ile sevilmiştir.
Nene Hatun'un vatan için gece başlayan mücâdelesi, tüm düşman Erzurum'dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum'un her karış toprağında cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaştı. Gazi Ahmed Muhtar Paşa'nın zaferinde Nene Hâtun'un ve onun vatan aşkını paylaşan bütün insanların da payı vardı.
Ölümünden bir yıl önce kendisini ziyaret eden NATO'da görevli Amerikalı subayın bir sorusuna: "Ben o zaman gereken şeyi yapmıştım. Bugün de gerekirse aynı şeyi yaparım" cevabını vermişti. 1955 yılında yılın annesi seçilmiştir. 98 yıl yaşadığı Erzurum'da 22 Mayıs 1955'da zatürre hastalığından dolayı vefat etmiştir. Nene Hatun, kurtuluş mücadelesini verdiği Aziziye Tabyası'na defnedilmiştir. Türk Kadınlar Birliği tarafından ölümünden 3 ay önce yılın annesi seçilmiştir.



Nene Hatun (1857 - 1955)

Erzurum'da doğdu. 98 yıl Erzurum'da yaşadıktan sonra yine Erzurum'da, zatürre hastalığından hayata vedâ etti. Ölümünden üç ay önce Türk Kadınlar Birliği tarafından yılın annesi seçilmişti.

Tarihimizde 93 Harbi olarak anılan 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı sırasında, Erzurum'daki Aziziye Tabyası'nın savunulmasında kahramanca çalıştı. Adını bu şekilde tarihe yazdırdı. Mücâdeleye, küçük yaştaki oğlunu ve kızını evde bırakarak katılmıştı. O sıralarda 20 yaşlarında genç bir gelindi.

7 Kasım 1877 gününün gece yarısında, bölge halkından olan Osmanlı vatandaşı Ermeni çeteleri Erzurum'un Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini öldürdüler. Arkadan gelen Rus askerleri, hiçbir mukavemetle karşılaşmaksızın tabyayı ele geçirdiler. Baskından yaralı olarak kurtulmayı başaran bir er, şehir merkezine ulaşıp kara haberi Erzurum'lulara ulaştırdı. Sabah ezanından hemen sonra minârelerden şehir halkına duyuru yapıldı. "Moskof askeri Aziziye Tabyası'nı ele geçirdi." Bu haber, Erzurum halkı tarafından, vatan savunması için emir telakki edildi. Silâhı olan silâhını, olmayanlar; balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya'ya doğru koşmaya başladı. Kadın - erkek tüm Erzurum halkı yollara dökülmüştü. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan bir tâze gelin de vardı. Ağabeyi bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti . Üç aylık bebeğini emzirmiş, "Seni bana Allah verdi. Ben de O'na emânet ediyorum." Diyerek vedâlaştıktan sonra birkaç saat önce ölen ağabeyinin kasaturasını alarak sokağa fırlamıştı.

Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyası'na doğru koşuyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda şehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Boğaz boğaza bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Moskof ordusu, baltalı - tırpanlı, taşlı - sopalı eğitimsiz halk karşısında ancak yarım saat tutunabildi. 2300 Moskof öldürülüp, Tabya geri alındı. Türkler, 1000 kadar şehit vermişlerdi.

Hemen yaralıların tedâvisine başlandı. Nene Hâtun da yaralılar arasındaydı. Fakat o yarasına aldırmıyor, evindeki bebeğini unutmuş, diğer yaralıların kanını durdurabilmek, yaralarını sarmak için çırpınıyordu. Nene Hâtun böyle bir ortamda tanındı ve saygı ile sevil di.

O'nun, vatan için gece başlayan mücâdelesi, tüm düşman Erzurum'dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum'un her karış toprağında cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaştı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın zaferinde Nene Hâtun'un ve O'nun vatan aşkını paylaşan sivil insanların da payı vardı.

Savaştan sonra da Nene Hâtun, destan kahramanlarına yaraşır bir asâletle yaşadı. Kendisini ziyâret eden NATO'da görevli Amerika'lı subayın bir sorusuna: "O zaman vazifemi yapmıştım. Bu gün de ilerlemiş yaşıma rağmen aynı hizmeti, daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim." cevabını vermişti.

Tarihimizden Altin Bir Yaprak: Nene Hatun

Takvimler 7 Kasim 1877’yi gosteriyordu.

Nene Hatun uc yil once evlenmisti. Henuz yirmisindeydi ve uc aylik bebegi vardi.. On bes gun once, koyleri Rus askerleri tarafindan isgal edilince, ailesiyle Erzurum’a gelmisti. Turk ordusu uzunca bir zamandir bircok cephede carpisiyordu. Dogu cephesinde de savas butun hiziyla devam ediyordu. Aslinda Gazi Ahmet Muhtar Pasa simdiye kadar dusmanin isini coktan bitirecekti; ama hesapta olmayan bir dusman daha vardi. Yillarca bu topraklarda birlikte yasadigimiz Ermenilerden bir kismi simdi ceteler hâlinde geziyor, baskinlar yapiyor, mâsum insanlari -hem de coluk cocuk demeden- katlediyordu. Daha dun sabah, yakinlardaki bir koyde ceteler tarafindan agaca civilenen bebegin hikâyesini dinlemisti. Allah’im bu nasil bir vahsetti, bunu yapanlarin hic mi vicdani yoktu! Nene Hatun, asirlarca birlik ve beraberlik icinde yasadiklari bu insanlardan bazilarinin bugun nicin bu derece canavarlastiklarini zaman zaman dusunuyor; fakat ikna edici bir cevap bulamiyordu. Bu ceteler yuzunden eli silâh tutan herkes cepheye gidemiyor, mâsumlar katledilmesin diye koylerde nobet tutuluyordu.

Kerpicten yapilma iki odali evlerinin kucuk odasinda safagin sokmesini bekleyen Nene Hatun, bir yandan sobanin yani basindaki besiginde uyuyan bebegini salliyor, diger yandan da mum isiginda sag elindeki Mushaf’i okumaya devam ediyordu.

Bircok yakini cephedeydi. Uzun zamandir hic birinden haber alamamisti. Dun kusluk vakti agabeyini getirmislerdi. Vucudunda bogaz bogaza carpismanin sebep oldugu cok derin sungu yaralari vardi. Âdeta damarlarinda kan kalmamisti. Ve bir-iki saat sonra Nene Hatun’un kollarinda ruhunu teslim etti. Nene Hatun, kutlu bir yolda canini veren ve sehadet serbetini icerek sonsuzluga ucan agabeyinin vucuduna sarilip agladi, agladi, agladi... Sehitlerin ardindan aglanmaz diye engel olmaya calistilar; ama Nene Hatun sadece agabeyi icin degil, vatan icin de agliyordu.

Cepheden gelen son haberlere gore dusman cok kalabalikti, ondan da onemlisi iyi silâhlari vardi. Bunlari dusunurken, dilinden hic dusurmedigi duasini bir kez daha tekrarladi: “Allah’im, dusmanlari Sen’in azamet ve kudretine havale ediyor ve serlerinden Sana siginiyoruz.”

Sabah ezaninin okunmasina az bir zaman vardi. Disaridan gelen bagrismalar ve silâh sesleriyle irkildiler. Esinin disari cikmasiyla iceri girmesi bir oldu ve kararli bir sekilde sunlari soyledi: “Ermeni ceteleri ve Rus askerleri tabyalara saldirmislar, karsi koymaya gidiyoruz. Eger donemezsem ve dusman buraya kadar gelirse sakin teslim olmayin, alacaklarsa cesetlerinizi alsinlar. Allah’a emanet olun!” Ve sobanin yaninda duran baltayi kaptigi gibi kapidan yildirim hiziyla tabyalara dogru kosmaya basladi.

Nene Hatun’un cesaretli ve sogukkanli bir yapisi vardi. Kocasinin kolay kolay geri donmeyecegini biliyordu. Arkasindan “Allah yardimciniz olsun!” diye dua etti.

Zaman hayli ilerlemisti. Silâh seslerinin ardi arkasi kesilmiyordu. Abdestini tazeledi. Yuregi cephede, kulagi ezandaydi. Fakat minarelerden ezandan hemen once farkli bir ses duyuldu. Aziziye Tabyalari’nin dusman eline gectigi, askerlerin cogunun sehit oldugu ilân ediliyordu.

Cok dinleyemedi Nene Hatun. Cocugunu optu, kokladi; “Nâzim’im seni bana Allah verdi, ben de seni yine O’na emanet ediyorum” dedi. Eline satirini ve sehit agabeyinin tufegini aldigi gibi tabyalara dogru kosmaya basladi.

Tabyalarda mevzilenmis ceteler ve dusman askerleri, kendilerine dogru akmakta olan iman ordusu karsisinda sanki butun Anadolu uzerlerine geliyormus gibi hissettiler. Baslarindaki subayin “Ates serbest!” emriyle namlular birbiri ardina patlamaya basladi. Ilk siralarda olanlar birer birer yere yigiliyordu; ama gelenlerin ardi arkasi kesilecek gibi degildi. Dusman, hic boyle bir direnis beklemiyordu. Yediden yetmise butun Erzurumlular, tabyalarin demir kapilarini bir kâgit gibi cigneyerek dusmanin icerisine dalmisti. Ceteler ve dusman askerleri sel sularinda eriyen kar gibi eridi. Carpisma kisa surmustu. Nene Hatun, cetelerin olanca kinleriyle sokerek yere attiklari sanli bayragi dustugu yerden aldi, alnina goturdu ve gozlerinden yaslar bosanirken ait oldugu yere asti. Nene Hatun ve kahraman Anadolu insaninin o sabah baslattiklari mucadele, dusman, vatan topraklarini terk edinceye kadar devam etti. Iyi donanimli dusman askerlerinden tabyalar geri alindi. Uc bin dusman askeri oldurulmustu. Buna karsilik bin kadar sehit vardi. Varsin olsundu, vatan olmadiktan sonra yasamanin ne mânâsi vardi?!..

Nene Hatun da omzundan yaralanmisti. Ama o âdeta kendini unutmus, yarasi daha agir olanlarin yardimina kosuyordu. Birkac dakika oncesine kadar cephede mermi tasiyan, askerlere su dagitan ve siper kazan kahraman kadin, simdi yerini askerlerin yaralarini saran bir hastabakiciya birakmisti.

O gun Aziziye Tabyalari’nda, Musluman-Turk tarihinde Nene Hatun’la sembollesen altin bir sayfa daha acildi. Allah icin can siperâne mucadele veren Safiyye ve Nesibe Hatunlarin, Ûmm-û Hiramlarin, cepheye cephane tasirken donarak sehit olan Serife Analarin, cephane arabasinin boyundurugunun bir tarafina elde kalan tek hayvanini, diger tarafina da kendisini kosarak cepheye mermi tasiyan Ayse Analarin olusturdugu altin halkaya bir kahraman kadin daha eklendi.

Nene Hatun’un vatan icin kahramanca verdigi mucadele bu kadarla da bitmemisti.. O gun evde uc aylikken biraktigi oglu Nâzim ve daha sonra dogan uc oglundan ikisi, Birinci Dunya Harbi’nde canlarini vatana feda ettiler.

Ne mutlu sana Kahraman Ana. Kendin gazi, ogullarin sehit...

Aziziye Tabyasi’na diktiğin bayrak, bugun dalgalanmaya devam ediyor.

Nene Hatun kimdir

Erzurum'da doğdu. 98 yıl Erzurum'da yaşadıktan sonra yine Erzurum'da, zatürre hastalığından hayata vedâ etti. Ölümünden üç ay önce Türk Kadınlar Birliği tarafından yılın annesi seçilmişti.

Tarihimizde 93 Harbi olarak anılan 1877 - 1878 Osmanlı - Rus Savaşı sırasında, Erzurum'daki Aziziye Tabyası'nın savunulmasında kahramanca çalıştı. Adını bu şekilde tarihe yazdırdı. Mücâdeleye, küçük yaştaki oğlunu ve kızını evde bırakarak katılmıştı. O sıralarda 20 yaşlarında genç bir gelindi.

7 Kasım 1877 gününün gece yarısında, bölge halkından olan Osmanlı vatandaşı Ermeni çeteleri Erzurum'un Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmışlardı. Tabyayı koruyan Türk askerlerini öldürdüler. Arkadan gelen Rus askerleri, hiçbir mukavemetle karşılaşmaksızın tabyayı ele geçirdiler. Baskından yaralı olarak kurtulmayı başaran bir er, şehir merkezine ulaşıp kara haberi Erzurum'lulara ulaştırdı. Sabah ezanından hemen sonra minârelerden şehir halkına duyuru yapıldı. "Moskof askeri Aziziye Tabyası'nı ele geçirdi." Bu haber, Erzurum halkı tarafından, vatan savunması için emir telakki edildi. Silâhı olan silâhını, olmayanlar; balta, tırpan, kazma, kürek, sopa ve taşları ellerine alarak Tabya'ya doğru koşmaya başladı. Kadın - erkek tüm Erzurum halkı yollara dökülmüştü. Koşanlar arasında, erkeği cephede çarpışan bir tâze gelin de vardı. Ağabeyi bir gün önce cepheden yaralı olarak gelmiş ve kollarında can vermişti . Üç aylık bebeğini emzirmiş, "Seni bana Allah verdi. Ben de O'na emânet ediyorum." Diyerek vedâlaştıktan sonra birkaç saat önce ölen ağabeyinin kasaturasını alarak sokağa fırlamıştı.

Erzurumlular, ölüme gittiklerini bildikleri halde, Aziziye Tabyası'na doğru koşuyordu. Tabyaya yerleşmiş olan Rus askerleri, gelenlere yaylım ateşi açtı. Ön sıradakiler o anda şehit oldular. Arkadakiler, geri çekilmek yerine daha bir kararlı ve hızlı olarak ileri atıldılar. Demir kapılar kırılıp içeri girildi. Boğaz boğaza bir savaş başladı. Mükemmel silâhlarla donanmış Moskof ordusu, baltalı - tırpanlı, taşlı - sopalı eğitimsiz halk karşısında ancak yarım saat tutunabildi. 2300 Moskof öldürülüp, Tabya geri alındı. Türkler, 1000 kadar şehit vermişlerdi.

Hemen yaralıların tedâvisine başlandı. Nene Hâtun da yaralılar arasındaydı. Fakat o yarasına aldırmıyor, evindeki bebeğini unutmuş, diğer yaralıların kanını durdurabilmek, yaralarını sarmak için çırpınıyordu. Nene Hâtun böyle bir ortamda tanındı ve saygı ile sevil di.

O'nun, vatan için gece başlayan mücâdelesi, tüm düşman Erzurum'dan kovuluncaya kadar devam etti. Erzurum'un her karış toprağında cephâne taşıyarak, yaralılara hemşirelik yaparak, yemek pişirerek, su dağıtarak, hizmetten hizmete koşarak destanlaştı. Gazi Ahmet Muhtar Paşa'nın zaferinde Nene Hâtun'un ve O'nun vatan aşkını paylaşan sivil insanların da payı vardı.

Savaştan sonra da Nene Hâtun, destan kahramanlarına yaraşır bir asâletle yaşadı. Kendisini ziyâret eden NATO'da görevli Amerika'lı subayın bir sorusuna: "O zaman vazifemi yapmıştım. Bu gün de ilerlemiş yaşıma rağmen aynı hizmeti, daha mükemmeliyle yapacak güç ve heyecana sahibim." cevabını vermişti.


22/05/1955 Aziziye Tabyası kahramanı Nene Hatun 97 yaşında Erzurum'da vefat etti.
Bir kahramanlık sembolü olarak tanındı ve anıldı.


Türk milletinin mukaddesatına ne kadar bağlı olduğunu, değerleri uğruna canını feda ettiğini ve edebileceğini tüm dünya bilir ve ecdadımız bunu bilfiil ispatlamıştır. Tarih kitapları bunların örnekleri doludur. Ancak ecdadımızın bıraktığı hatıralar sadece kitaplarda kalmamalı ve onları anlamak, değerlerini bilmek adına okunmalıdır. İşte tarihe destan yazmış ecdadımızdan biri de NENE HATUN'dur. Henüz 3 aylık yavrusunu beşiğinde bırakarak ve onu Allaha emanet ederek gitmiştir Aziziye Tabyasına. Ve giderken bebeğini Allaha emanet etmenin rahatlığıyla gözünü bile kırpmamış ve mukaddesatı uğruna savaşmıştır. Peki kimdir Nene Hatun? Dilerseniz biraz da onu anlamak adına hayatından bahsedelim.

Tarihimize "93 Harbi" adıyla geçen Türk-Rus savaşında Erzurum'un Aziziye Tabyası'nda gösterdiği kahramanlıkla adını tarihe kazandıran Türk kadını. 1857 yılında Erzurum'da doğdu. Tam doksan sekiz yıl orada yaşadı. Bir kahramanlık sembolü olarak tanındı ve anıldı. Ömrünün son demlerini "Üçüncü Ordu'nun Annesi" olarak geçirdi. 1955 yılında "Yılın Annesi" seçildikten sonra 22 Mayıs 1955 günü Erzurum'da zatürreden vefat etti.

Türk-Rus Harbi'nin kanlı ve karanlık günleriydi. 1877 yılı Kasım ayının 7'sini 8'ine bağlayan gece, civarda bulunan iki Ermeni köyünden gizlice harekete geçen kalabalık bir çete, sinsi sinsi yaklaşıp Erzurum'un meşhur Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmıştı. Tabyayı savunan Türk askerlerini öldürdüler acımasızca…. Arkadan gelen Rus kuvvetleri de hiç bir direnme görmeksizin Aziziye Tabyası'nayerleştiler.

Bu baskından yaralı olarak kurtulan bir asker koşa koşa Erzurum'a varıp kara haberi yetiştirdi. Minarelerden sabah ezanı yerine "Moskof Aziziye'ye girdi!" sesleri yükselmeye başladı. Bir anda bütün Erzurum duymuştu bu kara haberi. Ve bir anda bütün Erzurum şahlanıvermişti. Tüfeği olan tüfeğini kaptı, olmayan eline ne geçirdi ise tırpan, kazma, kürek, sopayı alıp sokaklara döküldü. Erkekli kadınlı bütün Erzurum halkı Aziziye'ye doğru koşmaya başladı.

Şehrin kenar bir mahallesindeki mütevazi bir evde oturan taze bir gelin vardı. Bir gün evvel ağabeyi Hasan cepheden ağır yaralı olarak eve getirilmiş ve bir kaç saat önce bu taze gelinin kolları arasında ruhunu teslim etmişti. Kocası cephede idi. Minarelerden yükselen "Moskof Aziziye'ye girdi" seslerine, seferber olup koşanların uğultuları karışıyordu. Taze gelin, bu kara haberi duymuş gibi hemen ağlamaya başlayan üç aylık bebeğini emzirip uyuttu. Usulca onu beşiğine bıraktı ve heyecan dolu bir sesle:
- Seni bana Allah verdi, ben de seni Allah'a emanet ediyorum yavrum, diye mırıldandı.
Sonra şehit kardeşinin döşeğine seğirtti. Ölüyü alnından öptü:
- Seni öldüreni öldüreceğim ben de, dedi, kin dolu bir sesle.
Ve masanın üzerinden satırı kapmasıyla kapıdan dışarı fırlaması bir oldu. O da çılgınca Aziziye'ye doğru koşmakta olan kadınlı erkekli, taşlı sopalı kalabalığın arasına karıştı.
Bütün Erzurum, o dadaşlar diyarı şahlanmıştı. Aziziye'de boğaz boğaza kanlı bir dövüş başladı.

Başka bir zaman olsaydı Türkün merhameti galebe çalardı, belki. Fakat bu zaman diğer zamanlardan çok farklıydı. Aziziye'nin dışında ve içinde kadınlı, ihtiyarlı çocuklu yüzlerce Erzurumlu kanlar içinde yatıyordu. Onlara ateş açanlar acımışlar mıydı? Taze gelin de elinde satırı, karşısına çıkan Moskof'un kafasına, suratına indiriyordu. Şehit düşen ağabeyisinin acısını, bin Moskof'u öldürse içine atamazdı...

Yaralılar arasında taze gelin de vardı. Elinde satırı ile döğüşürken aldığı bir yaranın etkisiyle o da kanlar içinde yere yıkılmıştı. Fakat yaralı olarak baygın bulunduğu zaman dahi elindeki kanlı satırını sıkı sıkıya kavramış bırakmıyordu ellerinden...

Adı Nene idi taze gelinin. O günden sonra o da bütün Erzurum'un tanıyıp saydığı kişiler arasına katıldı. Doksan sekiz yıllık ömrü boyunca bütün Erzurumlulara Moskof'un Aziziye'de nasıl tepelenişini anlattı. Fakat kendinden bir kaç kelime ile bahsetti.

Nene Hatun o günleri özetle şöyle anlatmıştır:
Ağabeyim Hasan cepheden ağır yaralı olarak bir gece önce eve gelmişti. Bir yandan ona bakarken, bir yandan da 3 aylık çocuğumu emziriyordum. Kardeşim o gece kollarımın arasında öldü. Sabaha karşı minarelerden 'Moskof Aziziye'ye girdi' diye haykırışlar başlayınca, kardeşimin alnını öpüp, 'Seni öldüreni öldüreceğim' diye and içtim. Yavrumu Allah'a emanet ettikten sonra, ağabeyimin tüfeğini ve satırımı alıp dışarı fırladım. Sel gibi Aziziye'ye akıyorduk. Tabyanın mazgallarından düşman ölüm yağdırıyordu. Düşmanda iyi silah vardı, bizde de iman. İleri atıldım. Dadaşlar arasına karıştım. Satırım durmadan kalkıp iniyordu.

Aziziye Savunması'na genç bir gelinken katılan Nene Hatun, bu şanlı savunmanın hatırasını uzun yıllar yaşattı. 1952 yılında Erzurum'da yapılan askeri manevralar sırasında Türkiye'ye gelen NATO Kuvvetleri Başkumandanı General Ridgway, Nene Hatun'u ziyaret ederek elini öpmüş ve yeni bir savaş olduğunda katılıp katılmayacağını sormuştu. Feri yavaş yavaş sönmeye yüz tutmuş gözlerinde bir an Aziziye savunmasının hayalleri belirip kaybolan 95 yaşındaki kahraman, Türk kadını heyecanla 'Tabii giderim...' diye cevap vermişti. Bu cevap üzerine heyecanlanan General Ridgway daha sonra şu sözleri söyleyecekti: 'Aziziye mucizesinin sırlarını Nene'nin sözünden ve yüzündeki çizgilerden öğrendim. Nene efsane değil, bir hakikattir.

İşte böyledir bu destanı yazan Nene Hatunun öyküsü…Tek o mudur? Ne neneler çıkmıştır bu vatanın bağrından. Ne öyküler yazmıştır kanıyla canıyla bu toprağın bağrına analar… Peki torunları onları anlayabilmiş midir? Düşünmüş müdür acaba neden nenesi , 3 aylık bebeğini bırakıp da gitmiştir savaşa… Üstün silahlarımı vardı o ananın, savaşacak gücü mü çoktu? Yoksa imanımı mı ter ü tazeydi. Torunlarını mı düşünmüştür yoksa çocuğunu düşünmeden önce… Onlara bağımsız yaşayacakları bir vatan bırakmak ve ardında kendisine hayır dua edecek evlatları torunları mı olsun istemiştir. Henüz 20 yaşında, gencecik Türk anası… Şimdilerde kaç genç kız bunu yapabilir acaba? Ya da şöyle sormak mı gerekir ? Şimdi 20li yaşlarda olan genç kızlar nelerle meşguldürler…Nene hatundan çok uzakta olduğu kesin bazılarının…Aklı imanında ya da nene hatunlar gibi ve nice şehidlerin uğruna can verdiği vatanın da mıdır? Yoksa günlük basit işlerde, basit duygularda mıdır? Bu sorunun cavabı vicdanlarınıza bırakılmıştır….
Geçenlerde bir internet sitesinde “kadınlar askere giderse” adlı bir başlık gördüm. Bayanları askeriyede gösteren birkaç karikatür. Askerdeki bayanlar süsleniyorlar, dedi kodu ediyorlar, nöbet yerleri süslnemiş vs vs….Bu yazıyı yazmaya çalışırken ve de Nene Hatuna layık olamamanın duygusallığını içimde yaşarken bu gördüklerim canımı sıktı ve o resimlere o anda şöyle bir yorum yazdım: “nene hatunların, sırtındaki ve üşüyen bebeğine rağmen onun örtüsünü taşıdığı kağnıdaki mermilerin üstüne örten elifin, osmanlıda ki baciyan-ı rumların torunları bunları asla yapmaz, ben de onların torunlarıyım askere alsalar şerefle gider ve tüm yüreğimle yaparım. Dinim için ve vatanım için canım feda, şehidlik nasip olsa daha ne...”


Türk kadınları olarak başta Hz. Hatice, Hz. Aişe annelerimizin daha sonra da onların ahlakıyla yetişmiş bulunan Nene Hatunların ahlakını, kalp güzelliğini, imanlarını, yaşayışlarını örnek alıp tatbik etmemiz gerekiyor. Modelimiz, örneğimiz onlardır. Yoksa tv dizilerinden fırlayıp çıkmış süslü kadınlar değil…


Dinimiz kadınlara çok değer vermiş ve o değere kimse de olmayan bir şefkat duygusu ve annelik makamı bahşedilmiştir. Cennet anaların ayakları altına serilmiştir. Bu değerlerin farkında olan Bediüzzaman Hazretleri; “insanın en birinci muallimi annesidir” diyerek onlardaki sorumluluğu ve de güzelliği bizlere anlatmaya çalışmıştır. Nesiller yetiştiren onları büyüten annelerdir. Nene Hatun tehlikeyi görüp cepheye koşturumuş ve canını dişine takarak savaşmıştır. Günümüzde görünürde bir tehlike yok ama maneviyatımıza öyle içten saldırıyorlar ki…Nene hatun misali olmalı anneler ve korumalılar yavrularının ruhlarını, tıpkı onun da vatanı koruduğu gibi..."93 Harbi" adıyla bilinen Türk-Rus savaşı günlerinde, 1877 yılının 7 Kasım gecesi, kalabalık bir ermeni çetesi Erzurum'un Aziziye Tabyaları'na gizlice girerek uyumakta olan Türk askerlerini katletmiş, hemen ardından da Rus ordusu Aziziye'yi işgal etmişti.

Acı haber Erzurum'a tez ulaştı. Camii minarelerinden yankılanan "Moskof Aziziye'ye girdi" sesleriyle birlikte harekete geçen Erzurum Türkleri kadın erkek, genç yaşlı, çoluk çocuk demeden vatan toprağını korumak için Aziziye'ye doğru sel gibi akmaya başladılar. Silahı olan silahını kapmıştı, olmayan da eline ne geçtiyse...

1857 yılında Erzurum'un Pasinler İlçesi'ne bağlı Çeperli Köyü'nde dünyaya gelen Nene Hatun henüz 15 gündür Erzurum şehir merkezinde bulunmaktaydı. Sokaktaki gürültüler üzerine uyandıklarında kocası odunluktaki baltayı kapmış ve eğer Erzurum işgal edilecek olursa, esir düşmektense kundaktaki bebeğini ve kendisini öldürmesini Nene Hatun'a vasiyet ederek dışarı fırlamıştı.

Tüm Erzurum düşmana karşı tek yürek, tek bilek halinde şahlanmışken, Nene Hatun durur mu? Kundaktaki birkaç aylık bebeğine sarılıp öptükten sonra, belki de bir daha göremeyeceği yavrusunu evde tek başına bırakarak mutfaktaki satırı alıp, tabyalara doğru olanca gücüyle koşan kalabalığa katıldı ve Mecidiye'yi aşıp Aziziye'ye vardığında, düşmanın kulakları sağır eden tüfek ateşleri altında yaralanana, ölene bakmadan ileri atılarak satırıyla önüne çıkan her Rus'u devirmeye başladı.

93 Harbi'nin komutanı Gazi Muhtar Ahmet Paşa da olayı haber almış ve askerlerini Moskof üzerine göndermişti. Erzurumlular bir koldan, Ahmet Paşa'nın askerleri diğer koldan çarpışarak o gün orada bir destan yazdılar. Gün ışıdığında tek bir köpek sağ kalmamış, vatan toprağı kurtulmuştu.

Mutluydu Nene Hatun... Süngü darbeleriyle parçalanmadık yeri kalmamasına ve yanı başında savaşan 16 yaşındaki kardeşi Hasan'ın "Abla ağlama, anamız bizi bugün için doğurmuştu. Ben de babam ve dedem gibi şehitlik mertebesine yükselmeyi her zaman istemiştim. Moskof'u kovduk ya, gayrısına gam yemem!" diyerek son nefesini vermesine rağmen mutluydu... Çünkü O, "Vatan Sağolsun" inancıyla tüm acılara göğüs germesini bilen asil bir ırkın mensubuydu.

Fakat ne yazık ki, yurt ve şeref uğruna mücadele eden her Türk evladının başına gelen, O'nun da başına geldi. Gösterdiği kahramanlıkla felaket günlerinin aşılmasında büyük pay sahibi olan Nene Hatun, uzun yıllar boyunca unutulmuşluğa terkedilmiş, vefatından bir yıl öncesine kadar kendi haline bırakılıp, çile ve sefalet dolu bir hayat sürmesi görmezden gelinmiştir. 1954 yılına dek sahip çıkılmayan Nene Hatun, bu tarihte 3. Ordu Müfettişi Orgeneral Nurettin Baransel Paşa'nın gayretleriyle, aradan yarım asırdan fazla bir zaman geçtikten sonra yeniden hatırlandı ve kaldığı virane evde bir kez daha keşfedilerek kendisine "3. Ordu'nun Nenesi" ünvanı verilip, cüzi de olsa maaş bağlandı. 8 Mayıs 1955'te, Nene Hatun geç de olsa "Yılın Annesi" seçilerek ömrünün son deminde mutlu edilmiştir. Ancak, geç gelen bu saadet günleri uzun sürmedi ve 22 Mayıs 1955'te, 98 yaşındayken zatürre hastalığından vefat etti.

Kabri, uğruna savaştığı toprakların bağrında, Aziziye Şehitliği'ndedir.

*Tarihimizden Altin Bir Yaprak: Nene Hatun*

Takvimler 7 Kasim 1877'yi gosteriyordu.

Nene Hatun uc yil once evlenmisti. Henuz yirmisindeydi ve uc aylik bebegi
vardi. On bes gun once, koyleri Rus askerleri tarafindan isgal edilince,
ailesiyle Erzurum'a gelmisti. Turk ordusu uzunca bir zamandir bircok cephede
carpisiyordu. Dogu cephesinde de savas butun hiziyla devam ediyordu. Aslinda
Gazi Ahmet Muhtar Pasa simdiye kadar dusmanin isini coktan bitirecekti; ama
hesapta olmayan bir dusman daha vardi. Yillarca bu topraklarda birlikte
yasadigimiz Ermenilerden bir kismi simdi ceteler hâlinde geziyor, baskinlar
yapiyor, mâsum insanlari -hem de coluk cocuk demeden- katlediyordu. Daha dun
sabah, yakinlardaki bir koyde ceteler tarafindan agaca civilenen bebegin
hikâyesini dinlemisti. Allah'im bu nasil bir vahsetti, bunu yapanlarin hic
mi vicdani yoktu! Nene Hatun, asirlarca birlik ve beraberlik icinde
yasadiklari bu insanlardan bazilarinin bugun nicin bu derece
canavarlastiklarini zaman zaman dusunuyor; fakat ikna edici bir cevap
bulamiyordu. Bu ceteler yuzunden eli silâh tutan herkes cepheye gidemiyor,
mâsumlar katledilmesin diye koylerde nobet tutuluyordu.

Kerpicten yapilma iki odali evlerinin kucuk odasinda safagin sokmesini
bekleyen Nene Hatun, bir yandan sobanin yani basindaki besiginde uyuyan
bebegini salliyor, diger yandan da mum isiginda sag elindeki Mushaf'i
okumaya devam ediyordu.

Bircok yakini cephedeydi. Uzun zamandir hic birinden haber alamamisti. Dun
kusluk vakti agabeyini getirmislerdi. Vucudunda bogaz bogaza carpismanin
sebep oldugu cok derin sungu yaralari vardi. Âdeta damarlarinda kan
kalmamisti. Ve bir-iki saat sonra Nene Hatun'un kollarinda ruhunu teslim
etti. Nene Hatun, kutlu bir yolda canini veren ve sehadet serbetini icerek
sonsuzluga ucan agabeyinin vucuduna sarilip agladi, agladi, agladi...
Sehitlerin ardindan aglanmaz diye engel olmaya calistilar; ama Nene Hatun
sadece agabeyi icin degil, vatan icin de agliyordu.

Cepheden gelen son haberlere gore dusman cok kalabalikti, ondan da onemlisi
iyi silâhlari vardi. Bunlari dusunurken, dilinden hic dusurmedigi duasini
bir kez daha tekrarladi: "Allah'im, dusmanlari Sen'in azamet ve kudretine
havale ediyor ve serlerinden Sana siginiyoruz."

Sabah ezaninin okunmasina az bir zaman vardi. Disaridan gelen bagrismalar ve
silâh sesleriyle irkildiler. Esinin disari cikmasiyla iceri girmesi bir oldu
ve kararli bir sekilde sunlari soyledi: "Ermeni ceteleri ve Rus askerleri
tabyalara saldirmislar, karsi koymaya gidiyoruz. Eger donemezsem ve dusman
buraya kadar gelirse sakin teslim olmayin, alacaklarsa cesetlerinizi
alsinlar. Allah'a emanet olun!" Ve sobanin yaninda duran baltayi kaptigi
gibi kapidan yildirim hiziyla tabyalara dogru kosmaya basladi.

Nene Hatun'un cesaretli ve sogukkanli bir yapisi vardi. Kocasinin kolay
kolay geri donmeyecegini biliyordu. Arkasindan "Allah yardimciniz olsun!"
diye dua etti.

Zaman hayli ilerlemisti. Silâh seslerinin ardi arkasi kesilmiyordu.
Abdestini tazeledi. Yuregi cephede, kulagi ezandaydi. Fakat minarelerden
ezandan hemen once farkli bir ses duyuldu. Aziziye Tabyalari'nin dusman
eline gectigi, askerlerin cogunun sehit oldugu ilân ediliyordu.

Cok dinleyemedi Nene Hatun. Cocugunu optu, kokladi; "Nâzim'im seni bana
Allah verdi, ben de seni yine O'na emanet ediyorum" dedi. Eline satirini ve
sehit agabeyinin tufegini aldigi gibi tabyalara dogru kosmaya basladi.

Tabyalarda mevzilenmis ceteler ve dusman askerleri, kendilerine dogru
akmakta olan iman ordusu karsisinda sanki butun Anadolu uzerlerine
geliyormus gibi hissettiler. Baslarindaki subayin "Ates serbest!" emriyle
namlular birbiri ardina patlamaya basladi. Ilk siralarda olanlar birer birer
yere yigiliyordu; ama gelenlerin ardi arkasi kesilecek gibi degildi. Dusman,
hic boyle bir direnis beklemiyordu. Yediden yetmise butun Erzurumlular,
tabyalarin demir kapilarini bir kâgit gibi cigneyerek dusmanin icerisine
dalmisti. Ceteler ve dusman askerleri sel sularinda eriyen kar gibi eridi.
Carpisma kisa surmustu. Nene Hatun, cetelerin olanca kinleriyle sokerek yere
attiklari sanli bayragi dustugu yerden aldi, alnina goturdu ve gozlerinden
yaslar bosanirken ait oldugu yere asti. Nene Hatun ve kahraman Anadolu
insaninin o sabah baslattiklari mucadele, dusman, vatan topraklarini terk
edinceye kadar devam etti. Iyi donanimli dusman askerlerinden tabyalar geri
alindi. Uc bin dusman askeri oldurulmustu. Buna karsilik bin kadar sehit
vardi. Varsin olsundu, vatan olmadiktan sonra yasamanin ne mânâsi vardi?!..

Nene Hatun da omzundan yaralanmisti. Ama o âdeta kendini unutmus, yarasi
daha agir olanlarin yardimina kosuyordu. Birkac dakika oncesine kadar
cephede mermi tasiyan, askerlere su dagitan ve siper kazan kahraman kadin,
simdi yerini askerlerin yaralarini saran bir hastabakiciya birakmisti.

O gun Aziziye Tabyalari'nda, Musluman-Turk tarihinde Nene Hatun'la
sembollesen altin bir sayfa daha acildi. Allah icin can siperâne mucadele
veren Safiyye ve Nesibe Hatunlarin, Ûmm-û Hiramlarin, cepheye cephane
tasirken donarak sehit olan Serife Analarin, cephane arabasinin
boyundurugunun bir tarafina elde kalan tek hayvanini, diger tarafina da
kendisini kosarak cepheye mermi tasiyan Ayse Analarin olusturdugu altin
halkaya bir kahraman kadin daha eklendi.

Nene Hatun'un vatan icin kahramanca verdigi mucadele bu kadarla da
bitmemisti. O gun evde uc aylikken biraktigi oglu Nâzim ve daha sonra dogan
uc oglundan ikisi, Birinci Dunya Harbi'nde canlarini vatana feda ettiler.

Ne mutlu sana Kahraman Ana. Kendin gazi, ogullarin sehit...
Aziziye Tabyasi'na diktigin bayrak, bugun dalgalanmaya devam ediyor.

Kaynak: http://www.msxlabs.org/forum/kahraman-turkler/169649-nene-hatun-nene-hatun-kimdir-nene-hatun-hakkinda.html#ixzz1NXMR35rt

Nene Hatun ( 1857 - 22 Mayıs 1955 )

Tarihimize "93 Harbi" adıyla geçen Türk-Rus savaşında Erzurum'un Aziziye Tabyası'nda gösterdiği kahramanlıkla adını tarihe yazdıran Türk kadını. Erzurum'da doğdu, tam doksansekiz yıl orada yaşadı. Bir kahramanlık sembolü olarak tanındı ve anıldı. Ömrünün son demlerini "Üçüncü Ordu'nun annesi" olarak geçirdi. 1955 yılında "Yılın Annesi" seçildikten sonra, 22 Mayıs 1955 günü Erzurum'da zatürreeden vefat etti, Aziziye Şehitliğine gömüldü.
İşte aşağıdaki öykü, onun kahramanlık öyküsü; 1877 yılı kasım ayının7'sini 8'ine bağlayan gece, civarda bulunan iki Ermeni köyünden gizlice harekete geçen kalabalık bir çete, sinsi sinsi yaklaşıp Erzurum'un meşhur Aziziye Tabyası'na girmeyi başarmıştı. Türk-Rus harbinin kanlı ve karanlık günleriydi; tabyayı savunan bir avuç Türk askeri derin uykuda idi. Yataklarında bastırıldılar ve uykuda kılıçtan geçirildiler kahpece. Ve arkadan gelen Rus kuvvetleri de hiç bir mukavemet görmeksizin Aziziye Tabyası'na yerleştiler.
Bu kahpe baskından yaralı olarak kurtulan bir asker, koşa koşa Erzurum'a varıp kara haberi yetiştirdi. Minarelerden sabah ezânı yerine "Moskof Aziziye'ye girdi!" sesleri yükselmeye başladı.
Bir anda bütün Erzurum duymuştu, bu kara haberi. Ve bir anda bütün Erzurum şahlanıvermişti. Tüfeği olan tüfeğini kaptı, olmayan eline ne geçirdi ise; tırpan, kazma, kürek, sopayı alıp sokaklara döküldü. Erkekli, kadınlı bütün Erzurum halkı Aziziye'ye doğru koşmaya başladı.
Şehrin kenar bir mahallesindeki mütevazi bir evde oturan taze bir gelin vardı. Bir gün evvel, ağabeyi Hasan cepheden ağır yaralı olarak eve getirilmiş ve birkaç saat önce, bu taze gelinin kolları arasında can vermişti. Kocası cephede idi.
Minarelerden yükselen "Moskof Aziziye'ye girdi" seslerine, seferber olup koşanların uğultuları karışıyordu. Taze gelin, bu kara haberi duymuş gibi ağlamaya başlayan üç aylık bebeğini emzirip, uyuttu. Usulca onu beşiğine bıraktı ve heyecan dolu bir sesle: "Seni bana Allah verdi, ben de seni Allah'a emanet ediyorum yavrum" diye mırıldandı.
Sonra şehit kardeşinin döşeğine seğirtti. Ölüyü alnından öptü: "-Seni öldüreni öldüreceğim ben de" dedi, kin dolu bir sesle.
Ve masanın üzerinden satırı kapmasıyla, kapıdan dışarı fırlaması bir oldu. O da çılgınca Aziziye'ye doğru koşmakta olan kadınlı-erkekli, taşlı-sopalı kalabalığın arasına karıştı.
Bütün Erzurum, o Dadaşlar diyarı şahlanmıştı. Erzurum halkı bir sel gibi akıyordu, canından aziz saydığı Aziziye Tabyası'na doğru.
Aziziye'ye yerleşmiş bulunan Moskof, tabyaya yaklaşmakta olanlara karşı yaylım ateşine geçince, bir hayli Erzurumlu kırıldı. Onların kırılışını görmek, ayakta kalabileni büsbütün şahlandırmış ve tabyanın demir kapılarına gülle gibi yükselen kalabalık, bir anda içeri doluvermişti. Demir kapılar bile dayanamamıştı bu olağanüstü imân karşısında.
Aziziye'de boğaz boğaza kanlı bir dövüştür başladı. Balta, tırpan, kazma ve sopası olmayan pençeleriyle Moskofun gırtlağına yapışıyordu. O toplu tüfekli ordu, tam bir bozguna uğramıştı bu ilahi şahlanış karşısında. Türk demeye dili dönmeyen Moskof askerleri Osmanlıyı da kısaltıp, sadece "Osman"a çevirmişlerdi. Başı dara gelen "Osman teslim" deyip canını kurtarmaya bakıyordu. Başka bir zaman olsaydı, Türk'ün merhameti galebe çalardı belki. Fakat bu zaman, başka zamanlardan çok farklıydı. Aziziye'nin dışında ve içinde kadınlı, ihtiyarlı, çocuklu yüzlerce Erzurumlu, kanlar içinde yatıyordu. Onlara ateş açanlar acımışlar mıydı?
Ne "Osman"ı dinleyen oldu, ne de "teslim"e kulak asan". Taze gelin de elinde satırı, karşısına çıkan Moskof'un kafasına, suratına indiriyordu. Şehit düşen ağabeyinin acısını, bin Moskof'u öldürse içinden atamazdı.
2000'e yakın Moskof askeri öldürülmüş ve Aziziye kurtarılmıştı. Düşmanın geri kalan kısmı, selameti atlarına atlayıp kaçmakta bulmuştu. Onları takip etmek için Erzurum'lunun atı yok, fakat ne lazım, ruhlar kanatlıdır. Kaçan atlıyı kovalayan yaya, yine de yakalayıp haklamayı biliyordu.
Yaralılar arasında taze gelin de vardı. Elinde satırı ile dövüşürken aldığı bir yaranın tesiriyle o da kanlar içinde yere yıkılmıştı. Fakat yaralı olarak, baygın halde bulunduğu zaman dahi elindeki kanlı satırını sıkı sıkıya kavramış, bırakmıyordu hırs dolu pençelerinin arasından.
Adı Nene idi taze gelinin. O günden sonra da bütün Erzurum'un tanıyıp saydığı kişilerin arasına katıldı. Doksansekiz yıllık ömrü boyunca bütün Erzurumlulara Moskof'un Aziziye'de nasıl tepelenişini anlattı. Fakat kendinden birkaç kelime ile bahsetti. Ölümünden bir yıl önce kendisini ziyaret eden NATO Başkumandanı'na "Ben o zaman icâp eden şeyi yapmıştım. Bugün de icâp ederse anı şeyi yaparım" demiş ve Amerikalı generali kendine hayran bırakmıştı...


ERZURUM tabyalarından

Bir şimşek çakıyor, yine bir şimşek,
Çakıyor Erzurum tabyalarından!
Dizilmiş Nâme'ler, Nineler tek tek,
Bakıyor Erzurum tabyalarından.

Yediden yetmişe, tek vücut, tek can;
Erzurum bir sevda, Erzurum vatan!
Taptaze bir yara gibi hep o kan,
Akıyor Erzurum tabyalarından.

Bu sevda bir sel ki tesnedir kine,
Bir kez kabardı mı sığmaz bendine..
Bu sevda, yıllardır bizi kendine,
Çekiyor Erzurum tabyalarından.

Ahmet Muhtar Paşa'm, al bizi yürüt!
Küffarın kökünü yeniden kurut!
Dün bugün misali halâ kan, barut,
Kokuyor Erzurum tabyalarından.

Dadaşıma artık; ha ateş, ha kar,
Burada savaşın adı; 'KANLI BAR'.
Ovaya sis değil, mücahit rûhlar,
Çöküyor Erzurum tabyalarından.

Gökler alev alev, yer bayrak bayrak,
Ya şu ufuklara, şu dağlara bak!
Bu gece dünyaya başka bir şafak
Çöküyor Erzurum tabyalarından.

Bekir Sıtkı'm, şaşma nice bir tarih!
Gündüzü bir tarih, gece bir tarih;
Destanı sen değil, koca bir tarih,
Okuyor Erzurum tabyalarından.


BEKİR SITKI ERDOĞAN

"Milli Şehit" Boğazlıyan Kaymakamı Kemal Bey

"MİLLİ  ŞEHİT"  BOĞAZLIYAN KAYMAKAMI KEMAL BEY
Tekin EROL
Vatan severleğin bedeli ağırdır. Bu ağır bedeli ödeyenlerden biri de Boğazlıyan Kaymakamı Mehmed Kemal Bey'dir. Hükümetin emrini yerine getirmekten başka suçu olmayan Kemal Bey "mâruf “ Nemrud Mustafa Paşa'nın başkanlığındaki, çoğunluğunu Ermeni üyelerin meydana getirdiği Divân-ı Harb tarafından "Ermeni tehcirinde vazifesini kötüye kullanarak ölümlere sebep olduğu gerekçesiyle" ölüme mahkûm edilmiş; Beyazıt meydanında asılarak karar yerine getirilmiştir Târih: 8 Nisan 1919

Ermeni meselesi ne idi ve olaylar niçin bu noktaya gelmişti? Kabaca konuya temas etmek istiyoruz.

Yüz yıllar boyu Osmanlı topraklarında huzur ve güven içinde yaşayan Ermeniler, Osmanlılar'ın zayıflamaya başladıkları bir zamanda, dış güçlerin tesiriyle devlet kurma hayâline kapılıp yer yer isyan çıkarırlar; kadın, çocuk, ihtiyar demeden sivil halkı katlederler. İmparatorluk zâten büyük gaile içindedir. Ermeniler'in "içten" vuruşları devleti güç durumda bırakır. Başta bulunan İttihad ve Terakki hükümeti bir kânun çıkartarak Ermeniler'in tehcirine karar verir. Sadrâzam Talat Paşa'nın imzasıyla yayınlanan ve 14 Mayıs 1331 (1915) târihinde yürürlüğe giren kânunun metni şöyledir:

Madde 1: Sefer vaktinde ordu, kolordu ve tümen komutanları ve bunlann vekilleri ve müstakil mevki komutanları ahâli tarafından her hangi bir surette hükümetin emirlerine, memleketin müdafaasına ve asayişin muhafazasına ait icraat ve tertibat karşı gelme ve silâhlı tecâvüz ve dayanma görülürse derhâl askeri kuvvetlerle en şiddetli surette tedibat yapmaya, tecâvüz ve direnmeyi esâsından yok etmeye izinli ve mecburdur.

Madde 2: Ordu, müstakil kolordu, tümen komutanları askeri kampları mebni veya casusluk ve hainliklerini hissettikleri köyler ve kasabalar ahâlisini tek tek veya topluca diğer yerlere sevk ve iskân ettirebilirler.

Madde 3: İşbu kânun neşri târihinden geçerlidir. 13 Recep 1333 ve 14 Mayıs 1331 (1915).

Dâhiliye Nezâreti, o sıra Boğazlıyan Kaymakamı ve Yozgat Mutasarrıf Vekili olan Kemal Beye bir şifreli telgraf çeker: "Kazanın dâhilinde bulunan bilumum Ermenileri 24 saat zarfında yola çıkaracaksınız, bunların sevk edileceği istikâmet Suriye'dir. Şifrenin alındığının acele bildirilmesi"

Kemal Bey kaza hudutları içindeki Ermeniler'in tehcirini emreder ve bizzat uygulamaya girişir.

Mondros mütârekesinden sonra İtilaf devletlerinin baskısıyla Dâmad Ferit hükümeti, Ermeni tehcirinde suçlu gördükleri yöneticileri Divân-ı Harbe sevkeder. Bunlardan biri de idealist vatan sever Boğazlıyan Kaymakamı Mehmet Kemal Bey'dir. Hayret Paşa başkanlığında kurulan mahkemede, beliğ bir savunma yaparak şöyle der:

'!.. savaşta yenilişimizin aleyhimizde meydana getirdiği hezeyanı durdurmak maksadıyla, iddia makamının da isteği üzerine kurbanlar verilmesi bir siyâset icabı sayılıyorsa bu kurban ben olamam. Siz kurban seçmekle değil, ancak hak ve adaletle hüküm vermek vicdani görevini taşıyan bir yüksek heyetsiniz. Mutlaka kurban aranıyorsa her hâlde bütün bu işlerin tertipçisi ve idarecisi olarak benim gibi küçük bir memur bulunacak değildir".

"Toplama "  şahitler ise  Kemal Beyi en ağır şekilde suçluyorlar. İngilizler ve Ermeniler idam cezası vermesi için Hayret Paşa'ya baskı yapıyorlardı. Baskılar karşısında Hayret Paşa çekilir, yerine "Nemrud"  lakabıyla tanınan Mustafa Paşa tâyin edilir.

Kemal Bey "peşin hükümlü "Nemrud Mustafa Paşa başkanlığındaki mahkeme tarafından 8 Kasım 1919'da idama mahkûm edilir. Bu, "savaş suçlusu "  aleyhine verilen ilk idam cezası idi.
İdam kararı tasdik edilmek üzere saraya gönderilir. Pâdişâh Mehmed Vahideddin karârı tasdik etmek istemez. "Bu yoldaki hükümler devam edecek olursa, iş intikam ve bilahare mukâtele şeklini alacağından çekinerek" şeyhülislâm tarafından fetva verilmesini talep eder. Mustafa Sabri Efendi şu yolda bir fetva verir:

"Divân-ı Harb-i Örfi tarafından idama mahkûm edilen Kemal’in muhakemesi hak ve adle muvafık bir surette icra edilmiş olduğu takdirde hakkında sâdır olan hükm-i idamın derûn-ı varakada Muharrer fetva ve nükûl-i şer'iyyeye muvafık olduğu vareste-i arzdır".

Pâdişâhın idam karârına karşı çıkacağını anlayan Dâhiliye Nazırı Mehmed Ali Bey ile Adliye Müsteşarı ve İngiliz Muhibleri Cemiyeti Reisi Said Molla, pâdişâhı kandırması için Dâmad Ferit Paşa'yi saraya göndermişlerdi. Karar saraydan çıktıktan sonra Bekirağa Bölüğünde kalan Kemal Bey akşamın alaca karanlığında buradan alınarak Beyazıt meydanına getirilir. İdam sehpâsının etrafını polis ve jandarma sararak, halk yaklaştırılmaz. Kemal Bey sehpâda halka dönerek son sözünü söyler:

"Sevgili vatandaşlarım, ben bir Türk memuruyum. Aldığım emri yerine getirdim. Vazifemi yaptığıma vicdanım emindir. Sizlere yemin ederim ki ben masumum, son sözüm bu gün de budur, yarın da budur. Ecnebi devletlere yaranmak için beni asıyorlar. Eğer adalet buna diyorlarsa kahrolsun adalet!.."

Meydana yığılan on binler hep bir ağızdan bağırır:

"Kahrolsun böyle adalet!.."   Kemal Bey sözüne devam eder:

"Benim sevgili kardeşlerim, asil Türk milletine çocuklarımı emânet ediyorum. Bu kahraman millet, elbette onlara bakacaktır. Vatan uğrunda cephede ölen bir insan gibi şehit gidiyorum. Allah vatan ve milletimize zeval vermesin,.. Amin!.,"

Halk hıçkıra hıçkıra ağlamaktadır.

Meydanı gören eski rektörlük binasının  penceresinden devrin Adliye Müsteşarı Said Molla'nın cellatları  paylayan bağırtısı duyulmaktadır:

"Söyletmeyin bu alçak herifi!... Hemen asın bu k..."

Az sonra 35 yaşındaki gencecik büyük vatan sever dar ağacında sallanıyordu.

Köşe başlarını tutan Fransız ve İngiliz askeri halkı güçlükle dağıtmışlardı. O akşam Bayezid Câmisi'nin gasilhânesine bırakılan Kemal Bey'in naaşı sabah buradan alınarak Kadıköy'deki teyzesinin evine getirilir. 10 Nisan 1919'da vasiyeti üzerine, Kadıköy Mahmut Baba türbesinde oğlunun mezarı yanına gömülür. Cenazesi büyük bir törenle kaldırılmıştır. Töreni Kadıköy, Mecidiyeköy, Üsküdar Dergâh şeyhi Münib Efendi idare eder. Çok sayıda subay ve erin de katıldığı cenazeyi Tıbbıye talebeleri " Türkler'in büyük şehidi Kemal Bey"   yazılı bir çelenkle karşılarlar. Cenaze alayı geçerken Kadıköy İtfaiye Karakolu önündeki bir manga asker selâm durur. Tabut omuzlar üzerinde değil, bir çığ gibi büyüyen kalabalığın elleri üzerinde kabristana getirilir.

Kemal Bey'in üzerinden çıkan vasiyeti târihe bir belge olarak kalacaktır:

"Merhum sevgili oğlum Adnan'ın medfun bulunduğu Kadıköy Kuşdili çayınndaki kabristanda yavrumun yanında gömülmemi diliyorum. Teyzem ve kardeşim Kadıköyü'nde sakindirler. Teyzemin adresi Mühürdar caddesinde 67 numaralı hanededir. Adı İsmet Hanım'dır. Defin masrafı teyzeme tevdi" buyurulmalıdır. Kabir taşım, hamiyetli Türk ve Müslüman kardeşlerim tarafından dikilmeli ve üstüne şöyle yazılmalıdır: Millet ve memleket uğrunda şehid olan Boğazlıyan Kaymakamı Kemal'in ruhuna Fatiha!.. Perişan zevcem Hatice'ye, yavrularım Müzehher ve Müşerrefe muavenet edilmesini, yavrularımın tahsil ve terbiyesine ihtimam buyurulmasını vatandaşlarımdan beklerim."

"Babam, Karamürsel aşar memuru’l-sâbıka Arif Bey de âcizdir. Kardeşim Münir de kimsesizdir. Bunlara da mu'âvenet olunursa memnun olurum. Türk milleti ebediyyen yaşayacak, Müslümanlık asla zeval bulmayacaktır. Allah millet ve memlekete zeval vermesin. Ferdler ölür, millet yaşar, inşallah Türk milleti ebediyyete kadar yaşayacaktır".

30 Mart 1335
Boğazlıyan Kaymakam-ı sabıkı Kemal.

Millet onu unutmadı. Türkiye Büyük Millet Meclisi 14 Ekim 1922'de çıkardığı özel bir kânunla "Milli Şehit" olarak kabul etti. Boğazlıyan'da bir mahalle ve bir ilkokul "Milli Şehit"in adını taşır.

"Milli Şehid"imizi şehâdetinin 80. yılında rahmetle anıyoruz. Nur içinde yatsın.

BOĞAZLIYAN KAYMAKAMI KEMAL BEY

1885'te Beyrut'ta doğmuştur. Gümrük Başkâtibi Arif Bey'in oğludur.1912'de Gebze, 1913'te Karamürsel, 1915'te Boğazlıyan Kaymakamlıkları'nda bulunmuş, bilâhare İzmit Sancağı Muhacirin Müdürlüğü'ne tâyin olunmuştur.

Son vazifesinde iken 13/6/1918'de mütârekenin karışık ortamında bir kısım politikacıların ve Ermeni komitacılarının zorlaması sonucu memuriyetten azledilmiş ve mahkemeye sevk edilmiştir.

Konya İstinaf Mahkemesi'nde beraat etmesine rağmen, yine politik baskılarla tevkif edilerek İstanbul'a götürülmüş ve galip devletlerin baskısına dayanamayan İstanbul hükümetince Hayret Paşa Divânına sevk edilmiş, sözde bir mahkemeden sonra idama mahkûm edilmiş. 10 Nisan 1919 Perşembe günü de asılarak hüküm infaz edilmiştir.

Ertesi günü büyük bir halk topluluğu tarafından buraya defnedilen Kemal Bey'in idamı milli uyanışın ve İstanbul hükümetinin kamu oyunda mahkûmiyetinin ilk açık belirtisi olmuş, mezarının başında bir tıbbiyeli şöyle feryat etmiştir: "Kemal sen şu anda toprağa ektiğimiz bir çiçeksin .Orada büyüyecek dalların o kadar ki, seni bu akıbete lâyık görenlerin hepsini paramparça edecekler, intikamın behemal alınacaktır Kemal".

Kemal Bey, TBMM'nce 14 Ekim 1922 târihinde çıkarılan bir kânunla "Milli Şehit" olarak tescil edilmiştir.

Ruhu Şad Olsun.

Kaynak:Türk  Dünyası  Tarih  Dergisi  Mayıs 1988  Sayı:17  Sayfa:44-46