23 Ekim 2014 Perşembe

ÖMER FAHREDDİN TÜRKKAN PAŞA

HAKKINDA BELGESEL VE http://www.youtube.com/watch?v=wKzXG0ZboUU

Medine Müdafii Çöl Kaplanı Fahreddin Paşa


Elinin tersiyle alnında biriken teri sildi. Durdu. Her iki yanındaki İngiliz askerlerine baktı. Onların gözlerindeki korkuyu hissetti. Ne de olsa "Çöl Aslanı"na refakat ediyorlardı. Tüfekleri ellerinde, parmakları sürekli tetiklerinde idi. Korkuyorlardı. Döndü ve tozdan artık iyice seçilmez olan şehre baktı. Yüreği daraldı. Nasıl bırakırdı, nasıl giderdi? Sırtına inen dipçikle zor da olsa döndü ve tekrar yürümeye başladı.

Haziran 1916'da İngiliz müfsitlerin telkinleriyle ayaklanan Şerif Hüseyin'e bütün İslâm âlemi tepki göstermiş; ama o, ihanetinden dönmemişti. Kendince bahaneler bulmuştu bu menfî hareketine... Osmanlı'yı İngilizlerin yanında savaşa girmemesi dolayısıyla yargılıyor ve kendi kurduğu mahkemede mahkûm ediyordu.

Osmanlı birlikleri, isyan başladığında Yemen'de âdeta bir ölüm kalım savaşı veriyordu. Hava sıcaktı, hem düşmanla hem de salgın hastalıklarla mücadele ediyorlardı. Dahası diğer cephelerden gelen kötü haberler iyice zorlaştırıyordu işlerini. Asker yorgundu, asker yılgındı. Fakat Şerif Hüseyin'in isyanı başkaydı. Alınan haberlere göre isyancılar, 7 Temmuz 1916'da Mekke'ye ulaşmışlardı. Sıra, Hazreti Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrinin bulunduğu Medine'ye gelmişti. Kanal Cephesi ve sonrasında bölgede kurulan cephelerde 4. Ordu Komutanı Cemal Paşa, buranın savunmasını Fahreddin Paşa'ya vermişti ve onu 17 Temmuz 1916'da Hicaz Seferi Kuvvetleri'nin başkumandanı olarak atamıştı.

Osmanlı birlikleri Medine önlerine ulaştığında şehir tam bir muhasara altında idi. Bir yanda düşman askeri, diğer yanda çöl, burayı dış dünyadan âdeta tecrit emişti. İsyancıların çemberi kısa zamanda yarıldı ve şehir Osmanlı kontrolüne alındı. Ama asıl çile şimdi başlıyordu. Şerif Hüseyin'in oğlu kararlıydı, Medine alınacaktı.

Kuşatma Haziran 1916'dan Ocak 1919'a kadar tam 2 yıl 7 ay sürdü. Askerlerin bir kısmı firar etti, yiyecek bitti, su tükendi. Ama o kararlıydı. Yapamazdı, Resulullah'ın (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrini terk edemezdi. Ama ümitsizlik artık askerlerinin damarlarına iyice işlemişti. Bazılarına göre her şey bitmişti. İşte tam bu sırada Fahreddin Paşa'nın, Çaldıran Seferi'nde ümitsizliğin pençesine düşmüş askerlerini birer kaplana çeviren Yavuz gibi yaptığı konuşma, yeniden diriltmişti bu yorgun ruhları:

"Ey İnsanlar! Mâlûmunuz olsun ki, yiğit ve kahraman askerlerim; bütün İslâm'ın sırtını dayadığı yer, mânevî gücün desteği, Hilâfet'in gözbebeği olan Medine'yi son kurşununa, son damla kanına, son nefesine kadar muhafazaya ve müdafaaya memurdur. Buna Müslüman'ca, askerce azmetmiştir. Bu asker, Medine'nin enkazı ve nihayet Ravza-i Mutahhara'nın yeşil türbesi altında, kan ve ateşten dokunmuş bir kefenle gömülmedikçe, Medine-i Münevvere kalesinin burçlarından ve nihayet Mescid-i Saadet minareleriyle yeşil kubbesinden al sancağı alınmayacaktır! Allahu Tealâ bizimle beraberdir! Şefaatçimiz O'nun Resulü, Peygamber Efendimiz'dir (sallallahü aleyhi ve sellem). Ey bütün tarihi eşsiz kahramanlar; şan ve şerefle dolu Osmanlı ordusunun yiğit zâbitleri! Ey her cenkte (savaşta) cihanı tir tir titretmiş, asla kimseye boyun eğmeyerek dâima namus ve din borcunu kanıyla ödemiş yiğit Mehmetçiklerim, kardeşlerim, evlâtlarım! Gelin hep beraber Allah'ın ve işte huzurunda huşû ve aşk içinde gözyaşları döktüğümüz Peygamber'in (sallallahü aleyhi ve sellem) karşısında, aynı yemini tekrar edelim ve diyelim ki; Ya Resulallah, biz Sen'i bırakmayız!"

Çırpınıyordu. Görünen düşmandan çok görünmeyen düşmanla, ümitsizlikle mücadele ediyordu. Askerlerinin onu, dik görmesi gerektiğini düşünüyor, bunun için canla başla çalışıyordu. Mahiyetindeki subay ve erleriyle birlikte bir sabah namazını Mescid-i Nebevi'de edâ ettikten sonra Peygamberimiz'in (sallallahü aleyhi ve sellem) kabrine geldi ve mübarek huzurunda yemin etti, şeref sözü verdi: "Yâ Resulallah! Son neferimize varıncaya dek şehit olmadıkça Sen'in mübarek bedenini düşman eline teslim etmeyeceğiz."

Askerleri yiyeceklerinin tükendiğini söyleyince, onlara çekirge yemelerini emretti, öyle ya çölde çekirgeden bol ne vardı ki! "Çekirgenin serçeden ne farkı var? Yalnız tüyü yok. O da serçe gibi kanatlı ve uçuyor. Serçe gibi huysuz ve serçe gibi asabi. Yediği şeyleri itina ile seçiyor ve temiz şeyler yiyor." Gündüzleri askerinin zihnine âbidevî bir duruş nakşeden Fahreddin Paşa, geceleri Mescid-i Nebevî'ye gidiyor ve orada sabaha kadar gözyaşı döküyordu: "Ya Resulallah, Sen'i nasıl bırakırım..."

Mondros'un imzalandığı haberi Medine'ye ulaştığında herkes gözlerine bakar, bitti mi artık dercesine. "Hayır, bitmedi." demedi belki; ama teslim olmaya dâir de en ufak bir îmada bulunmamasından burayı vermeyeceği anlaşılıyordu. Harbiye Nazırı Cevat Paşa'nın teslim emri kendisine ulaştığında silâh arkadaşlarına şunları söylemişti: "Hükümet, Medine'nin anahtarlarını bir İngiliz yüzbaşısına teslim et, diyor. Böyle bir şey yapmaktansa silâhlarımızla dövüşerek ölmek evlâdır. Buranın teslimi için yalnız harbiye nazırının ve hükümetin emri yetmez, mutlaka Hilâfet ve padişahın bir iradesi olmalıdır."

Bu kararlılık 27 Ocak 1919'daki o kara güne kadar sürdü.

Sabaha karşı uyuyakalmış olmalıydı, zîrâ uyandığında üniforması üzerinde idi. Kendine gelmeye çalışırken, diğer taraftan da özel odasında silâh arkadaşlarının ne aradığını anlamaya çalışıyordu. "Bitti paşam!" diyebildi biri. Anlayamadı. Sonra ellerinde silâhlarıyla İngiliz askerlerini gördü. "Buraya kadar paşam, teslim olunuz!" Beyninden vurulmuşa döndü. Gözünden büyük birkaç damla yaş düştü. Hiddetle kalkmak istedi, silâhına uzandı bir yandan, ama ne mümkün, derhal engellendi. Konuşmadı; ama gözleri onun yerine yalvardı âdeta; "Bırakın, Allah aşkına bırakın!" Bırakmadılar. Zîrâ İngilizler zaten böyle bir hamle bekliyorlardı. Çöl Aslanı'nı feda edemezlerdi. Çaresiz mâni oldular komutanlarına...

Dışarı çıktığında yüzlerinde hay­â­sız bir zaferin nişanesi hükmünde ukalâ tebessümleri ile diğer İngiliz subaylarını gördü. Biri yanaştı ve bu büyük kahramana elini uzattı, sıkmak istedi. Paşa ağlıyordu. Görmedi veya görmezden geldi. Bir diğeri yanaştı bu sefer, göz işareti ile kılıcını istedi. Kaşları çatıldı. Kılıcının kabzasını sıkı sıkı tuttu. Ravza-i Mutahhara'nın bulunduğu yöne döndü yüzünü. Kılıcını çekti ve secdeye kapanıp kılıcını yere bıraktı. Medine'ye bir ölüm sessizliği çöktü, artık hep birlikte ağlayan askerlerin gözyaşları insanın içine işleyen kumlu rüzgâra karıştı. Ayağa kalktı. Arkasını döndü, iki adım atmıştı ki âniden: "Affet beni, ya Resulallah!" dedi ve hıçkırıklara boğuldu.

Şimdi artık Medine iyice gözden kayboldu. Onu Yenbu Limanı'na ulaştıracak cipe binerken kum fırtınası iyice ağırlaştı. Başını öne eğdi. İngiliz askerleri, pürdikkat onu izliyorlardı. Ellerini kaldırdı göğe ve Medine gözden kaybolurken dilinden şunlar döküldü: "Allah'ım, ben sözümü tutamadım. Sen beni affet!"

Biz de diyoruz ki, ey Medine müdafii kahraman insan! Üzülme. Sen'in ruhunu şad edecek, İslâm'ı dünyanın her yerinde lâyıkıyla temsil edecek, Allah Resulü'nün (sallallahü aleyhi ve sellem) adını dünyanın dört bir yanına götürecek, mübarek beldelere gerçek mânâda sahip çıkacak altın bir nesil yetişiyor. Ecdadın kaybettiği her yerde ve dünyanın dört bir bucağında bütün insanlık, bu nesli bekliyor.

Fahreddin Paşa Kimdir 
Medine Müdafii olarak tanınan Fahreddin Paşa,1868'te Rusçuk'ta doğdu. Asıl adı Ömer'dir. Soyadı kanunundan sonra Türkkan so­yadını almıştır. 93 Harbi'nden sonra ailesiyle birlikte İstanbul'a gelen Ömer Fahreddin 1888'de Harp Okulu'nu, 1891'de Erkân-ı Harbiyye'yi bitirdi ve kurmay yüzbaşı olarak orduya katıldı. Balkan Savaşı sırasında Çatalca savunmasında­ki başarısıyla Edirne'nin geri alınmasın­da rol oynadı. Osmanlı Devleti 1914'te 1. Dünya Savaşı'na girdiği vakit miralay rüt­besiyle Dördüncü Ordu'ya bağlı 12. Ko­lordu kumandanı olarak Musul'da bulunuyordu. 25 Kasım 1914'te mirlivalığa terfi ettirildi. 26 Ocak 1915'te 12. Kolordu'daki vazifesine ilâveten Dördüncü Or­du kumandan vekilliğine getirildi.

İngilizlerle anlaşan Mekke Şerifi Hüseyin'in isyana hazırlandığı ha­berinin alınması üzerine Fahreddin Pa­şa Dördüncü Ordu kumandanı Cemal Pa­şa tarafından Medine'ye gönderildi. Fahreddin Paşa'nın sa­vunduğu Medine dışındaki hemen bü­tün büyük merkezler âsilerin eline geç­ti. Bu sırada Kanal Harekâtı bütün şid­detiyle devam ettiğinden Hicaz'a asker gönderilemiyordu. Fahreddin Paşa elin­de bulunan son derece kısıtlı imkânlar­la Medine'yi iki yıl yedi ay boyunca kahramanca mü­dafaa etti.

İngilizler tarafından 'Türk kaplanı' di­ye adlandırılan Fahreddin Paşa 27 Ocak'ta savaş esiri olarak Mısır'a gönderildi. 5 Ağustos'ta Malta'ya sürgün edildi. Sür­gün sırasında, savaş suçlularını yargıla­mak üzere işgalci devlet tarafından İs­tanbul'da kurdurulan ve başkanından dolayı halk arasında Nemrud Mustafa Dîvânıharbi adı verilen mahkemece ölü­me mahkûm edildi. Ancak Fahreddin Pa­şa Ankara hükümetinin gayretleriyle 8 Nisan 1921'de Malta'dan kurtuldu. Ber­lin'de karşılaştığı Enver Paşa'nın daveti üzerine Moskova'ya geçti. 24 Eylül 1921'de Millî Mücadele'ye katılmak için Ankara'ya geldi. 9 Kasım 1921'de Türkiye Büyük Millet Meclisi'nin Kabil sefirliğine tayin edildi. Türk-Afgan dostluğunun gelişmesinde önemli rol oynadı. 12 Ma­yıs 1926'da görevinin sona ermesi üze­rine yurda döndü. 5 Şubat 1936'da Türk Silâhlı Kuvvetleri'nden tümgeneral rüt­besiyle emekliye ayrıldı. 22 Kasım 1948'de vefat etti ve vasiyeti üzerine Rumelihisarı'na defnedildi.

(TDV İslâm Ansiklopedisi'nden özetlenerek iktibas edilmiştir.)

* Bu mısraların sahibi, Türk tarihinin en şerefli sayfalarından biri olan tarihî Medine Müdafaası'nda bulunmuştur ve bu mısraları Ömer Fahreddin Paşa'ya ithaf etmiştir.

Selahattin Eyyubi


Selahaddin  Eyyubi
Selahaddin Yusuf bin Eyyub 
Haçlı Seferleri’ne karşı direnen büyük komutan

1138 yılında Tikrit’te doğdu. Babası Necmeddin Eyyub, Selçuklu emiri İmadeddin Zengi’nin hizmetinde idi. Annesi Selçukluların Harim emiri Şihabeddin Mahmud ibn Tokuş el-Harimi'nin kızkardeşidir. Hıttin Savaşı'yla 2 Ekim 1187 tarihinde Kudüs'ü Haçlılar'ın elinden aldı. Kudüs’te 88 yıl süren hıristiyan egemenliğine son verdi. Bölgede yaşanan katliamları durdurdu. Hıristiyanların düzenledikleri III. Haçlı Seferi'ni etkisiz hale getirdi. En güçlü olduğu dönemde Mısır, Suriye, Irak, Hicaz ve Yemen etkisi altına aldı. Irak'taki Selahaddin şehri ve Selahaddin Kartalı da onun adını taşımaktadır. 4 Mart 1193 tarihinde Şam’da vefat etti. Mezarı Emeviye Camii haziresindedir.

Türbesini gezmek için: 

EYYÛBÎLER;

Ünlü kumandan ve siyâset adamı Selâhaddîn Eyyûbî tarafından Sûriye, Filistin, Mısır ve Yemen’de kurulan devletin adı. Hânedânın kurucusu olan Selâhaddîn Eyyûbî, Hazbani Kabîlesine mensuptu. Ancak bu âile uzun yıllar Türkler arasında bulunmuş ve tam mânâsıyla Türkleşmişti. Selâhaddîn Eyyûbî, 1138’de çok sayıda askeri ile birlikte Musul Türk kumandanı Zengî bin Aksungur’un hizmetine girdi. Bu durumun akabinde Selâhaddîn’in kardeşi Şirkuh da Zengî’nin oğlu Nûreddîn’in hizmetine girdi. Şirkuh bu hizmetteyken, 1169’da Mısır’ın kontrolünü ele geçirdi ise de, çok geçmeden öldü ve onun halefi olarak yerine Selâhaddîn geçti.

Böylece hânedânın gerçek kurucusu olarak ortaya çıkan Selâhaddîn Eyyûbî, 1171 yılında, Şiî Fâtımî idâresini tamâmiyle ortadan kaldırdı. 1175 yılında ise İsmâil Zengî ile Böri Gâzi’nin kumanda ettiği orduyu Kurunhama’da bozguna uğrattı ve Eyyûbî Devletinin temellerini attı. 1176 yılında kardeşi Turan Şahla berâber Yemen’deki Abdün-nebi Fırkasını yıkan Selâhaddîn Eyyûbî, Abbâsî halîfesi tarafından Suriye, Yemen, Filistin ve Kuzey Afrika’nın sultânı îlân edildi. Bu durum aynı zamanda halîfe tarafından devletinin kabul edilmesi demekti.

Selâhaddîn Eyyûbî ilk iş olarak Mısır’daki Fâtımî idâresinin son izlerini de ortadan kaldırdı. Onların eski toprakları üzerinde din ve eğitimde kuvvetli bir siyâsetin teşvik ve uygulayıcısı oldu. Şiîliğin yerine Sünnî mezhebini yaymaya başladı. Bunda başarılı olan Selâhaddîn, Mısır ve Suriye’de Fâtımîlerin yaydığı yanlış îtikâdın önüne geçerek, Ehl-i sünnet îtikâdının yayılmasında önder oldu. Selâhaddîn Eyyûbî’nin tâkib ettiği siyâsetin diğer bir yönü de Haçlılara karşı cihâd hareketinin başlatılması idi. Bilindiği gibi bu yüzyılda Haçlılar iki defâ Anadolu’dan Kudüs’e kadar gitmişler ve geçtikleri yerlerde kan ve gözyaşından başka bir şey bırakmamışlardı. Hattâ bu zâlimler, kendi dindaşları ve ırkdaşlarının kalplerinde bile derin bir nefret uyandırmışlardı. Kutsal şehir Kudüs, yıllardır bu zâlimlerin elinde bulunmaktaydı. Nitekim Selâhaddîn’in Haçlılara karşı tesirli bir şekilde başlattığı cihâd siyâseti, bütün İslâmî gayret ve heyecanı onun etrâfında birleştirdi. Türk ve Arab ordularının aynı gâye etrâfında toplanmasını sağladı.

Topladığı bu kuvvetlerle 1187 yılında Haçlıların karşısına çıkan Selâhaddîn Eyyûbî, Hattin’de parlak bir zafer kazandı. Perişan bir vaziyete düşen Haçlıların elindeki bütün kaleler, Kudüs dâhil Eyyûbîlerin eline geçti. 89 yıl düşman elinde kalan kutsal şehir Kudüs’ün de ele geçirildiği bu zaferle, bütün Müslümanların gönüllerinde taht kuran Selâhaddîn Eyyûbî, büyük bir üne kavuştu. Avrupa bu hezîmet karşısında birbirine girdi ve üçüncü Haçlı seferi için çalışmalara başladılar. Ancak bu yeni Haçlı ordusu daha Akka’da iken hezîmete uğratıldı ve yine onların aleyhine olarak bir antlaşma imzâlandı.

Hemen hemen bütün günleri harp meydanlarında geçen, Ortadoğu’daki Haçlı varlığının belini kıran ve onu aslâ eski gücüne kavuşamayacağı bir hâle getiren, böylece Ortadoğu-İslâm dünyâsının kudretini bütün Avrupa’ya gösteren Mücâhid Sultan, 4 Mart 1193 Çarşamba günü Dımaşk (Şam)’da vefât etti. Aynı şehirde bulunan kabri bugün büyük ziyâretgâhlardandır.

Selâhaddîn Eyyûbî, ölmeden önce devletinin çeşitli bölgelerini oğullarına ıktâ olarak dağıtmıştı. Bununla berâber merkezî kontrol, oğullarından El- Âdil’in elindeydi. Bu sultan zamânında, daha önceki aktif politika terk edilerek yumuşak bir siyâset izlenmeye başlandı. Frenklerle barış yapılarak ilişkiler normal bir ortama dönüştü. 1205 senesinde Samsat, Serve ve Ra’sul-ayn’ın şehirlerine hâkim olan Melik el-Efdal amcası El-Âdil’le ilişkisini keserek Anadolu Selçuklu Sultanı Keyhüsrev’e bağlandı. Bu dönemde Eyyûbîler, 1208’de Ahlat’ı, 1215 senesinde ise Yemen’i hâkimiyetleri altına aldılar. Beşinci Haçlı seferi sırasında Dimyat’ın Haçlılar eline geçmesi ile üzüntüsünden hastalanan Sultan El-Âdil çok geçmeden vefât etti (10 Eylül 1218). Yerine oğlu Kâmil geçti.

El-Kâmil kısa sürede orduyu toparlayarak Haçlıları geri püskürtmeye muvaffak oldu. Ancak daha sonra İmparator İkinci Frederik ile anlaşan El-Kâmil, anlaşılamayan bir tutumla Kudüs’ü Haçlılara terk etti. Böylece İkinci Frederik ile başlayan sulh dönemi, Mısır ve Suriye’ye bâzı iktisâdî faydalar sağlarken, aynı zamanda Akdeniz Hıristiyan devletleri ile ticâretin yeniden canlanmasına yol açtı. Sultan El-Kâmil’in devri diğer taraftan iç çatışmalara ve çalkantılara sahne oldu. Sultâna karşı ülkede ittifaklar kuruldu. Aynı zamanda sultânın kardeşi Muazzam ile Melik Eşref bile bu ittifakın içinde yer aldı. Hattâ Melik Eşref bir ordu ile sultânın karşısına çıktı ise de, âniden vefât ettiğinden kuvvetleri dağıldı.

Eyyûbî Devleti son parlak devrini, Sultan El-Kâmil ile yaşadı. Onun ölümüyle ülke parçalanmaya yüz tuttu. El-Kâmil’in yerine geçen Es-Sâlih zamânında, ülke bir taraftan iç mücâdelelere sahne olurken, diğer yandan altıncı Haçlı seferi başgösterdi. Bu karışık vaziyete rağmen Haçlılara karşı başarılar kazanıldı ve Fransa Kralı St.Louis esir alındı. Sultan Es-Sâlih’in kısa bir süre sonra ölümü üzerine Mısır Eyyûbî ülkesi 1250 yılında Türk Bahri Memlûk birliklerinin eline geçti.

Haleb’te ise, 1236 senesinde ölen El-Azîz’in yerine geçen En-Nâsır Yûsuf, Mısır’daki Sultan Sâlih’in ölümü üzerine bütün Suriye’yi ele geçirdi. Onun Suriye üzerindeki iddiâları Mısır Memlûkleri ile mücâdelelere sebeb oldu. Bu sürekli mücâdelelere ancak Moğolların taarruzu son verdi. Devamlı tâbi hâlde yaşayan Hama’daki Şûbe ise, varlığını 1342 senesine kadar sürdürdü. Bu târihte onlar da Moğollar tarafından ortadan kaldırıldı. Sâdece Diyarbekir ve Hısnıkeyfa civârında mahallî bir beylik Moğolların ve Timurluların hücumlarından kurtulabildi. Eyyûbîlerin bu kolu da Akkayonlular tarafından ortadan kaldırıldı.

Eyyûbîler Devleti, Zengîlerin bir devâmıydı. Eyyûbî devlet teşkilâtı, diğer İslâm devletlerindeki teşkilâtlardan farklı değildi. Başta bir sultan ve onun hânedânı, sonra, idârî ve askerî yetkiye sâhip emirler, daha sonra bürokratlar ve ilmiye sınıfına mensup olanlar gelirdi.

Devlet işlerini yürüten üç dîvân vardı. Dîvân-ül-İnşâ; bürokrasinin idâresi ve diplomatik işlerin yürütülmesiyle uğraşırdı. Dîvân-ül-Ceyş; ordu ve onun mâlî işlerinden sorumluydu. Dîvân-ül-Mâl; bugünkü mâliye bakanlığının görevini yapardı. Dîvânlar arasında en geniş teşkilâta sâhib olan bu dîvândı.

Eyyûbîler Devletinin en önemli hedefi, Ortadoğu’da Haçlılar tarafından işgâl edilen İslâm topraklarını kurtarmaktı. Bu sebepten sultan, her zaman, savaşa hazır güçlü bir orduyu beslemek mecbûriyetindeydi. Ordunun temelini, toprağa bağlı süvârîler meydana getiriyordu. Bunların yanında maaşlarını para olarak alan bir mikdâr piyâde ve süvârî vardı. Piyâdeler kale müdâfaa veya muhâsaralarında vazîfe alıyorlardı. Diğer muhârebelerde ise timarlı süvârîler savaşıyordu. Süvârîlerin en önemli kısmını, parayla satın alınarak veya devşirilerek yetiştirilen memlûkler teşkil ediyordu. Bunların büyük çoğunluğu Türktü.

Eyyûbîler Devletinde sağlık hizmetleri çok gelişmişti. Birçok şehirde hastahâneler yapılmıştı. Bu hastahâneler arasında Dımaşk’taki Nûreddîn ve Kâhire’deki Selâhaddîn hastahâneleri mükemmel tıp merkezleriydi. Buralarda erkekler, kadınlar ve sinir hastaları için ayrı kısımlar vardı. Târihte sinir ve ruh hastalıkları için ilk ilâçlar, bu hastahânelerde hazırlanmıştır. Hastahânelerin yanında, kimsesiz, bakıma muhtaç çocukların ve fakirlerin korunması için birçok bakım evleri ve misâfirhâneler açılmıştır.

Eyyûbîler Devletinde, teknik ve sanat da gelişmişti. Dımaşk ve Kâhire’de dökümhâneler ve cam îmâlathâneleri vardı. Bu şehirlerde ayrıca su ile çalışan kâğıt değirmenleri de yer alıyordu. Kâğıt; buğday, pirinç sapları ve pamuktan yapılıyordu. Musul kumaşları, Mısır pamukluları ve Dar-ut-Tirâz’da îmâl edilen yünlü, ipekli ve pamuklu kumaşlar çok meşhurdu. Bakır işlemeciliği gelişmişti. Bugün, Eyyûbîler devrine âit şamdanlar, leğen ve tabaklar çeşitli ülkelerin müzelerinde bulunmaktadır. Silâh îmâlâtı da oldukça ileri seviyede idi. Bilhassa Dımaşk’ın meşhûr çelik kılıçları çok ünlüydü.

Eyyûbîler devri, ilmî hayat bakımından İslâm târihinin en canlı ve hareketli dönemlerinden biriydi. Bozuk îtikâdlara karşı, Ehl-i sünnet îtikâdını yaymak gâyesiyle, Kâhire ve Dımaşk’ta birçok medreseler açıldı. Burada tefsir, hadis, fıkıh ilimleri yanında, fen ilimleri de öğretiliyordu. Ayrıca Kur’ân ilimlerini öğretmek için Dâr-ul-Kurrâlar, hadîs ilimlerini öğretmek için Dâr-ul-Hadîsler ve fen ilimlerini öğretmek için Dâr-ül-Hendeseler açıldı. Medreselerin yanında câmiler de önemli ilim merkezleriydi. Câmilerde çeşitli ilimlerin okutulduğu halkalar ve köşeler vardı.

Târihte çok önemli bir rol oynayan Eyyûbîler, Büyük Selçuklu Devletinin geleneklerini yeniden kurarken, Şiî Fâtımî Devletine en büyük darbeyi vurmuş ve İslâmın yeniden ihyâsına canla başla çalışmışlardır. Haçlılara karşı büyük bir devlet ve güç meydana getirmişler, nitekim muvakkat bir zaman için de olsa Kudüs’ü ele geçirebilmişlerdir. Eyyûbîlerin devlet teşkilâtının izleri daha sonra Memlûklü ve Osmanlı devlet teşkilâtında tesirli olmuştur. 

EYYÛBÎ SULTANLARI Tahta Çıkış Senesi

Birinci Selâhaddîn.......................... 1169
İmâdeddîn Azîz.............................. 1193
Nâsıreddîn Mansur......................... 1198
Seyfeddîn Âdil............................... 1200
Nâsıreddîn Kâmil........................... 1218
İkinci Seyfeddîn Âdil....................... 1238
Necmeddîn Sâlih........................... 1240
Turanşah Muazzam....................... 1249
Muzaffereddîn Eşref....................... 1250
Bahrî Memlûkler tarafından yıkıldı.

ŞAM’DA

Nûreddîn el-Efdal........................... 1186
Birinci Seyfeddîn Âdil..................... 1197
Şerefeddîn Muazzam..................... 1218
Selâhaddîn Dâvûd.......................... 1227
Birinci Muzaffereddîn Eşref............. 1229
İmâdeddîn Sâlih (1. Saltanatı)......... 1237
Birinci Nâsıreddîn Kâmil................. 1238
İkinci Seyfeddîn Âdil....................... 1238
Necmeddîn Eyyûb (1. Saltanatı)...... 1239
İmâdeddîn Sâlih (2. Saltanatı)......... 1239
Necmeddîn Eyyûb (2. Saltanatı)...... 1245
Turanşah el-Muazzam.................... 1249
İkinci Selâhaddîn Nâsır................... 1250
Moğol İstilâsı.............................1260 

HALEB’DE

Seyfeddîn Âdil 1183
Gıyâseddîn Zâkir............................ 1186
Gıyâseddîn Azîz............................ 1216
Selâhaddîn Nâsır........................... 1237
Moğol İstilâsı.............................. 1260 

DİYARBEKİR’DE (Meyyâfarikîn)

Selâhaddîn en-Nâsır 1185
Seyfeddîn el-Âdil............................ 1195
Necmeddîn el-Evhad...................... 1200
Muzafferüddîn el-Eşref.................... 1210
Şihabeddîn el-Muzaffer................... 1220
Nâsıreddîn el-Kâmil................... 1244-60
Moğol İstilâsı.............................. 1260 

DİYARBEKİR’DE (Hısnıkeyfa ve Amid)

Necmeddîn es-Sâlih 1232
Turanşah el-Muazzam.................... 1239
Takiyyeddîn el-Muvahhid................. 1249
Muhammed el-Kâmil...................... 1283
Mucîreddîn el-Âdil............................. (?)
Şihâbeddîn el-Âdil............................. (?)
Ebûbekr es-Sâlih.............................. (?)
Fahreddîn el-Âdil............................ 1378
Şerefeddîn el-Eşref............................ (?)
Selâhaddîn es-Sâlih....................... 1433
Ahmed el-Kâmil............................. 1452
Halil................................................. (?)
Süleymân......................................... (?)
El-Hüseyin....................................... (?)

Akkoyunlu Fethi.


YEMEN’DE

Şemseddîn Turanşah..........................1174
Zahireddîn Tuğtegin........................ 1181
Muizzeddîn İsmâil.......................... 1197
Eyyûb Nâsır.................................. 1202
Muzaffer Süleymân........................ 1214
Selâhaddîn Mes’ûd........................ 1215
Resûlîlerin iktidârı ele geçirmesi...... 1229 

Kaynak: http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=1842

Etnik Kökeni hakkında:

Süleyman Askeri Bey

Unutturulan Bir Kahraman Osmanlı Subayı: Süleyman Askeri Bey


Portre; Süleyman Askeri Bey
Peren Birsaygılı Mut 

29 Nisan 2011

Çıktığın yolda bugün yelken açık, yapayalnız,
Gözlerin arkaya çevrilmeyerek, pervasız
Yürü! hür maviliğin bittiği son hadde kadar!
İnsan alemde hayal ettiği müddetçe yaşar…

Yahya Kemal Beyatlı


Süleyman Askeri, 1884 senesinde bir yangın yerinin ortasına gözlerini açar. Babası Vehbi Paşa’dır. Kendisiyle aynı sene doğan Yahya Kemal Beyatlı, seneler sonra Osmanlı’nın halini tasvir ederken; “Kalanlar ortada genç, ihtiyar, kadın, erkek harap olup yaşıyor tali’in azabıyla …Vatanda düşmanı seyretmek ızdırabıyla…“ diyecektir.

Süleyman Askeri’nin doğduğu sene, Osmanlı tarihinin en ağır günlerinden geçmektedir. 1854 senesinde kaybedilen Kırım Savaşı, ardından gelen Balta Limanı Antlaşması sonucunda tarihinde ilk kez dış borç almak zorunda kalır. İngilizlerden % 6 gibi yüksek bir faizle alınan 3 milyon 300 Osmanlı altını da ancak kısa süreli fayda gösterir. 1876 ‘da parasızlık yüzünden tüm ödemeler durdurulur, ardından durum iyice kötü hal alır ve önce 1879 senesinde İngilizlerden alınmış olan borcun faizine karşılık olarak damga /içki / balık avı / tuz ve tütün gelirlerine el konulan Osmanlı, 1881 senesine gelindiğinde devlet hazinesini tümüyle Alman, Avusturyalı, Fransız ve İtalyan alacaklılar ve Galata bankerlerinden oluşan Düyun-u Umumiye Osmanlı İdaresi meclisine bırakır.

Süleyman Askeri, bu sırada Askeri Harbiye’den kurmay yüzbaşı olarak mezun olmuştur. II.Meşrutiyetin 1908 senesinde ilan edilmesinde rol oynayan hürriyet yanlısı genç subaylar içinde o da vardır. Bu ayaklanma hareketi İmparatorluk tarihinin en önemli dönemeçlerinden birini oluşturmuştur.

(..)

Süleyman Askeri’nin, 1905 senesinde henüz 21 yaşında iken kurmay yüzbaşı olarak mezun olduğu Askeri Harbiye’den sonra ilk atandığı yer Manastır olur. Bilindiği üzere Manastır ve Selanik, Meşrutiyet öncesi mücadelenin en yoğun yaşandığı yerlerdir. Süleyman Askeri de Manastır’da bulunduğu üç sene boyunca aktif olarak bu mücadele içinde yer alır. Tüm hayatı boyunca sadık bir dost gibi ona eşlik edecek olan hürriyet düşüncesi, Manastır’da daha da güçlenir.

Manastır’da ruhunda isyan taşıyan bir kuşak vardır. Ve bunlardan birisi de Meşrutiyet hareketinin en aktif kahramanlarından birisi olan Mülazım Atıf ’dır. Süleyman Askeri ile Mülazım Atıf‘ın yolları da burada kesişir. Mülazım Atıf, 2.Meşrutiyet’in ilanı ile sonuçlanacak tetiği çeken, yani Şemsi Paşa’yı Manastır’da öldürerek, tabancasından çıkan kurşunla meşrutiyetin temelini atan kişi olurken, onun kaçmasını organize edecek kişi de Süleyman Askeri olacaktır. Süleyman Askeri’nin de içinde yer aldığı bu olayın Osmanlı için önemli dönemeçlerden biri olduğunu söylemek mümkün.

24 yaşındaki Osmanlı subayının Manastır’dan sonraki vazifesi sahası Bağdat olacaktır..Öncesinde Filibe eşrafından Fadime Hanım ile evlenir ve 1909 senesine, yani Bağdat jandarma birliklerinin düzenlenmesi vazifesi ile Bağdat’a gidene kadar Manastır’da kalır.

Bağdat; gerek barındırdığı ciddi kültürel ve tarihi miras, gerek sahip olduğu çevre havzalar ve Hint yarımadasına giden yol üzerinde olan fevkalade önemli jeopolitik konumu düşünüldüğünde, Osmanlı için de başlıca merkezlerden biri olagelmiştir. Öte yandan Bağdat demiryolu hattı projesi ihalesinin Almanya’ya verilmiş olmasının İngiltere ile Osmanlı arasında evvelden beri yarattığı gerilim de hesaba katılırsa, üzerine pek çok milliyetçi isyan planı yapılan bölgenin askeri bakımdan güçlendirilmesinin önemi çok büyüktür.

Bu nedenle, Manastır’daki görevi boyunca faal bir subay olarak dikkat çekmiş olan Süleyman Askeri, Meşrutiyet sonrasında kolağası (yüzbaşı) rütbesi ile Bağdat Jandarma Birlikleri’nin düzenlenmesi ve ıslahatı ile vazifelendirilir.

Bağdat’tan Trablusgarp’a…

Süleyman Askeri Bey’in Bağdat’tan sonraki vazife yeri Trablusgarp – Bingazi olacaktır. Binlerce Osmanlı askerini koyun koyuna sonsuz uykuya teslim alan Trablusgarp cephesi, tarih kitaplarının kuru anlatımının dışında anlatılması gereken olağanüstü hikayeler ile doludur.

Trablusgap cephesinin bir diğer özelliği ise, 1913 senesinde Enver Paşa’nın denetimde ve Süleyman Askeri’nin başkanlığında kurulacak olan Teşkilat-ı Mahsusa’nın Fedai Zabıtan ismi ile cephe iradesini ilk gösterdiği yer olmasıdır.

Zira İtalya’nın, Eylül 1911’de Osmanlı’nın Kuzey Afrika’daki topraklarını işgal etmesi karşısında, II.Abdülhamit karamsardır. Osmanlı tahtına oturduktan sonra sarayda geçirdiği otuz sene boyunca pek çok hadiseye tanıklık etmiş olan Sultan’ın en hüzünlü tanıklığı, emperyalist ulusların birer birer Osmanlı topraklarını işgale başlaması olacaktır.

İtalya , 27 Eylül 1911’de, II.Abdülhamit Selanik’te iken, bir ültimatom verir. Ültimatomun amacı Osmanlı’nın işgale razı olmasını sağlamaktır. Ültimatom, bir gün sonra Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa kabinesi tarafından reddedilir. Ancak, İtalya bildiğini okumaktan geri durmaz ve işgal bilfiil başlar. Sadrazam İbrahim Hakkı Paşa kabinesi bu durum karşısında istifasını sunar ve yerine geçen yeni Sait Paşa kabinesi işgalin uluslar arası platformda çözüleceğini umarak, hareketsiz kalır. İşgale karşı bir protesto mesajı yayınlamakla yetinir ancak bu esnada İtalyanlar çoktan Derne’yi bombalamaya başlayarak, Trablusgarp’ı abluka altına almışlardır bile…

Bu olaylar cereyan ederken, Berlin’de askeri ateşe vazifesinde bulunan Enver Paşa ve yanındakilerin tek çabası hükümeti işgali protestodan daha fazla ikna etmektir. Osmanlı, tüm bu çabalar sonucunda işgale karşı eyleme geçilmesine razı olur. Ancak bir şart ile …

Osmanlı’nın resmi politikası işgale boyun etmektir bu nedenle Enver Paşa komutasındaki subayların Trablusgarp’a ulaşmaları için fevkalade tehlikeli, gizli yollara başvurmaları gerekmektedir. Ve bu genç subaylar yakalandıkları takdirde ise tek bir söz söyleyeceklerdir ; “Bizler , Osmanlı hükümetinin resmi politikalarına karşı duran bir avuç maceraperestiz.. Her ne yapıyor isek şahsi irademiz ile yapıyoruz, devletimizin herhangi bir sorumluluğu yoktur..“

“Çıplak ayaklı paçavralar içindeki yurtseverleriz biz.. Osmanlı bizi terk ederse, ülkemiz üzerindeki haklarından vazgeçtiğini bildireceğiz..Trablusgarp cumhuriyetini kuracağız..O zaman, bizlerin Trablusgarp’ı nasıl savunacağını göreceksiniz ….” Trablusgarp kumandanlarından Ferhad Bey

……

“ Artık bizim mukavemet hareketimiz, herhangi bir Osmanlı kabinesi adına değil , milli gurur ve haysiyetimiz adına, Afrika’daki son Osmanlı toprağının müdafaası adına yapılıyordu…” Trablusgarp kumandanlarından Eşref Kuşcubaşı

Enver Paşa, hemen gönüllü subaylardan oluşan birlikleri oluşturmaya başlar. Gönüllülerin en başında , Süleyman Askeri gelecektir. Süleyman Askeri’nin Trablusgarp’a geçişi hoca kılığında olur.. Mustafa Kemal Paşa ve Enver Paşa’nın yanı sıra, Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Paşa, Halil Paşa, Fuat Bulca, Nuri Conker, Ali Fethi Okyar, Nazmi Bey, Ömer Fevzi Mardin, Kara Kemal, Rauf Orbay, Kuşçubaşı Eşref, Yakup Cemil, Hacı Selim Sami, Abdurreşit İbrahim, Ali Çetinkaya, Sadık Bey, Çerkez Reşit Bey, Mim Kemal Öke’nin de aralarında olduğu yaklaşık 20 Osmanlı subayı, Libya’ya “Magrep’te Osmanlı’nın elindeki son İslâm toprağını” muhafaza etmek için gelirler.

Mısır ve Tunus üzerinden Trablusgarp’a sızan –bu seyahatlerin nasıl çetin koşullarda gerçekleştiği Eşref Kuşcubaşı’nın hatıralarında mevcut- genç Osmanlı subayları, bölgeye vardıklarında ilk iş olarak bölgedeki aşiret reislerinin desteğini sağlamaya çalışır. Sonraki hedef, İtalyanların iç bölgelere doğru ilerlemesini engellemek için bedevi gönüllüleri örgütlemek olacaktır.

Bu esnada Osmanlı birliklerine en büyük desteği verecek olan kişi Şeyh Ahmed Eş-Şerif Es Sunusi olur. Şeyh Sunusi, Trablusgarp işgali sırasında İtalyanlara karşı gösterdiği büyük direniş ile adeta bir efsane yaratacaktır .

Süleyman Askeri’nin vazifesi açıktır. O, Binbaşı Aziz Ali Bey’in kurmay başkanlığı ve Enver Paşa’nın Derne’deki karargahı ile Bingazi’deki direniş arasındaki irtibatı idare etmektedir. Ve o esnada Bingazi’de ile Trablusgarp’ta bulunan 50.000 kişilik İtalyan kuvveti karşısında örgütlediği bedeviler gerilla savaşında o denli başarılı olur ki, İtalyan orduları uzun süre sahil şeridine sıkışıp kalmaktan öteye gidemezler.

Ancak, bu sırada Osmanlı’da önemli gelişmeler meydana gelmektedir. Direnişi destekleyen kabinenin yerine harbiye Nezareti’ne Mahmut Şevket Paşa’nın geçmesi ile Fedai Zabıtan grubuna yapılan maddi destek iyice zayıflar ve başlayan Balkan ayaklanmaları karşısında Osmanlı İtalyanlar ile masaya oturarak Uşi Barış Antlaşmasını imzalar ve birliklerin geri gelmesini öngörür. Trablusgarp elden çıkmaya başlamıştır.

Bu durum Fedai Zabıtan subayları arasında büyük tartışmalara yol açar. Zira, tam da genç subayların direnişinin başarıya ulaşmak üzere olduğu dönemde yapılan bu anlaşma ile Osmanlı’nın geri çekilmesi öngörülmektedir.

Büyük başarıların elde edildiği Trablusgarp direnişinin sonrasında gelen haber ise düşünceye mahal bırakmayacak şekilde ivedidir. Fedai Zabıtan, Trablusgarp’ta direnişe devam etmeye yönelik tüm planlarını askıya alır ..Çünkü İstanbul’dan gelen telgrafa göre ; Trakya elden gitmektedir..

Süleyman Askeri’nin de Trablusgarp’tan sonraki vazife sahası Batı Trakya olacaktır.. Süleyman Askeri, bu esnada 27 yaşındadır. Ve Manastır’da görevli olduğu sırada evlendiği Filibe eşrafından Fadime Hanım’dan üç yaşlarında bir kız evladı bulunmaktadır.

Trablusgarp’tan Batı Trakya çete savaşlarına…

Süleyman Askeri, eşini ve kızını gözünü kırpmadan tekrar geride bırakarak bu kez de B.Trakya’ya koşar. Zira Trablusgarp’ ta süregelen savaştan da güç alan Karadağ, Bulgaristan, Yunanistan ve Sırbistan, Rusya’nın da kışkırtmasıyla bu kez Osmanlı’nın en önemli toprakları olan Balkanlar üzerinde birleşip Osmanlı’yı vurmaya başlamıştır.

İlk haber 21 Ekim sabahı Kırcaali’den gelir. Kırcaali düşmüştür. Altı gün sonra Ferecik işgal edilir, iki gün sonra Karaağaç, Karaağaç’ın işgal edilmesinden tam 1 hafta sonra Drama ve Kavala, hemen ertesi gün Serez, onüç gün sonra Dedeağaç, Dedeağaç’ın düşmesinden bir gün sonra İskeçe, İskeçe’nin işgal haberinin henüz alındığı esnada da Gümülcine düşer. Akabinde yapılan Londra antlaşması ile de Edirne ve Kırklareli de Bulgaristan’a bırakılmak zorunda kalır.

B.Trakya’da Osmanlı’ya ait toprakların bir o yana bir bu yana kayıp durma zamanının geldiği günler başlamıştır. Dağların, ormanların, yerleşim yerlerinin talan edilerek Osmanlı İslam medeniyetinin hiçe sayılmak istendiği zamanlar.. Ve işte bu zamanlar öyle günlere gebedir ki; bizi kendi gerçekliğimizden kopartacak yeni harita, olanı biteni hiç itirazsız kabul etmenin bırakacağı ölümcül bir utanç duygusunu da yanında bırakacaktır . Ancak çağ başında yetişen nesil, kabul ettirilmek istenen yeni haritalara asla boyun eğmeyecek kadar bağlı çıkar Osmanlı’ya..

Bir tarafta işgal ettikleri toprakları paylaşma derdinde olanlar, öte yanda, artık tek düşünebildikleri namus bildikleri toprakları geri almak olanlar… Ve bu durumdaki genç subayların içinde şimşekler çaktıracak olan fırsat; Birinci Balkan Savaşı’nda kazandıkları toprakları paylaşma işini ellerine yüzlerine bulaştıran Balkan devletlerinin münakaşaları ile doğacaktır. Zira topraklardan aslan payını alan Bulgarlar, aldıkları ile yetinmeyip sınırlarını Ege'ye kadar uzatmak isteyince, diğer Balkan devletleri ile arası açılır ve bu durum da birliğin bozulmasına sebep olur. İkinci Balkan Savaşı'nın çıkmasını fırsat bilen Osmanlı, 19 Temmuz 1913'te verdiği bir notayla, özellikle İstanbul ve Boğazların güvenliği için Meriç'e kadar olan bölgenin ellerinde olması gerektiğini, ayrıca Bulgarların esaretleri altındaki Türklere eziyet ettiklerini öne sürerek ordularının ileri harekâta geçecek olduğunu ancak Meriç’in öte kıyısına ilerleyemeyeceklerini deklare eder.

"Siz bana imkan verin, ben seçkin kıtalarımla yine akınlar yapayım. düşmanı tepeyelim. Edirne'yi kurtarmak ümidi ciddi olarak bir belirirse, bütün memleket ayağa kalkar, mucizeler birbirini kovalar. eğer ben muvaffak olamazsam, gayri mesul bir adamım. çeteler umumi kumandanıyım. hükümet ilzam etmem. beni kovar, hapseder hatta asarsınız. zaten böyle aciz yaşamak yerine ." Eşref Kuşcubaşı

Edirne, Eşref Kuşcubaşı ve birliklerinin üstün çete taktikleri sayesinde doğru dürüst bir mukavemet ile bile karşılaşılmadan geri alınır. Osmanlı’da büyük bir zafer havası hakim olmuştur. Millet yitirdiği inancını, Osmanlı ayaklar altına alınan gururunu geri kazanmaya başlamış, Eşref Kuşcubaşı’nın söylediği gibi, memleket ayağa kalkmıştır.

Edirne geri alınmıştır ancak Osmanlı’nın en önemli topraklarından olan Batı Trakya hâlâ işgal altındadır. Ve Bulgarlar, Doğu Trakya'yı kaybetmiş olmanın verdiği hırsla batıda kalan Türklere çok büyük eziyetler yapmaya başlamışlardı. Buradaki Müslümanları din değiştirmeye zorlarlar, kabul etmeyenleri ise hemen oracıkta katlederler. İlk komitacılardan Fuat Balkan, bu zulmü ve sonrasında Süleyman Askeri’nin emri altına girmesini şöyle anlatır.

“Üç yüz bin Müslüman, vaftiz edilip adları değiştirilerek Hıristiyan edilmişti.. Bulgarlar bu alçakça hareketlerinde o kadar ileri gitmişlerdi ki, zorla Hıristiyan ettikleri bu Türklerin köylerinin meydanlarına bulup buluşturup çanlar bile koydurmuşlardı . O havalide artık ne Süleyman, ne Ahmet, ne Mehmet kalmış, bu sütbesüt Müslümanlar, Yuvan, İstepan filan diye anılır olmuşlardı. Oraları işgal eden komite bu halleri görüp, orduya duyurunca Fahri Paşa kolordusu erkan-ı harpleri Ali Fethi ve Mustafa Kemal Beyler bu mağdur arkadaşların kurtarılması için yapılan sevk ve idarenin başına Trabzon fırkası erkan-ı harp reisi SÜLEYMAN ASKERİ BEY’İ getirdiler. O da ordudan ayrılan gönüllüleri peşine takarak bir hamlede Garbi Trakya’ya akın etti. Ben de Süleyman Askeri Bey emrinde bir mülazım olarak bu harekata iştirak ettim .“ Fuat Balkan İlk Türk Komitacısı Fuat Balkan’ın Hatıraları, Arma Yayınları, İstanbul 1998

Teşkilat-ı Mahsusa’nın ilk çekirdek kadrosunu oluşturan Fedai Zabıtan subaylarının Trablusgarp’ta gösterdikleri yiğitlik öyküleri dillerde dolaşa dursun, Enver Paşa ve Eşref Kuşcubaşı arasında yapılan gizli görüşme neticesinde , Eşref Kuşcubaşı’nın Umum Çeteler Kumandanlığı adı altında kurulan gayri resmi bir birlik ile B.Trakya’ya geçmesine karar verilir.

Gönüllülerden oluşan bu 116 kişilik gayri resmi kurtuluş müfrezesi, sıradan ve toplama savaşçılardan oluşmuyordur . Süleyman Askeri’nin çok güçlü bir subay kadrosu vardır. Beylerbeyli Hayrı (Piyade Yüzbaşı), Filibeli Halim Cahid, Yüzbaşı Lütfü, Şehreminli Sadık, Harputlu Avni (Süvari Yüzbaşı), Eğinli Hasan Rıza (Doktor), Nihat Sezai (Topçu Mirlivası), Küçük Arslan Bey (sıhhiye) ve Fuat Balkan Bey , Süleyman Askeri’nin emri altında yaşanan zulme son vermek üzere B.Trakya’ya doğru yol olanlar arasındadır.

B.Trakya’ya giren Osmanlı askerlerinin ilk göreceği, Ortaköy’de Bulgar Domuzciyef çetesi tarafından katledilmiş 400 Müslüman’ın henüz orta yerde olan naaşları olacaktır. Bu katliamın hesabı iki gün içinde sorulur. Süren takip sonucunda çıkan çatışma ile Bulgar çetesi imha edilerek Ortaköy ve Koşukavak kurtarılır. Bir kurtuluş müjdesi de iki gün sonra Mestanlı’dan gelecektir.. Mestanlı’nın kurtarılmasının hemen ertesi günü Kırcaali Bulgar işgalinden kurtarılır. Aynı gün Enver Paşa’dan gelen telgrafta, askerlerin daha ileri gitmesinin sakıncalı olabileceği belirtilse de, Eşref Kuşcubaşı Enver Paşa’yı daha da ilerleme konusunda ikna eder ve Eşref Kuşcubaşı ile Süleyman Askeri’nin bölge halkından da topladığı birlikler ile iyice güçlenen kuvvetler, en büyük Bulgar çetelerinden olan Dimitrief çetesini de imha etmeyi başarır.

Süleyman Askeri’nin eşi ve kızı tüm bu esnada Selanik’te bulunmaktadır ve kısa süre sonra B.Trakya’dan gelen haber, tüm Osmanlı’yı olduğu gibi Selanik’i de sevince boğacaktır. Zira Süleyman Askeri ve Eşref Kuşcubaşı denetimdeki kuvvetler harekata devam ederek, iki gün içinde Bulgar zulmü altında bulunan en önemli iki merkezi, Gümülcine ve İskeçe’yi kurtarmayı başarmıştır…Bu haber B.Trakya Müslümanları arasında “çifte bayram– çifte düğün yapıyoruz“ şeklinde dillendirilir, hem Gümülcine hem İskeçe’nin aynı anda çetelerden temizlenmesi davullu-zurnalı kurtuluş kutlamaları eşliğinde kutlanır.

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti…

Ancak Batılı devletlerin yoğun baskıları karşısında daha fazla dirayet gösteremeyen Osmanlı hükümeti, başta hedefledikleri gibi zaten Edirne'nin alınmış olduğunu öne sürerek, bu yüzden artık Batı Trakya'da bulunan kuvvetlerin geri dönmesini ister. Oysa Süleyman Askeri, Eşref Kuşcubaşı ve diğer subaylar, Batı Trakya Türklerini tekrar Bulgar zulmü altına bırakmak istememektedirler. İşte bu nedenle 31 Agustos 1913'te Osmanlı ile tüm ilişkilerini kopardıklarını açıklayarak 'Garbi Trakya Hükümet-i Muvakkatesi'nin, yani Batı Trakya Geçici Hükümeti'nin kurulduğunu ilân ederler. Bakın Süleyman Askeri, Batı Trakya Hükümetinin kuruluş gerekçelerini nasıl anlatıyor ;

“Bulgarların, Türklerimize karşı göstermekte oldukları şeniani mezalim dolayısiyle sabırlarımız tükenerek bıçakta ve kucakta bulunan masum halkı kurtarmak azmiyle Garbi Trakya’yı işgale mecbur kaldık. Fakat ahval’i hazıra-i siyasiyyemiz icabı hükümet-i Osmaniye bizim bu harekatımızı muvafık bulmayarak bizi men’e kalkıştı. Naçar harekete geçtik ve Gümülcine livası Türklerini tahlise geldik. Maalesef bu kerre de hükümetimizce avdetimiz katiyetle emir olunmaktadır. Başta Rus olmak üzere bazı taraftarı hükümetler bizim bu hareketimizi mütareke ahkamına uygun bulmamaktadırlar. Halbuki burada bıçak altında can vermiş ve vermekte olan Türklerimizin hayat ve ismetleri hiçbir taraftan taht-ı emniyet ve kefalete bağlanmış değildir. Buna fikir yoran da bulunmamaktadır. Bu sebepten ve bundan böyle biz emirlerimizi vicdan ve ilhamlarımızı akıl ve mantık ve besalet-i şahsiyyelerimizden almak ve ona göre harekete geçmek mecburiyetinde kalmış olduk. İşte bu günden itibaren muvakkat olarak teşkil eylediğimiz hükümet-i muvakkatemizi Garbi Trakya hükümet-i müstakilesi namına tahvil ile ilanı istiklal eylediğimizi bilcümle hükümetlere ve alem-i insaniyyete i’lan eylemekle fahr-u şeref duyduğumuz ilan olunur. Tevfik ulu Allah’ımızdandır.”

Hükümetin reisliğine Müderris Salih Hoca, ikinci reisliğine de Çerkez Resid Bey getirilir. Süleyman Askeri Bey ise 'Erkân-i Harbiye Reisi', yani hükümetin 'Genelkurmay Başkanı ve İcra Reisi' olarak aslında tüm kuvvet ve yetkileri elinde bulundurmaktadır. Eşref Kuşcubaşı ve Süleyman Askeri Bey’ler hükümet ilanını İstanbul’a aşağıdaki şekilde duyuracaklardır..

“Bab-ı Ali’ye, Başkumandanlığa ve Onuncu Kolordu kumandan-ı sabıkımız Hurşid Paşa hazretleriyle erkan-ı harb kaymakamı Enver Beyefendiye bir suret gönderilecektir.

Ma’lum olduğu vechile… Bizim bu ric’atımızı gören Bulgar çeteleri istedikleri yerlerden tekrar çıkarak ve harekata geçerek Garbi Trakya Türklerine taarruzlarını ve intikam alma hislerini teşdid eylediler,…Sabr ise bizde kalmadı, onların çeteleri gayr-ı mesul iseler biz de gayr-ı mesul sıfatını alabiliriz denildi. Tarafımdan en tanınmış çeteci arkadaşlarım tefrik olunarak “BİSMİLLAH” deyip Garbi Trakya’da zulüm yapmakta olan Bulgar çetelerinin merkezi bulunan Koşukavak’a kadar 95 kilometrelik bir akın yürüyüşüyle ansızın hücumumuzu yaptık. Belediye reisi Vasil ile 1200 kişiden mürekkeb kaymakam Domuzciyef çetesinden bin küsur çeteci köprü başına sıkıştırılarak cümlesi tepelendiler…. Kumandanları Domuzciyef ile bir doktorları ve altı kadar çete kumandanı ile seksenüç esir elimize geçtiler…Kırca Ali’de bulunan süvari alay kumandanı bunun intikamını almak için resmi askerleriyle harekete geçti. Bu alay da Allahın inayetiyle tar u mar edilerek askerlik ve medeniyet kanunlarına muhalif hareketde bulunan düşman süvari alay kumandanı da Divan-ı Harbimiz karariyle kurşuna dizildi….Maksadları, bir avuç kalan Türkleri de imha etmek ve Pomakları’ı [Boğmakları’ı] da “SİZ EVVELCE BULGAR HIRİSTİYAN İDİNİZ, YİNE ESKİ DİNİNİZE DÖNMENİZ GEREK” diye Müderris Mustafa Efendi ve emsali Pomaklardan birkaçını parçalayarak ve diğer halkı tehdid ederek mezalime devamı arzu etmektelerken bu kerre hükümet-i metbuamızdan aldığımız kat’i emirle avdetimiz taleb olunmakda ise de elli bin ma’sum nüfusu bıçakda kucakda bırakarak kan içinde yüzen bu bedbaht millete karşı kancıkçasına sırt çevirerek avdetim kabil olamayacağından rabıta-i ma’neviyyemi arz ile beraber bu günden itibaren Garbi Trakya hükümet-i muvakkatesi altındaki çalışmamızı Hükümeti Müstakkliye tebdil ve i’lan ma’alesef rabıta-i maddiyemiz hükümet-i Osmaniyyemizden kesmiş olduğumuzu i’lana mecbur oluyoruz. Mestakarasu-dan Bahr-i Sefid sahilini ta’kiben Dede-ağaç’da içerde Enez hududuna ve diğer taraftan da Sofulu, Dimetoka civarından Ortaköy’ün köprüsüne ve Bulgar hududunun eski hududlarına ve oradan Kırca-Ali ile Aydoğmuş’dan eski hududları da ta’kiben Makas noğazı ve sabık hudud boyuncadır.

Bu günden itibaren bu hududlarımızdan içeri ve dışarı pasaportsuz girenler ve çıkanlar mesuldurler. Merkezimiz Gümülcine şehridir. Dedeağaç, İskeçe, Eğridere, Darıdere, Kırcaali, Koşukavak şehirleri ve diğer kaza ve nahiyeleri idare etmektedirler. Hükümetimiz tam teşkilatla kurulmuştur. Şimdilik muvakkat bir zaman için, can, ırz ve mal üstündeki hadiseleri cihet-i askeriyyemiz muhakeme etmiş olacaktır. Bundan gayrı ahvaldeki vukuatı Garbi Trakya adliyesi rü’yet etmektedir. Bulgarlarla vaki’ muhasamatımızın, bizzat Garbi Trakya Hükümetiyle Bulgar Hükümeti arasında sulh takarrürüne değin devam edeceğini de i’lana mecburuz.

Kuvvetlerimize iltihak ve hükümetimize iltica eden bazı efrad ve zabitanın iadeleri hükümet-i Osmaniyyece taleb edilmekde ise de hukuk-ı düvel kaidelerine istinaden arz olunur ki Garbi Trakya hükümetiyle Osmanlı devlet-i aliyyesinin yekdiğeriyle muahedelenmiş bu gibi iade-i mücrimin ve bahusus da siyasi mücrimler hakkında bir anlaşma bulunmadığından bu hususun da nazar-ı mütaleadan uzak bulundurulmaması istirham olunur.

Garbi Trakya Hükümet-i Müstakillesi

Reis namına Süleyman Askeri


Ancak B.Trakya’da geçici hükümet kurulmasına rağmen baskılar azalmayınca, geçici hükümet 25 Eylül'de bu kez tam bağımsızlığını ilân eder ve böylece 'Garb-i Trakya Hükümet-i Müstâkilesi, yani 'Batı Trakya Cumhuriyeti' kurulur. Devletin bayrağı için üç renk seçilecektir.. Siyah, beyaz ve yeşil. Siyah – Balkanlardaki zulmü, Beyaz – özgürlüğü, yeşil ise İslam dinini temsil etmektedir. Ayrıca bayrağın üzerinde yer alan ay yıldız ise bölge halkının Türklüğünü temsil etmektedir. Gümülcine’nin başkent olduğu cumhuriyetin yüzölçümü 8578 km2 dir ve çoğunluğu piyade olmak üzere 29.170 mensubu olan bir ordusu bulunmaktadır. Yeni bayrak, Osmanlı’nın bayrağı ile yanyana her yere asılır ve B.Trakya hükümeti, B.Trakya ajansı isminde resmi bir ajans kurarak bölgenin bağımsızlığını tüm dünyaya duyurmaya çalışır. Ayrıca daha önce kullanılan Bulgar ve Yunan pulları kaldırılarak yerine Batı Trakya Hükümeti’nin pulları kullanılmaya başlanır.Yeni kurulan hükümetin yönetim biçimi ise Cumhuriyet olacaktır.

Yeni kurulan hükümetin yöneticilerinden, bayrağından, ajansından ve ordusundan bahsettik. Ancak B.Trakya Cumhuriyeti’nin marşına henüz değinmedik. Marşı yazacak kişi Süleyman Askeri, bu anlamlı görevi ondan talep eden ise hükümet reisi Müderris Salih Hoca olacaktır. B.Trakyalı Müderris Salih Hoca bu talebini Bulgar zulmü ile zorla Hıristiyan yapılan 300.000 Müslüman’ı kurtaran kuvvetlerin başında bulunan Süleyman Askeri’ye şu sözlerle ifade etmiştir.

Muhterem kumandan, Milletimiz var olduğu sürece ve Cumhuriyetimiz de baki kaldıkça; sizler bu necip Milletin nezih kalbinde ve hafızalarda daima minnet ve şükranla anılacaksınız. Nihayet sizlerin azimli gayretleri ve elbette ki yüce Allah’ın lütfüyle devletimiz teşekkül etti. Milli bayrağımızda layık olduğu yerler de zirvelerde dalgalanmaktadır. Bütün bu pek hoş gelişmelere rağmen; milletimiz ciddi bir fikri boşluk içersinde olduklarını açık açık ifade etmektedirler. Sizlerden devletimizin bekası adına istirham ediyorum. Cumhuriyetimizin bütün özelliklerini ve elbette geleceğimizi ifade eden milli marştan devlet marşından yoksunuz. Lütfen himmet buyurunuz ve bu fikri boşluğu izale ediniz. Müderris Salih Hoca

1913 senesinde henüz 29 yaşında olan Süleyman Askeri, B.Trakya Türk Cumhuriyeti’nin milli marşını yazması yönünde kendisine yapılan teklife aşağıdaki şekilde cevap verir.

Maruf bir şair liyakatini haiz olmadığım halde; arzunuz vechiyle yazmaya gayret edeceğim. Bu mevzuda müsterih olabilirsiniz.

 Süleyman Askeri

Süleyman Askeri, Batı Trakya milli marşının son kıtasını “ Bütün Batı Trakyalı’lar kıyamete kadar hür yaşayacak “ diyerek bitirmiştir. Oysa Bab-I Ali ve Bulgar yönetimi ile süren görüşmeler ve akabinde gelen İstanbul Antlaşması neticesinde, Batı Trakya Bulgaristan’a bırakılacak, büyük ümitler ile kurulan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti de maalesef sadece 58 günlük bir siyasi ömür ile tarih sahnesinden çekilecektir. Bölgenin Bulgarlara bırakılması Batı Trakya Türk Halkı üzerinde hayal kırıklığı yaratmıştır.

Türk evlerinin şevk ve ümitle binlercesini dikerek, resmi , hususi bütün yapılara dikilmiş olan bayrağın indirilmesi çok hazin oldu ... Ağlamayan yoktu ! Ümit kısa sürmüştü… Fuat Balkan İlk Türk Komitacısı Fuat Balkan’ın Hatıraları Arma Yayınları, İstanbul 1998

Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin fesh edilişinin temel nedenlerinden birisi, Bulgarlar ile sulh edilmediği takdirde, Çarlık Rusya’sının olanca kuvveti ile Osmanlı’nın doğusunu işgale başlayacağı korkusudur. Diğer etkenlerden birisi Osmanlı hazinesinin çektiği büyük para sıkıntısı karşısında Maliye Nazırı Cavit Bey’in süregelen baskıları, başka bir nedeni de, bir kısım tarihçinin söylediği üzere, Enver Paşa’nın tüm bu gelişmeler esnasında apandisten hasta olması yüzünden hükümetin kararlarına yeterince mukavemet edememiş olmasıdır. Hulasa, Fedai Zabıtan ile başlayarak Teşkilat-ı Mahsusa’ya giden yolda, bizzat teşkilat tarafından kurdurulan Batı Trakya Türk Cumhuriyeti’nin fesh edilmesinin getirdiği üzüntü bir yana diğer koşullar düşünüldüğünde, bu kararın anlaşılır yanları olduğunu da söylemek mümkün olabilir. Bu arada Osmanlı için namus demek olan Edirne’nin geri alındığını ve teşkilatın tüm cephelerde olduğu gibi Balkan cephesini, ileriye dönük ilişkiler ağı ile güçlendirdiğini düşünmekte de fayda var..

Zira, yönetici kadro İstanbul’a geri döndüğü esnada, Enver Paşa imam, köylü veyahut iş adamı kılığındaki Teşkilat-ı Mahsusa ajanlarını bölgeye göndererek Batı Trakya’da Türk kimliğini ve varlığını korumaya çalışmıştır.

Kuğunun son dansı…

Süleyman Askeri, B.Trakya Türk Cumhuriyeti’nin yıkılmasından sonra yanındakiler ile beraber İstanbul’a döner. Ve Ekim 1913 itibari ile Dahiliye Nezareti Muhacirin Müdürlüğü ile vazifelendirilir. Kıdemli yüzbaşı rütbesi ile tüm B.Trakya ve Makedonyayı denetimi altında tutmaktadır. İstanbul’a döndükten bir süre sonra, bu vazife ile tekrar B.Trakya’ya gidecektir. Bu kez, bölgeye gitmesinin amaçlarından birisi, Enver Paşa tarafından planlanmış olan iskan planının uygulanışını koordine etmek olacaktır. İskan planının amacı, B.Trakya ve Makedonya’da kalmış olan Türklerin, Osmanlı hakimiyetinde olan Doğu Trakya’ya veyahut Anadolu’ya sevkini sağlamaktır. Süleyman Askeri’nin diğer amacı ise, yeni bir savaş çıkması halinde Sırplara ve Yunanlılara karşı kullanılacak gizli kuvvetlerin oluşturma görevidir. Bu amaçla Sofya’da bulunduğu sırada da, Bulgar-Makedon Komitesi’nden Dr. Nikolof ve Pavli Satef ile görüşerek Sırplar’a ve Yunanlılar’a karşı ortak mücadele biçimleri belirlenmesinde öncü rol üstlenir.

Süleyman Askeri, Basra Valisi ve Irak Cephesi Kumandanı olana kadar, Dahiliye Nezareti Muhacirin Müdürlüğü görevi yürütür. Süleyman Nazif ‘in “ vatanı için vatanından başka her şeyi gülerek feda etmiş olan bir Osmanlı ” olarak tarif ettiği büyük kumandan için sonun başlangıcı ise İngilizlerin Basra’yı işgal ettiği 22 Kasım 1914 tarihinde başlayacaktır.

Basra’nın işgali, İstanbul’da deprem etkisi yaratır. Ve bölgedeki Osmanlı askerlerinin sayısının düşman kuvvetlerine oranla çok az olması, Osmanlı’yı alarma geçirir. Aslına bakarsanız, gün yine tıpkı Trablusgarp’ta ve B.Trakya’da olduğu gibi yerel kuvvetlerin de desteğini arkasına alarak pervasızca düşmanın üzerine yürüyecek Osmanlı subaylarının günüdür.

Bunun üzerine Enver Paşa, Trablusgarp ve B.Trakya’da örgütçülüğünü ispat eden Teşkilat-ı Mahsusa kurucularından Süleyman Askeri Bey’i hemen göreve çağırır. 20 Aralık 1914’te Basra valiliği ve Irak cephesi kumandanlığına atanan Süleyman Askeri, B.Trakya’da kendisiyle beraber savaşmış olan genç subaylardan oluşan bir birliğin yanı sıra, gönüllülerden topladığı ve Osman Bey’e ithafen “ Osmancık taburu “ ismini verdikleri yerel kuvvetlerle, 12 Nisan 1915’te İngilizlere karşı harekata geçer.

Bakın bölgedeki Alman kuvvetlerin komutanlarından Hans Lührs , Süleyman Askeri’den şöyle bahseder.

“Bu sırada bölgedeki Türk birliklerinin başkumandanı olarak sahneye Süleyman Askeri Bey çıktı. Olağanüstü gözüpek, atılgan ve son derece sert bir askerdi. Bir çok cephede bulunmuş, Trablusgarp’ta Enver Paşa’nın yanında şiddetli çatışmalar içinde yer almış ve kanlı Balkan savaşları boyunca cesaretini gözler önüne sermişti.” Hans Lührs

Süleyman Askeri’nin komutasındaki kuvvetlerin ilk yapacağı, İran Ehvaz kasabasına yönelerek, İngiliz’ler için büyük önemi olan petrol boru hattını tahrip etmek olacaktır. Ancak Basra’nın geri alınması pahasına hiç sakınmadan canını ortaya koyan Süleyman Askeri, maalesef 20 Ocak 1915 tarihinde, Dicle kıyısında keşif yapan İngiliz birlikleriyle karşı karşıya kalır ve çıkan çatışma esnasında iki bacağından birden yaralanır. Genç Osmanlı subayının bundan sonra gösterdiği mukavemet ve cephe gerisinde dinlenmesi gerektiğine dair yapılan tüm telkinlere rağmen bir an olsun birliklerin başından ayrılmayacak olması ise, herkesi hayrete düşürecektir. Hans Lührs, seneler sonra kaleme aldığı hatıralarında, bu durum karşısında duydukları hayret ve hayranlıktan şöyle bahseder;

“Süleyman askeri, yarası sebebiyle çektiği büyük acıya rağmen, özel olarak hazırlanmış bir sedye ile birliğe eşlik ediyordu. Doğrusu, bu olağanüstü Türk kumandanın gayreti karşısında hayretler içerisinde idik. O, 160 km lik bir mesafeyi, kanlar içerisinde sedye üzerinde, yer yer düşmana çok yakın mesafeden yol alarak bu şekilde kat etti . Daha sonra da, yine sedye üzerinde üç gün boyunca bir an olsun yorulmadan mücadeleyi yönetti. Aldığımız haberlere göre Süleyman Askeri, bulunduğu yerden olağanüstü bir gayretle muharebe alanını ve Şatt-ül Arap’a yönelen akınları kontrol ediyordu. Düşman Basra civarında sol kanatta mevzilenmiş halde idi. Türkler; bir askeri harekat içinde düşünülebilecek en üst düzeyde bir cesaret ile donanmışlardı ve Süleyman Askeri Bey’in sedye üzerinde ettiği seyahat boyunca açlık ve susuzluğa rağmen, içlerinde en ufak bir şikayeti olan yoktu. Çöl yolu üzerinde gerçekleştirebilecek ikmal için yeterli düzeyde yük hayvanına sahip de değillerdi. İhtiyaç duyulan her şey; Cephane, malzeme ve gıda stoku, askerler ya da yük hayvanları için gereken su ..Tüm bunların taşınması gerekiyordu. Ve hücum eğer üç gün içerisinde başarıya ulaşmaz da Basra Türkler tarafından en azından harici olarak kuşatılmazsa, bu durum büyük bir mağlubiyetin ardından gelecek trajedinin başlangıcı olacaktı. Ancak Süleyman Askeri, büyük bir harekata cesaret etmişti ve bu Türk subay adeta herkese meydan okuyordu.” Hans Lührs

Süleyman Askeri, iki bacağından yaralı olmasına rağmen, sedye üzerinde 9000 kişilik bir kuvvetin başında Basra’ya doğru ilerlemeye başlar. Hans Lührs ‘ün hatıralarında kaleme aldığı gibi, Basra en azından harici olarak kuşatılmaz ve İngiliz kuvvetlerinin mümkün olduğunca çok kayıp verip geri çekilmesi sağlanmaz ise, telafisi olmayacak olan büyük bir mağlubiyet gerçekleşmiş olacaktır.

” Bazen tek bir adam koca bir orduya ruh olmak itibariyle başlı başına bir ordu olabilir. Bu nadir fakat vakidir. İşte Süleyman Askeri Bey o nadir olan vakalardan birini gerçekleştirdi. İngilizleri Korina kasabası önünde aylarca tutan kuvvet, Süleyman Askeri Bey'in şahsı pervasızlığı ve yine kendisinin seçmiş olduğu bir avuç kahramandı. Süleyman Askeri, Korina önünde ve gayet vahim surette iki bacağından yaralandı.. Fakat kahraman komutanlara yakışacak bir metanetle ta Basraya kadar gitti ve şehrin 15 kilometre yakınındaki Şuayyibe mevkii müstahkemine taarruz ettti. Süleyman Askeri beyce maksat hasıl olmuş, durdurulamayacağı ve yenilemeyeceği zan olunan düşmanın tevkifi, tehdit ve hatta mağlup olabileceği imkanı fiilen gösterilmiş idi. Süleyman Askeri vatanı için vatanından başka herşeyini isteyerek ve gülerek feda etmiş bir Osmanlı idi". Süleyman Nazif

Süleyman Askeri emrindeki kuvvetler ile durmaksızın ilerlemeye devam eder. Beklenen karşılaşma, 12 Nisan 1915’de Suaybe civarındaki Bercisiyye ormanı etrafında olacaktır.. Çatışma başlar. Süleyman Askeri, savaşı sedye üzerinde yönetmektedir. Ancak İngilizlerin takviye kuvvetler çıkarması sonucu Osmanlı birliği maalesef mevcudunun yarısını şehit vermek zorunda kalacaktır.

Otuz bir senelik kısa ömründe bir an olsun onurundan taviz vermemiş olan Süleyman Askeri bu kayıptan kendini sorumlu tutar ve İngilizlere sedye üzerinde esir düşeceğini anladığı an, onun için yapacak tek şey kalmıştır.

Süleyman Askeri, teslim olmaktansa silahında kalan mermiyi başına sıkarak intihar eder.

Arabistanlı Lawrence, Süleyman Askeri’nin intihar haberini aldığında, Şerif Hüseyin ile beraber başlatacakları isyanı görüşmektedir . Ve seneler sonra -Hikmetin Yedi Sütunu- adlı kitabında şu satırları kaleme alır..

“Osmanlı Türkleri içinde devletlerinin hayat ve varlığının kritik bir safhaya girdiğini hissedenler yok değildi. Ben çölde görev yaptığım sırada ve hiç ümit edilmeyen yer ve şartlarda bunlara rastladım. Onlar, devletlerinin mevcudiyetini devam ettirebilmek için fevkalade fedakarlıklara ihtiyaç olduğunu hissetmenin bilinciyle her şeyi yapmışlardır. İmparatorluğu oluşturan unsurlar ise her ne pahasına olursa olsun ayrılık davasındaydılar... İntihar ettiği haberi bize geldiği zaman Mekke’de Şerif Hüseyin’in sarayındaydım. Hüseyin Paşa, bana “Bunlar böyle ölmesini de bilirler” dedi.” Arabistanlı Lawrence

Süleyman Askeri Bey gibi büyük bir kumandanını kaybeden Osmanlı Birlikleri, İngiliz İmparatorluğuna tarihinin en büyük mağlubiyetini yaşatır. Halil Paşa komutasındaki birlikler 29 Nisan 1916’de Kut-ül Amare’de büyük bir zafer kazanırlar.

Ve Kut-ül Amare zaferi, sadece İngiliz birliklerine teslim olmaktansa, hayatına son vermeyi tercih etmiş olan Süleyman Askeri’nin değil, Hint’ten Arap’a İngiliz emperyalizminin kanlı dişleri arasında can vermiş tüm dünya uluslarının intikamını almıştır.

Kaynak: haber10
http://millibirlikruhu.blogspot.com.tr/2011/04/unutturulan-bir-kahraman-osmanl-subay.html

Süleyman Askeri Bey
Mehmet Niyazi Özdemir

Geniş manada İslam âlemini, dar anlamda ise Osmanlı ülkesini işgallerden kurtarmak için kurulan Teşkilat-ı Mahsusa, gönüllülerden müteşekkil bir teşkilattı.
Mehmed Akif, Said Nursi, Şerif el Tunusi gibi İslam mücahidleri burada gönüllü olarak çalışıyorlardı. 1913 yılının Kasım ayında bu teşkilat, İrade-i Seniyye ile resmi bir hüviyet aldıktan sonra bu zevat teşkilattan ayrıldılar. Ama devletin bir hizmete ihtiyacı varsa, desteklerini esirgemezlerdi; Mehmed Akif’in Arap çöllerinde İngiliz teşviki ile Osmanlı’dan ayrılan kabilelerin önüne geçmesi, Said Nursi’nin doğuda Ruslara karşı savaşması gibi.
    İrade-i Seniyye ile kurulan Teşkilat-ı Mahsusa’nın başına Süleyman Askeri Bey’in mi yoksa Eşref Kuşçubaşı’nın mı getirildiği tartışmalıdır. Meydan Larousse’da Eşref Kuşçubaşı’nın, diğer bazı kaynaklarda Süleyman Askeri Bey’in adı yazılmaktadır. Bunların ikisi de Teşkilat-ı Mahsusa’nın en yetkili isimleridir; yalnız İstanbul’dan uzun süre ayrılmadığı için Eşref Kuşçubaşı’nın teşkilatın başında olduğu kanaati ağır basmaktadır; zira memleketin can alıcı kurumunun başı başkentin dışında kalamazdı.
    Birinci Dünya Savaşı patlak verince, Osmanlı Irak Cephesi’ne fazla önem vermemişti; çünkü bu cephe baştan aşağı Müslüman olduğu için buraya düşman saldırmazdı; hatta buradaki birlikleri İran ve Filistin cephesine kaydırmışlardı. İngilizler bu boşluktan yararlanıp Şattü’l-Arap’ın en ucundaki Fav’ı zaptedip ardından Basra’yı, kısa bir müddet sonra da Kurna’yı ele geçirmişlerdi. Süleyman Askeri, İrade-i Seniyye ile burada görevlendirilmişti. Elinde ciddi bir resmi kuvvet yoktu; Arap aşiretlerinin gençlerini, Trablusgarp Harbi’nde olduğu üzere eğitecek ve onlarla İngilizlere karşı koyacaktı; ne yazık ki burada Şeyh Sunusi Hazretleri gibi biri yoktu.
    Süleyman Askeri vazife yerine ulaştığında aşiret şeyhlerine önemli mektuplar yazdı; umduğu gerçekleşmemiş olmasına rağmen azimli bir insandı; burada Teşkilat-ı Mahsusa elemanlarını görevlendirdi. Necd, Şammar, İbnü’r Reşid aşiretleri Osmanlı Devleti’ne sonuna kadar sadık kalmıştı. Süleyman Askeri, çeşitli zorlukları aştıktan sonra bölgedeki önemli kuvvetleri silahaltına almayı başarmıştı. Buraya bir de “Osmancık Taburu” intikal etmişti.
    General Barrett, Ammare’yi işgal etmiş, İngiliz kuvvetleri Nasıriye istikametine doğru yollanmıştı. Fırat Nehri çevresinde Osmanlılar, İngilizleri başarısızlığa uğrattılar. Bunun üzerine Barrett, daha büyük kuvvetlerle Dicle’nin doğusunda Rota yönüne taarruz etmiş, Osmanlı ihtiyat kuvvetleri tarafından karşılanarak bataklık içinde ilerlemeye çalışan kuşatma kolu da  çekilmeye mecbur olmuştur. Muharebeyi yakından idare eden Süleyman Askeri Bey iki ayağından yaralanmıştı. Tedavi için Bağdat’a gitmiş, hastanede İngilizlere karşı taarruz planlarını yapmıştır. Doktorların bütün ısrarlarına rağmen hastanede kalmayıp Nasıriye’ye gelmiş, burada toplanan kuvveti Basra’ya doğru hareket etmek üzere düzenlemiştir.
    Bu arada İngilizler Irak’ı takviye etmişlerdir. Binbaşı Ali Bey tarafından verilen taarruz emri, İngilizlerin mukavemeti karşısında durmuştur. Öğleden sonra tekrar edilen taarruzdan da bir netice alınamamış, düşmanın ateş üstünlüğünü dikkate alan Süleyman Askeri gece taarruzunu devam ettirmiştir. Bazı küçük neticeler elde edilmişse de başarı tatminkâr değildi. Muharebenin son günü Arap aşiret birliklerinden yalnızca Ziya Bey’in emrindeki Şammar aşireti ile Uceymi Sadun Paşa’nın gönüllülerinin yararlılıkları görülmüştür. Süleyman Askeri Bey, yaralı olması nedeniyle harekâtı sedyeden takip ederek yönetmeye çalışmıştı. Muharebenin üçüncü günü ikindiye doğru bütün ümidini kaybeden Süleyman Askeri büyük bir gayretle sedyeden kalkmış, savaşa bilfiil  katılmaya teşebbüs etmiş ve atına binmeye çalışmıştır. Fakat yaraları sebebiyle bunu başaramamış ve tekrar kendisini sedyeye bırakmıştır. Savaşın iyice kızıştığı ve aleyhe dönüştüğü anda yakınında bulunan aşiret reislerine; “… Kadınların bile muharebe etmesini beklediğim böyle müşkül ve hayati bir zamanda harbe seyirci kalmaktan utanmıyor musunuz? Köpekler bile yabancıları mahallelerine yaklaştırmazlar. Onlar kadar olamadınız!” diye haykırmıştır. Bu sırada Süleyman Askeri, etrafına düşmeye başlayan mermiler sebebiyle arabaya bindirilmiştir. Arabada yalnız kalan Süleyman Askeri yola çıkacağı sırada bir silah sesi işitilmişti, silah gürültüleri arasında bu hadise normal karşılanmış ve kimsenin dikkatini çekmemiştir. Ancak bir müddet sonra arabaya yaklaşıp içeriye göz atanlar birdenbire şaşırıp kalmışlardır. Zira Süleyman Askeri’nin tabancası elinde ve ağzı kanlar içinde cansız yatmaktadır. Nuhayle’deki komutanlık karargâhına götürülmüş, aynı gece sırtındaki üniformasıyla çadırının içinde kazılan mezara defnedilmiştir.
    Verdiği emirleri, can korkusu taşıyan askerleri layıkıyla yerine getiremiyorlardı. Fatih’in, Yavuz’un askerleri böyle mi olmalıydı… Ey bu toprağın çocukları; kalbinizden Süleyman Askeri Bey gibi milletin fedâkâr kahramanları eksilmesin; ancak o zaman bu vatanın kıymetini bilebilirsin.

Kaynak: http://www.zaman.com.tr/mehmet-niyazi/suleyman-askeri-bey_2201408.html

HAKKINDA KİTAP: SÜLEYMAN ASKERİ BEY

Teşkilat-ı Mahsusa Kuruluş ve Seçkin Üyeler

Merhaba arkadaşlar.Bu yazımızda Teşkilat-ı Mahsusa‘nın kuruluşuna çok kısaca değinip ardından  Teşkilat-ı Mahsusa’nın üyesi olup yakın tarihimizde büyük işler yapan üyelerini sıralayalım.
1.Dünya savaşı’nın başladığı günlerde seferberlik ilan edilmiştir.Seferberliğin ilan edildiği 11 Kasım gecesi İttihat ve Terakki Teşkilatı Genel Merkezi‘nde tarihi bir toplantı vardı ve üyelerin hepsi hazırdı.Toplantı önemli bir karar gebeydi: Enver Paşa’nın önerisiyle Teşkilat-ı Mahsusa’nın temelleri atılacaktı.Alınan kararda şöyle deniliyordu: “İster savaşa katılalım, ister katılmayalım ordularımızın ileride düşman topraklarındaki hareketlerini kolaylaştırmak için bir Teşkilat-ı Mahsusa kurulmalıdır.Bu teşkilat sayesinde silahlandırılacak çeteler savaş sırasında düşman topraklarına girecekler, düşmanın hareketi ve sayısı hakkında ordularımıza gerekli bilgiyi vereceklerdir.”
Teşkilat-ı Mahsusa yaptıkları, en zor şartlarda bile imza attığı inanılmaz eylemlerle bir döneme mührünü vuran bir örgüttür.Öyle ki dünyanın en gizli teşkilatları arasındadır.Hücre sistemiyle çalışmıştır ve hücre evleri günümüzde dahi belirlenememiştir.Teşkilat’ın kuruluş tarihi hakkında çeşitli görüşler vardır: Cemal Paşa hatıralarında Teşkilat-ı Mahsusa’nın 1913 yılında Batı Trakya’daki faaliyetlerinden söz eder.Doktor Philip Hendrick Stoddard (Teşkilat-ı Mahsusa kitabının yazarı) da Ağustos 1914′te Teşkilat-ı Mahsusa’nın illegal olarak çalıştığını 5 Ağustos 1914′te resmi bir kimliğe büründüğünü belirtir.Kaynakların ortak görüşü ise şudur:
Teşkilat-ı Mahsusa Enver Paşa’nın ve mesai arkadaşı Binbaşı Süleyman Askeri‘nin yönettiği ve İttihat Terakki Genel Merkezi’nin Batı Trakya ile ilgili kararlarını uygulamakla görevli bir örgütün büyüyüp gelişmesiyle oluşmuştur.Kuşçubaşı Selim Sami ve Eşref kardeşler,Çerkez Reşit,Hüsrev sami gibi isimlerin aktif olarak çalıştığı teşkilat, yakın tarihimizin en başta gelen gizemli bir örgütüdür.
Teşkilat’ın kuruluş amacı şuydu:
-Bütün Müslüman alemini bir bayrak altında toplamak, yani İslam birliğini gerçekleştirmek.Bunun yanında bütün Türk Dünyası’nı da siyasi birliğe kavuşturmak, yani Turan Ülküsü’nü gerçek kılmak.Önemli bir İslam büyüğü Emiri efendi ve Türkçülük’ün ideologu   Ziya Gökalp Teşkilat’ın fikirlerinden esinlenmiş, Teşkilat-ı Mahsusa Osmanlı coğrafyasında geniş bir yelpazeye yayılmış, büyük bir ümit kaynağı olmuştur.
Teşkilat-ı Mahsusa başlangıçta oldukça iyi işler yapmış, ama Arap isyanları ve İngiliz altınları zamanla bütün dengeleri değiştirmiştir.Balkanlar’da ve Osmanlı’nın değişik yörelerinde İttihat ve Terakki’nin fedakar subayları sayesinde ayaklanmalar çıkmış, İtilaf devletleri’ni oldukça uğraştırmıştır.
Enver Paşa’nın emri ile Teşkilat-ı Mahsusa’nın başına geçen Kurmay Binbaşı Süleyman Askeri’nin emrinde seçme subay ve askerlerden  oluşan Osmancık Gönüllü Alayı vardı.Yüzbaşı Hayri,Filibeli Halim Cavit,Yüzbaşı Lütfü,Piyade Teğmeni Şehreminili Sadık gibi mümtaz subaylar, Binbaşı Süleyman Askeri Bey’in işini oldukça kolaylaştırıyordu.Burada Teşkilat-ı Mahsusa emrinde çalışan ve yakın tarihimizde önemli işler yapan bazı subayların listesini vermeyi faydalı görüyorum:
  1. Yüzbaşı Yakup Cemil
  2. Emir Abdulkadir el-cezayir’in oğlu, Meclis-i Mebusan İkinci başkanı Emir Ali Paşa
  3. Osmanlı Meclis-i Mebusan üyesi Abdulkadir Gannavi
  4. Dr.Abdurrahman Bey
  5. Yüzbaşı Ali
  6. Müstakbel İstiklal Mahkemesi Başkanı ve Cumhuriyet Dönemi Nafia Nazırı Miralay Ali Çetinkaya
  7. Başbakan Binbaşı Ali Fethi Okyar
  8. İşkodralı Ali Rıza
  9. Teğmen İskeçeli Arif
  10. Teğmen Atıf Kamçıl
  11. Binbaşı Mısırlı Aziz Ali
  12. Padişahın saray görevlilerinden Besim Ağa
  13. Gazzeli Cemal Bey
  14. Mustafa Kemal’in yaverlerinden Cevat Abbas
  15. Yüzbaşı Hacı Emin
  16. Geleceğin Harbiye Nazırı Enver Paşa
  17. Enver Paşa’nın kardeşi Nuri Kıllıgil
  18. Enver Paşa’nın kayınbiraderi Yarbay Nazım
  19. Enver Paşa’nın amcası Kurmay Binbaşı Halil Kut
  20. Enver Paşa’nın yaveri İzmitli Mümtaz
  21. Trablus Mebusu Ferhat Bey
  22. Sapancalı Hakkı
  23. Türk Hava Kurumu başkanı Binbaşı Fuat Bulca
  24. Deli Fuat Paşa’nın oğlu Teğmen İslam
  25. Deli Fuat Paşa’nın oğlu Şehit Reşit
  26. Topçu Yüzbaşı İsmail Hakkı
  27. Jandarma Yüzbaşı Kadri
  28. Kuşçubaşı Eşref
  29. Miralay Neşet
  30. Ünlü Hatip Ömer Naci
  31. Sağlık Bakanı Dr. Refik Saydam
  32. Şeyh Salih eş-Şerif et-Tunusi
  33. Trablusgarplı Süleyman el-Baruni
  34. Askeri Temyiz Mahkemesi Başkanı Bingazili Yusuf Şetvan
  35. Halepli Ethem Paşa
  36. Şeyh Abdulaziz Savaş
  37. Yarbay Çorumlu Aziz
  38. Teşkilat-ı Mahsusa Siyasi Büro Müdürü Dr. Bahaeddin Şakir
  39. Teşkilat-ı Mahsusa Sİyasi Büro Müdürü Mithat Şükrü Bleda
  40. Dördüncü ordu müftüsü Esat Şukayr
  41. Ohrili Eyüp Sabri
  42. Ünlü komitacı Fuat Balkan
  43. Süvari binbaşı Eyüplü Hüsamettin Ertürk
  44. Manastırlı Hüsrev Sami Kızıldoğan
  45. Topçu Yüzbaşı İhsan
  46. Türkistan’daki Teşkilat-ı Mahsusa harekatının idarecilerinden Kuşçubaşı Selim Sami
  47. Kolağası Trabzonlu Rıza
  48. Balkan Savaşı’nda Teşkilat-ı Mahsusa üyelerinden İsmail Canpolat
  49. TBMM üyesi Edremitli Necati Bey
  50. Yüzbaşı Kırkkiliseli (Kırklarelili) Ali Rıza
  51. Yüzbaşı Üsküdarlı Muhtar
  52. İstiklal Savaşı paşalarından Dağıstanlı Nuri
  53. Çerkez Ethem’in kardeşi Tevfik
  54. Eğinli Hasan Rıza
  55. Meclis-i Mebusan Bursa Mebusu Talip Bey
  56. TBMM üyesi Yüzbaşı Giritli Ruşeni
  57. Fas’ta Ticani Hücresi Reisi Hoca Abbas
  58. Tunus Devlet Başkanı Habib Burgiba’nın babası Şerif Burgiba
  59. Arabistan’ın ünlü şeyhlerinden İbnü’r-Reşit
  60. İstiklal Marşı Şairi Mehmet Akif Ersoy
  61. Türkiye Cumhuriyeti’nin kurucusu Mareşal Mustafa Kemal Paşa
Sevgilerimle..
KAYNAK: www.twitter.com/aynaninsirri , www.aynaninsirri.tumblr.com

Namık Kemal

21 Aralık 1840’ta Tekirdağ’da doğdu, 2 Aralık 1888’de Sakız Adası’nda öldü. Asıl adı Mehmed Kemal. Namık adını ona şair Eşref Paşa verdi. Babası, II. Abdülhamid döneminde müneccimbaşılık yapmış olan Mustafa Asım Bey. Annesini küçük yaşında yitirince çocukluğunu dedesi Abdüllâtif Paşa’nın yanında, Rumeli ve Anadolu’nun çeşitli kentlerinde geçirdi. Bu yüzden özel öğrenim gördü. Arapça ve Farsça öğrendi. 18 yaşında İstanbul’a babasının yanına döndü. 1863’te Babıali Tercüme Odası’na kâtip olarak girdi. Dört yıl çalıştığı bu görev sırasında dönemin önemli düşünür ve sanatçılarıyla tanışma olanağı buldu. 1865’te kurulan ve daha sonra yeni Osmanlılar Cemiyeti adıyla ortaya çıkan İttifak-ı Hamiyet adlı gizli derneğe katıldı. Bir yandan da Tasvir-i Efkâr gazetesinde hükümeti eleştiren yazılar yazıyordu. Gazete, Yeni Osmanlılar Cemiyeti’nin görüşleri doğrultusunda yaptığı yayın nedeniyle 1867’de kapatıldı.
Sürgünler dönemi 
Namık Kemal, İstanbul’dan uzak olması için Erzurum’a vali muavini olarak atandı. Bu göreve gitmeyi erteledi ve Mustafa Fazıl Paşa’nın çağrısı üzerine Ziya Paşa’yla birlikte Paris’e kaçtı. Bir süre sonra Londra’ya geçerek Mustafa Fazıl Paşa’nın parasal desteğiyle Ali Suavi’nin Yeni Osmanlılar adına çıkardığı “Muhbir” gazetesinde yazmaya başladı. Ama Ali Suavi’yle anlaşamadı, Muhbir’den ayrıldı. 1868’de gene Fazıl Paşa’nın desteğiyle “Hürriyet” gazetesini çıkardı. Çeşitli anlaşmazlıklar yüzünden, Avrupa’da desteksiz kalınca, 1870’te zaptiye nazırı Hüsnü Paşa’nın çağrısıyla İstanbul’a döndü. Nuri, Reşat ve Ebüzziya Tevfik beylerle birlikte 1872’de “İbret” gazetesini kiraladı. Aynı yıl burada çıkan bir yazısı üzerine gazete 4 ay kapatıldı. İstanbul’dan uzaklaştırılmak için Gelibolu mutasarrıflığına atandı. Orada yazmaya başladığı “Vatan Yahut Silistre” oyunu, 1873’te Gedikpaşa Tiyatrosu’nda sahnelendi. Oyunu izleyenler galeyana gelip olay çıkardı. Namık Kemal birçok arkadaşıyla birlikte tutuklandı. Bu kez kalebentlikle Magosa’ya sürgüne gönderildi.
Türk Edebiyatı’nda İlkleri 
1876’da I. Meşrutiyet’in ilanından sonra İstanbul’a döndü. Şura-yı Devlet (Danıştay) üyesi oldu. Kanun-î Esasi’yi (Anayasa) hazırlayan kurulda görev aldı. 1877 Osmanlı-Rus Savaşı çıkınca Meclis-i Mebusan kapatıldı, Namık Kemal tutuklandı. Midilli Adası’na sürüldü. 1879’da Midilli mutasarrıfı oldu. Aynı görevle 1884’te Rodos, 1887’de Sakız Adası’na gönderildi. Ertesi yıl burada öldü ve Gelibolu’da Bolayır’da gömüldü. Şiirlerini küçük yaşlardan itibaren yazdı. Şinasi’yle tanışıncaya değin, şiirlerinde tasavvuf etkileri görülür. Bu dönemde özellikle Yenişehirli Avni, Leskofçalı Galib gibi şairlerden etkilendi. En önemli özelliklerinden biri, Türk şiirini Divan şiirinin etkisinden kurtarmaya çalışması. “Vatan Şairi” diye de isimlendirildi. Tiyatroya özel bir önem verdi, altı oyun yazdı. Bir yurtseverlik ve kahramanlık oyunu olan Vatan Yahut Silistre, Avrupa’da da ilgi uyandırdı ve beş dile çevrildi. İlk romanı “İntibah” 1876’da yayınladı. Ruhsal çözümlemelerinin, bir olayı toplumsal ve bireysel yönleriyle görmeye çalışmasının yanı sıra, dış dünya betimlemeleriyle de İntibah Türk romanında bir başlangıç sayılır. Romanı ve tiyatroyu toplumsal yaşama soktuğu gibi, edebiyat eleştirisini de Türkiye’ye ilk getiren kişilerden biri oldu. En önemli eleştiri eserleri Tahrib-i Harâbât ile Takip. Gazeteci olarak da Türk kültürü içinde önemli bir yeri var. Döneminin hemen hemen bütün yenilik yanlısı ve ilerici gazetelerinde yazıları yayınlandı. Siyasal ve toplumsal sorunlardan edebiyat, sanat, dil ve kültür konularına dek çok çeşitli alanlarda yazdığı makalelerin sayısı 500 kadar.

ESERLERİ 
OYUN: 
Vatan Yahut Silistre (1873, yeni harflerle 1940)
Zavallı Çocuk (1873, yeni harflerle 1940)
Akif Bey (1874, yeni harflerle 1958)
Celaleddin Harzemşah (1885, yeni harflerle 1977)
Kara Bela (1908)
ROMAN: 
İntibah (1876, yeni harflerle 1944)
Cezmi (1880, yeni harflerle 1963)
ELEŞTİRİ
Tahrib-i Harâbât (1885)
Takip (1885)
Renan Müdafaanamesi (1908, yeni harflerle 1962)
İrfan Paşa’ya Mektup (1887)
Mukaddeme-i Celal (1888)
TARİHİ KİTAPLAR: 
Devr-i İstila (1871)
Barika-i Zafer (1872)
Evrak-ı Perişan (1872, yeni harflerle 1973)
Kanije (1874)
Silistre Muhasarası (1874, yeni harflerle 1946)
Osmanlı Tarihi (1889, ölümünden sonra, yeni harflerle 3 cilt, 1971-1974)
Büyük İslam Tarihi, (1975, ölümünden sonra)
Kaynak: http://www.xn--edebiyatgretmeni-twb.net/namik_kemal.htm


Beyitler:

Sana senden gelir bir işte 'dâd' lâzımsa 
Zaferden ümidin kes gayriden imdad lâzımsa.

Yüksel ki yerin bu yer değildir;
Dünyaya gelmek hüner değildir.

Bize gayret yaraşır, merhamet Allah'ındır.
Hükmü ati ne fakirin, ne de şeyhin şahındır

HÜRRİYET KASİDESİ

Görüp ahkâm-ı asrı münharif sıdk u selâmetten
Çekildik izzet ü ikbal ile bâb-ı hükûmetten

Usanmaz kendini insan bilenler halka hizmetten
Mürüvvet-mend olan mazluma el çekmez iânetten

Hakîr olduysa millet, şânına noksan gelir sanma
Yere düşmekle cevher, sâkıt olmaz kadr-ü kıymetten

Vücûdun kim hamir-i mâyesi hâk-i vatandandır
Ne gâm râh-ı vatanda hak olursa cevr ü mihnetten.

Muini zâlimin dünyada erbâb-ı denaettir
Köpektir zevk alan, sayyâd-ı bi-insâfa hizmetten

Hemen bir feyz-i bâkî terk eder bir zevk-i fânîye
Hayatın kadrini âli bilenler, hüsn-i şöhretten.

Nedendir halkta tul-i hayata bunca rağbetler
Nedir insana bilmem menfaat hıfz-ı emanetten.

Cihanda kendini her ferdden alçak görür ol kim
Utanmaz kendi nefsinden de ar eyler melametten

Felekten intikam almak, demektir ehl-i idrâke
Edip tezyid-i gayret müstefid olmak nedâmetten

Durup ahkâm-ı nusret ittihâd-ı kalb-i millette
Çıkar âsâr-ı rahmet, ihtilaf-ı rey-i ümmetten

Eder tedvîr-i âlem bir mekînin kuvve-i azmi
Cihân titrer sebât-ı pây-ı erbâb-ı metânetten

Kaza her feyzini her lutfunu bir vakt için saklar
Fütur etme sakın milletteki za'f u betaetten

Değildir şîr-i der-zencire töhmet acz-i akdamı
Felekte baht utansın bi-nasib- erbab-ı himmetten

Ziya dûr ise evc-i rif'atinden iztırâridir
hicâb etsin tabiat yerde kalmış kabiliyetten

Biz ol nesl-i kerîm-i dûde-i Osmaniyânız kim
Muhammerdir serâpâ mâyemiz hûn-ı hamiyetten

Biz ol âl-i himem erbâb-ı cidd ü içtihâdız kim
Cihangirâne bir devlet çıkardık bir aşiretten

Biz ol ulvi-nihâdânız ki meydân-ı hamiyette
Bize hâk-i mezar ehven gelir hâk-i mezelletten

Ne gam pür âteş-i hevl olsa da gavgâ-yı hürriyet
Kaçar mı merd olan bir can için meydân-ı gayretten

Kemend-i can-güdâz-ı ejder-i kahr olsa cellâdın
Müreccahtır yine bin kerre zencîr-i esâretten

Felek her türlü esbâb-ı cefasın toplasın gelsin
Dönersem kahbeyim millet yolunda bir azîmetten

Anılsın mesleğimde çektiğim cevr ü meşakkatler
Ki ednâ zevki âlâdır vezâretten sadâretten

Vatan bir bî-vefâ nâzende-i tannâza dönmüş kim
Ayırmaz sâdıkân-ı aşkını âlâm-ı gurbetten

Müberrâyım recâ vü havfden indimde âlidir
Vazifem menfaatten hakkım agrâz-ı hükümetten

Civânmerdân-ı milletle hazer gavgâdan ey bidâd
Erir şemşîr-i zulmün âteş-i hûn-i hamiyetten

Ne mümkün zulm ile bidâd ile imhâ-yı hürriyet
Çalış idrâki kaldır muktedirsen âdemiyetten

Gönülde cevher-i elmâsa benzer cevher-i gayret
Ezilmez şiddet-i tazyikten te'sir-i sıkletten

Ne efsunkâr imişsin ah ey didâr-ı hürriyet
Esîr-i aşkın olduk gerçi kurtulduk esâretten

Senindir şimdi cezb-i kalbe kudret setr-i hüsn etme
Cemâlin ta ebed dûr olmasın enzâr-ı ümmetten

Ne yâr-ı cân imişsin ah ey ümmid-i istikbâl
Cihanı sensin azad eyleyen bin ye's ü mihnetten

Senindir devr-i devlet hükmünü dünyaya infâz et
Hüdâ ikbâlini hıfzeylesin hür türlü âfetten

Kilâb-ı zulme kaldı gezdiğin nâzende sahrâlar
Uyan ey yâreli şîr-i jeyân bu hâb-ı gafletten


Hürriyet Kasidesi'nin Açıklaması:

çağın değer yargılarını doğruluktan ve samimiyetten sapmış görerek
kendi arzumuz ve saygınlığımız ile devlet kapısından ayrıldık.

kendini insan bilenler halka hizmet etmekten usanmaz,
mürüvvet sahibi olanlar zavallılara yardım etmekten kaçınmaz.

eğer millet, hor görülmüşse onun şanına bir eksiklik geleceğini sanma;
yere düşmekle cevher, değerinden özünden birşey kaybetmez.

vücudun mayası, vatan toprağıdır;
bu vücut, acı ve sıkıntı içinde vatan yolunda toprak olursa, en küçük bir üzüntü duyulmaz.

dünyada zalimin yardımcısı, aşağılık kimselerdir;
insafsız avcıya hizmetten zevk alan ancak köpektir.

hayatın değerini şöhretin güzelliğinden üstün tutanlar ile
geçici zevklere ebedî feyiz tercih edilir.

insanlarda hayatın uzamasına bunca düşkünlük nedendir;
insan emaneti koruyacağı yerde ondan niçin menfaat bekler?

kişi dünyada herkesten kendini alçak görür, ayıplanmaktan kaçınır,
fakat kendi nefsinden utanmaz.

akıllı ve bilinçli olanların, yaptıklarından pişman olup çalışmalarını artırması ve bunlardan ders alması, felekten intikam almak demektir.

başarının, üstünlüğün değeri, milletin gönül birliğinde durur;
koruma ve kollama eserleri ise ümmetin düşüncesinin çarpışması ile çıkar.

iktidar sahibi bir kişinin azim gücü, dünyanın bir düzene girmesini sağlar;
metanet sahibi kişilerin ayaklarını sağlam basması ile cihan titrer.

kader, her feyzini, her lütfunu bir zaman için saklar;
milletteki gevşeklikten, zayıflıktan sakın korkma!

zincire vurulmuş aslana ayaklarının güçsüzlüğü töhmet değildir;
bu dünyada nasipsiz himmet sahiplerinden talih utansın.

ışık yüksekliğin doruğundan uzaksa çaresizliktendir;
tabiat yerde sürünen kabiliyetten utansın.

biz o osmanlılar boyunun ulu soyundanız;
mayamız, bütünüyle şehadet kanıyla karılmıştır.

biz o yüce hamiyetli, çalışkan ve güçlü kişileriz ki
bir küçük aşiretten dünyaya hükmeden bir devlet meydana getirdik.

biz o yüce yaratılışlı milletiz ki
hamiyet meydanında ayaklar altında toprak olmaktan bize ölüm daha iyi gelir.

hürriyet mücadelesi korkulu ateş olsa ne dert,
yiğit olan bir insan gayret meydanından kaçar mı?

cellâdın can yakan kemendi acımasız bir ejder bile olsa,
yine bin defa esaret zincirinden daha iyidir.

felek her türlü eziyet yollarını toplasın gelsin,
millet yolunda hizmetten dönersem kahpeyim.

bu yolda çektiğim acılar, sıkıntılar anılsın;
bunun en basit zevki bile vezirlikten, sadrazamlıktan daha iyidir, yücedir.

vatan, bir vefasız alaycı sevgiliye dönmüş,
aşkına bağlı olanları gurbet acılarından ayırmıyor.

korkudan, yalvarma yakarmadan uzağım;
benim yanımda görevim menfaatimden, hakkım hükûmetin kötü niyetlerinden daha üstündür.

ey adaletsiz, milletin yiğitleriyle mücadeleden sakın;
senin zulmünün kılıcı hamiyet kanının ateşi karşısında erir.

zulüm ile, işkence ile hürriyeti ortadan kaldırmak ne mümkün;
eğer kendinde bir güç görüyorsan insanoğlundan idraki kaldırmaya çalış.

gönülde çalışma gevheri, elmas cevherine benzer;
ağırlığın tesirinden, baskının şiddetinden ezilmez.

ey hürriyetin güzel yüzü, sen ne büyüleyici imişsin.
gerçi esaretten kurtulduk derken senin aşkının esiri olduk.

şimdi kalbi fethedecek güç sendedir, güzelliğini gizleme;
güzelliğin, milletin nazarlarından ebediyete kadar uzak kalmasın.

ey geleceğin umudu, sen ne can dostuymuşsun;
dünyayı bütün üzüntü ve sıkıntılarından kurtaran sensin.

hükmetme çağı senindir, hükmünü dünyaya geçir;
allah yüceliğini her türlü belâlardan korusun.

ey yaralı kükreyen aslan, senin gezdiğin güzel sahralar zulmün köpeklerine kaldı,
artık gaflet uykusundan uyan!

Namık Kemal