22 Aralık 2014 Pazartesi

Mustafa Güzelgöz

Mustafa Güzelgöz
Vikipedi, özgür ansiklopedi
Mustafa Güzelgöz diğer adıyla Eşekli Kütüphaneci (d.1921-ö.2005). Kütüphaneyi halkın ayağına götürmek düşüncesi ile Ürgüp seyyar kütüphanesinin yedi katır ve üç atı ile yöredeki 36 köye hizmet götürmüştür. 1972 yılında emekli olan eşekli kütüphanecinin yaşam öyküsünü, yazar Fakir Baykurt, Eşekli Kütüphaneci adlı eserinde romanlaştırmıştır. Ayrıca yazar Ahmet Şerif İzgören "Süpermen Türk olsaydı Pelerinini Annesi bağlardı" adlı kitabının girişimcilik bölümünde Mustafa Güzelgöz'ün hikâyesini anlatmaktadır. Güzelgöz’e 1963 yılında “Amerikan Barış Gönüllüleri Derneği’nin İnsanlığa Hizmet Ödülü” verilmiştir.[1] Mustafa Güzelgöz, Nevşehir Devlet Hastanesi’nde tedavi görürken 18 Şubat 2005’te kalp yetmezliğinden ölmüştür.
Mustafa Güzelgöz
Mustafa Güzelgöz, Ürgüplü hemşehrileri gibi İstanbul’a çalışmaya gider ve burada Tiftik ve Yapağı Dışsatım Birliği’nde depo memuru olarak iş bulur; fakat II. Dünya Savaşının çıkması üzerine 1940 yılında askere alınır. Tokat’ta 3,5 sene süren askerliğinin ardından memleketine döner. Amacı yeniden İstanbul’daki işine dönmektir; ancak ailesi kendisinin Ürgüp’te kalıp hayatını burada kurmasını istemektedir. Güzelgöz’ün futbol konusundaki bilgi ve deneyimi Kaymakamın gözünden kaçmaz, boş zamanlarında Ürgüp’lü gençleri futbol çalıştırması şartıyla iş bulmayı teklif eder, Tahsin Ağa Kütüphanesi memuresinin emekliliğe ayrılması üzerine boşalan kadroya Güzelgöz atanır.
İlk iş olarak harf devrimi sonrasında kütüphanenin rutubetli bir odasına atılmış olan Osmanlıca kitapları çıkartarak kurtarır. Kütüphanecilik alanında herhangi bir bilgisi olmayan Güzelgöz, kütüphanecilik üzerine yazılmış bir el kitabından yararlanarak modern bir kütüphane oluşturma çabasına girişir. Yakın çevresindeki tanıdıkları ile konuşarak ellerindeki kitapları kütüphaneye bağışlamalarını sağlar ( İleri ve Talipoğlu, 2007).
Eşeklerle Kitap Taşıma
Güzelgöz, kaymakamla birlikte katıldığı heyet gezilerinde; halkın, heyette bulunan doktor öğretmen veteriner gibi halkın gereksinimlerini karşılayan meslek adamlarına büyük saygı gösterirken; bir kütüphane memuru olarak kendisine aynı saygının gösterilmediğini fark eder. Bunun üzerine bir kütüphane görevlisi olarak halka nasıl faydasının dokunacağını düşünmeye başlar. Köylünün imkânsızlıklar sonucu yararlanamadığı kütüphaneyi onun ayağına götürmeye karar verir. Bunun için en uygun olan yöntem, kitapları eşeklerle taşımaktır. Kitapları taşımak için gerekli olan sandıkların krokisini hazırlayarak marangoza yaptırır. Ödünç vereceği kitaplar içinde bir izleme defteri hazırlayarak yollara düşer. Böylece 36 köye hizmet vermeye başlar.
Güzelgöz, Tahsin Ağa Kütüphanesinin yeni binasına kat çıkmak ve gezici kütüphane hizmetinden daha çok insanın faydalanabilmesini sağlamak amacıyla bakanlığa başvurarak iki adet yeni memur kadrosu ve eşekler için yem bedelinin karşılanmasını ister. İstediklerini alır. Bu kadrolara görevli alınırken bir eşek sahibi olması ve kendi bölgesinde en az beş köye hizmet götürmesi şartı aranır.
Kitap sayısını arttırmak ve de özellikle çocuk kitaplarına gereksinim bulunmaktadır. Ürgüp dışında çalışmakta olan hemşehrilerin adresini toplayabildiklerine el yazısı ile tek tek mektup yazarak kitap göndermeleri isteğinde bulunur. Bir ay sonra mektuba cevap olarak paketlerle kitaplar gönderilmeye başlar. Bazı Ürgüp’lüler gazete ve dergilere abone olmuşlardır.
Güzelgöz’ün Ürgüp Sisteminin gelişmesi süreci içinde özellikle değinilmesi gereken ara başlıklar bulunmaktadır:
Balzac Okuyan Köylü
Köylere götürülen bu hizmet neticesini vermeye başlamıştır. Karacaoğlan, Ali’nin Hayber Kalesi Cengi ile başlayan okuma zevki ve alışkanlığı gelişmiş; Karain köyünde Balzac’ın klasikleri bile okunmaya başlanmıştır (Yaşar, 1991).
Kız Kaçırmak İsteyen Genç
Sevdiği kızı kaçırmak isteyen genç, Türk Ceza Kanununu alıp inceledikten sonra kanunda bu fiilin cezasının idama kadar gittiğini; en azından 7 yıl hapis olduğunu öğrenerek bu niyetinden vazgeçmiştir. Genç bunu öğrendikten sonra Güzelgöz’e teşekkür ederek zihninde kurguladıklarını anlatır ve kanun kitabının hayatını kurtardığını söyler (Güney, 1991).
“Okuyan insan suç işlemez[2]””
Kadınların Kütüphaneye Gelmesi
Güzelgöz, kütüphaneyi sosyalleşme merkezi olarak köy kahvesine bir seçenek haline getirmek istemektedir. Köylüyü kütüphaneye çekebilmek amacıyla gurbetçilerden toplanan yardımlarla kütüphaneye radyo koyar. Bu girişim sonuç vermiş ve köyün erkekleri kütüphaneye gelmeye başlamıştır. Ancak kadınlar hala evinde işinin ve çocuğunun başındadır. Güzelgöz kadınları da kütüphaneye çekebilmek amacıyla haftanın belirli bir gününü onlar için ayırır. Ardından kadınların daha çok sayıda gelmelerini sağlamak amacıyla gurbetteki hemşehrilerinden bir kez daha bağış toplayarak dikiş makineleri satın alır.
Makine kullanmayı bilen kadınların yardımıyla dikiş kursları açılır. Kadınların kurs vakitlerinde göz önüne dikiş, nakış, moda, yemek yapımı ve çocuk bakımı ile ilgili kitaplar konarak kadınların ilgi alanlarına ve ihtiyaçlarına yönelik kaynaklar sunulur. Böylece köylü kadınlar kütüphanelere çekilerek okuma alışkanlığı kazandırılmaya çalışılır (İleri ve Talipoğlu, 2007).
Güzelgöz'ün Diğer Girişimleri
Güzelgöz, köylere kitap taşımak kadar yöresinde başka girişimlere de öncülük etmiştir. Yaptığı bu çalışmalarla, yöredeki sosyal ve kültürel hayatı zenginleştirmiştir.
Spor teşkilatı ve Köy Gazetesi
Güzelgöz, kütüphaneleri tam anlamıyla bir eğitim merkezi haline dönüştürmek için bunların yanına bir de spor teşkilatı kurmuştur. Birçok kütüphanenin yanda voleybol sahaları kurulmuş gençlerin futbola olduğu kadar diğer spor etkinliklerine de dikkatleri çekilmeye çalışılarak bedensel olarak güçlenmeleri amaçlanmıştır.
Karain, Mustafapaşa ve Çökek köylerinde, köy duvar gazetesi için panolar konmuştur. Bu panolara köyle ilgili haberler yazılmakta, Türk büyüklerinin resimleri asılmaktadır. Özelikle bu resimleri gören köylüler altındaki yazıları da merak ederek okumaktadır (Ulus Gazetesi, 1963).
Folklor ve Bando Çalışmaları
Güzelgöz, Ürgüp ilçesinde ilk folklor oyunlarını başlatır. İlk bando çalışmalarını hayata geçirir ( İleri ve Talipoğlu, 2007).
Ürgüp’te İlk Sinema Gösterimi ve Fotoğrafçılık Çalışmaları
Modern iletişim araçları ile Ürgüp halkını tanıştırmak amacıyla köy köy gezerek 16 mm'lik sinema makinesiyle gösterimler yapar. Konusu, kültür-sanat, tarım, hayvancılık ve gündelik yaşamı kolaylaştırıcı bilgileri içeren belgesel filmleri köylerin uygun alanlarında göstererek köylüyü bilgilendirmeye çalışır.
Ayrıca fotoğraf makineleri, agrandizör ve baskıda kullanılan sarf malzemelerini sağlar. Saydam gösterimi için bir makine bir de jeneratör edinir. Böylece elektrik imkânı olmayan köylere bu hizmeti götürme imkânını da sağlamış olur (İleri ve Talipoğlu, 2007).
Ürgüp ve Çevresinde Kooperatifçilik Çalışmaları
Güzelgöz, sosyal ve kültürel etkinliklere öncülük etmenin yansıra yörenin ekonomik olarak kalkınması için de çalışmalarda bulunur. Çökek köylüsünün ürettiği üzümü yok pahasına satmaktadır. Güzelgöz köylünün elindeki ürünü değerlendirebilmesi için köylüyü kooperatifçilik çalışmalarına yöneltir ( İleri ve Talipoğlu, 2007).
Halkına Hizmet Götüren Gönüllüler Yarışması
1963 yılında Amerika’da dünya çapında bir yarışma açılmıştır. Amerikan devletinden bağımsız olarak düzenlenen bu yarışma, halkına gönüllü olarak hizmet eden yaratıcı insanlar arasında düzenlenmektedir. Yarışma ile ilgili çağrının Devlet Planlama Teşkilatına ulaşması üzerine adayın kim olabileceği düşünülür. Teşkilatta memur olarak çalışmakta olan bir Ürgüplünün önermesiyle Güzelgöz, DPT‘ye çağrılır. Hazırlanan evraklarla beraber gönderilen çalışmaların yerinde incelenmesi isteği üzerine Amerika’dan üç kişi gelerek çalışmalarda bulunur. Bölgedeki yüksek okuma yazma oranı ve kütüphanecilik sisteminden çok etkilenirler. Çektikleri fotoğrafları ekledikleri olumlu görüşlerinin yer aldığı rapor yarışma jürisine sunulur.
21 Kasım 1963 tarihinde tüm dünyadan önerilen adayların eserleri toplanır. İlk eleme sonrasında Türkiye, İtalyan ve İspanyol rakipleriyle finale kalmıştır. İspanyol aday Miguel, dağ ve ova köylerine salgın hastalıklara karşı aşı götürmüş, yaptığı aşılarla halkının sağlığını kurtarmış, özellikle çocuk ölümlerini aza indirmişti. İtalyan aday Jiordano ise köprü altı çocuklarını okutmuş onları topluma kazandırmak için uğraşlar vermişti (Baykurt, 2007).
Juri üyelerinin yarısı ödülü İtalyan adaya verme yanlısıdır. Türkiye’den yana olan Jüri başkanı Dwight Cook yaptığı konuşmada Güzelgöz’ün yaptığı hizmeti toplumsal bir önlem olarak gördüğünü çocukların köprü altına düşmemesi için bu çalışmaların yapıldığını söyler. Eşit olan oylamada başkanın oyu ile Türkiye kazanır. Dünya’da ve Türkiye’de sonuç büyük yankılar uyandırır. The Lane Bryant Uluslararası İnsanlık Hizmetinde Gönüllü Takdirnamesi aldı.
Amerikan Elçisinin Ziyareti ve Cip Hediye Edilmesi
Yaptığı çalışmaları ile ulusal ve uluslararası pek çok yayın kuruluşunda yer alan Güzelgöz ‘e ilk olarak 1963 yılında Amerikan Barış Gönüllüleri kuruluş tarafından 1960 model bir cip hediye edilir. Amerikalı İktisadi Kurul Başkanı Vandayk, Ürgüp’te Nevşehir valisine Tahsin Ağa Halk Kütüphanesine hediye edilen cipin devir teslimini yapar.
Güzelgöz, 1967 yılında Amerikan büyükelçisinin Ürgüp’e yaptığı gezide, kendisinin karşılayarak yürüttüğü çalışmalar hakkında bilgi verir. Gördüklerinden etkilenen büyükelçi kütüphaneye bir pikap araç hediye eder (İleri ve Talipoğlu, 2007).
Soruşturma ve Jübile
Güzelgöz, Kütüphane Müdürlüğü dışında on iki kurumda daha görev almaktadır. Başarıyla ve büyük bir şevkle yürütmekte olduğu bu görevler onu bölgesel kalkınma önderi haline getirmiştir. Tüm bunlara karşın asli görevi olan kütüphane müdürlüğünü ihmal ettiği ve yürütmekte olduğu diğer görevlerinde şahsi çıkar sağladığı şikayetleri üzerine bir soruşturma açılır. Soruşturmayı yürütmek için Ankara’dan müfettiş gelmiştir. Güzelgöz bunca emeğinin ardından kendisi hakkında açılan bu soruşturma ile ilgili olarak yaptığı bunca hizmete karşın ortada bir politika olduğunu, kıskançlık ve fesat olduğunu hiç düşünmediğini belirtmektedir (Baykurt, 2007).
Müfettiş yaptığı incelemeler sonucunda kütüphane çalışmalarını aksattığı ve görev aldığı diğer kurumların ödeneklerini çıkarı için kullandığı sonucuna varır. Yaşanan tüm olaylarda hep yanında olan yetkililerden destek bulabileceğini sanır ancak yanılır. Güzelgöz soruşturma döneminde ve sonrasında yalnız bırakılır.
Teftiş sonucunda üç maaş indirilmesine karar verilmiştir. Görüşmek amacıya gittiği Nevşehir valisi Mehmet Bey, Güzelgöz’e onun adına emekliliğini istediğini söyler.
Güzelgöz’e 1972 de bir jubile düzenlenir. Bu jubileye resmi makamlar da dahil olmak üzere üniversiteden öğretim elemanları, Ürgüplüler ve İstanbul’dan gelen konuklar da katılır. Görkemli geçen tören sonunda Güzelgöz yaptığı veda konuşması ile 28 yıllık kütüphanecilik görevine 50 yaşında veda eder.
Bir İstanbul ziyaretinde Millet Kütüphanesi’nde kendisi hakkında bu olumsuz raporu yazan müfettiş Şemim Bey'le karşılaşır. Aralarında geçen konuşmada raporu olumsuz yazması için kendisine baskı yapıldığını söyler ancak tüm ısrarlarına rağmen Güzelgöz, kimin baskı yaptığının öğrenemez (Baykurt, 2007).
Mavi Kitap
Mustafa Güzelgöz’ün kıymetini bilenler, çabalarını bir kitapta topladılar. Baykurt’un Mavi Kitap olarak adlandırdığı çalışma, Türk Kütüphaneciler Derneği İstanbul Şubesi tarafından Mustafa Güzelgöz ve Eşekli Kütüphane adı ile çıkarıldı. Kitap, Güzelgöz'le ilgili görseller, çeşitli gazetelerden haberler ve devlet kurumları arasındaki yazışmalardan oluşan görsel ve yazılı materyallerin bir araya getirilmesi ile oluşmuştur. Güzelgöz’le yapılan bir söyleşinin de yer aldığı kitap, gezici kütüphaneler olgusunu ve Güzelgöz’ü çeşitli açılardan ele alan makalelere de yer vermektedir.
Hakkında Yapılan Diğer Çalışmalar
Fakir Baykurt'un kaleme aldığı Eşekli Kütüphaneci adlı roman, Ürgüp’ü görmeye gelen Yunan’lı genç Dimitrios’un gözünden konu edilmektedir. Roman, Güzelgöz, yöresel bir aşık olan Refik Başaran, Ürgüp ve Yunanistan’nın Larisa kentlerinin kardeş kentler olmasının anlatıldığı üç öykü sarmalının içinde işlenmiştir.
Bir diğer çalışma, Aydın İleri ve Tayfun Talipoğlu’nun ortak çalışması olan kitaptır. İlk baskısı 2006 yılında yapılan Eşekle Gelen Aydınlık adlı bu çalışma, Güzelgöz’le ilgili makalelere, basında çıkan haberlere, köşe yazılarına, karikatür ve zengin bir fotoğraf içeriğine yer vermektedir. Talipoğlu’nun Güzelgöz'le yapmış olduğu ropörtajın yer aldığı bir CD yi ek olarak veren kitap, Mavi Kitap'ın güncellenmiş ve zenginleştirilmiş bir versiyonu olarak görülebilir.
Kaynakça
Ahmet Şerif İzgören, 2010, "Süpermen Türk Olsaydı Pelerinini Annesi BAğlardı", Elma Yayınevi
İleri, A. ve Talipoğlu, T., 2007, Eşekle Gelen Aydınlık, Anfora Yayıncılık
Keseroğlu H. (haz.), 1991, Mustafa Güzelgöz ve Eşekli Kütüphane, Türk Kütüphaneciler Derneği İstanbul Şubesi.
Baykurt, F., 2007, Eşekli Kütüphaneci, Literatür Yayıncılık
Yaşar, M., 1991, Otuz Beş Köy 18.777 Kitap Okudu, Mustafa Güzelgöz ve Eşekli Kütüphane Türk Kütüphaneciler Derneği, İstanbul
Güney, E., 1991, Mustafa Güzelgöz, Mustafa Güzelgöz ve Eşekli Kütüphane Türk Kütüphaneciler Derneği, İstanbul
Ulus Gazetesi, 1963, Gezici Kitaplık, Okuyan Köylü, Mustafa Güzelgöz ve Eşekli Kütüphane Türk Kütüphaneciler Derneği, İstanbul

Eşekle gelen şöhret! 

Eşekli Kütüphaneci olarak tanınan Mustafa Güzelgöz'ün hayat hikayesi filme çekilecek. Ünlü romancı Fakir Bayburt'un bile romanını yazdığı "Eşekli Kütüphaneci"nin yaşamını filme aktarmak isteyenler arasında yapımcı Memduh Ün de var 
Mustafa Güzelgöz doğma büğüme Ürgüplü... 1921 yılında doğmuş.Ürgüp'ün Tahsinağa Kütüphanesi'nin memuru da işten ayrılınca Mustafa Bey'e bu iş veriliyor.
Mustafa Bey, Ürgüp Tahsinağa Kütüphanesi'nin başına geçer geçmez önce, kütüphaneyi büyütüyor ve iki memurla kolları sıvıyor.
Yıl 1952. Mustafa Bey, İstanbul ve Ankara'da tanıdığı tüm Ürgüplüler'e mektup yazıyor. Bir-iki hafta sonra paketler gelmeye başlıyor. Kitap sayısını bir anda binlere çıkartıyor. Ancak kütüphaneye bir türlü kimse gelmiyor. Aklına, köylerin halkevlerini kütüphaneye çevirmek geliyor. Karain'de ilk köy kitaplığını kuruyor... Aklına cin gibi bir fikir geliyor: Civar köylere eşekle kitap götürmek.
"Eşeklerin taşıyabileceği tarzda kitaplıklar yaptırdım marangoza. 'Ahali size kitap getireceğiz' diye başladık bağırmaya. Daha sesli bağırınca çocuklar gelmeye başladı. Yaşlılara din ve tarih, çocuklara roman dağıtmaya başladık."
Eşekli Kütüphane, yurtiçinde ve yurtdışında büyük ilgi gördü. Ardı ardına röportajlar yapılmaya başlandı. Amerikalı ve İngiliz kütüphaneciler geldi. Mustafa Bey adınları bir türlü kütüphaneye çekemediğini görünce aklına başka cin gibi bir fikir geliyor. Kitaplığa dikiş makinesi almak! Dikiş makinesi gelince kadınlar da kütüphaneye gelmeye başlıyor.
Böyle köy köy dolaşırken, köylülerin üzümlerini değerlendiremediğini görüyor. Çökek köyünde Tarım Satış Kooperatifi kuruyor. Arkasından da 2 bin tonluk şarap fabrikası.
Üzüm derken elma, patates, soğan için de köylülerin ricasıyla tarım satış kooperatifleri kuruyor. Bu işlerden anladığı için de yine köylülerin isteğiyle kooperatiflerin başkanı oluyor.
Tüm bunlar son sürat giderken bir gün Ürgüp'e bir müfettiş geliyor. Mustafa Güzelgöz hakkında soruşturma açılıyor. Kurduğu Tarım Satış kooperatifleriyle ilgilenirken "işini ihmal ettiği gerekçesiyle..." Yıl 1972. Soruşturma Mustafa Bey'in çok ağrına gidiyor. Emekli olmaya karar veriyor. Ürgüp'te onuruna büyük bir jübile yapılıyor. Jübileyi duyan ve Mustafa Bey'i seven herkes geliyor. Valiler, profesörler, bakanlık temsilcileri...
Mustafa Bey, emekli olurken 12 kütüphane ve toplam 85 bin cilt kitap bırakıyor geride.

MUTLU TÖNBEKİCİ

'' Eşekle Gelen Aydınlık '' ...

Eşekli Kütüphaneci
 Yıl 1943. Genç Mustafa'nın tayini kütüphaneci olarak Ürgüp Tahsin Ağa Kütüphanesine çıkar. Devlet memurluğu o dönemde süper bir şey, çünkü özel sektör falan yok. Bizimki kütüphanede heyecanla okurları bekler; bir gün olur, beş gün olur, gelen giden yok. Etraftakilerle konuşur, herkese anlatır: Bakın kütüphane bomboş duruyor, gelin kitap okuyun.Ama gelen giden olmaz. Amirlerine durumu bildirir.
 - Kardeşim otur oturduğun yerde, maaşını düzenli alıyon mu, almıyon mu?
 - Alıyorum.
 - Eee, o zaman ne karıştırıyon ortalığı, gelen giden olsa maaşın mı artacak? Başına daha fazla bela alacan, o kütüphaneye yıllardır kimse gelmez zaten.
 23 yaşındaki genç memur ''Ne yapayım, ne yapayım?'' diye düşünür durur. Sonunda aklına bir fikir gelir, eşine söyler. Eşi önce ''Deli misin bey?'' der, ama kocasının bir şeyler üretme, işe yarama çabasını yakından görünce fikri kabullenir.
 O dönem devletteki amirlerinin çıkardığı tüm engellerin tek tek, binbir güçlükle üstesinden gelir. Çünkü o zaman da şimdiki gibi ''Aman bir şey yapmayalım da başımıza bir iş gelmesin ,çalışsan da aynı maaş, çalışmasan da'' zihniyeti aynen var.
O bıyıklı, kravatlı, asık yüzlü, sigara kokan, arkalarındaki Atatürk resminden utanmayan, ama ülkesine gram faydası olmayan bürokratları zorlukla ikna eder ve bir eşek alır. İki tane de sandık yaptırır. İki sandığa, kalınlığına göre 180-200 kitap sığar. Sandıkların üstüne ''Kitap İade Sandığı'' yazar.
 Kitapları eşeğe yükler ve köy köy gezmeye başlar.
 Kütüphaneye de bir yazı asar: Sadece Pazartesi ve Cuma günleri açıyoruz.Köydeki çocuklar şaşırır. Eşeğe bir sürü kitap yüklemiş bir amca, o gariban çocukların küçücük ellerine kitapları verir. Düşünün, Noel Baba gibi. Noel Baba yalan, Mustafa Amca ise gerçek. Geyikler yerine eşeği var. Eşek de daha gerçek, Mustafa Amca da;
 -Çocuklar bunları okuyun, aranızda da değişin. On beş gün sonra aynı gün gelip alacağım. Aman yıpratmayın, diğer köylerdeki arkadaşlarınız da okuyacak der.
 Mustafa artık Ürgüp'teki kütüphanede bir iki gün durmakta, diğer günler eşeği Yüksel'le köy köy gezmektedir. Köylerdeki çocuklar Eşekli Kütüphaneciyi her seferinde alkışlarla karşılarlar. Kalpleri küt küt atar heyecandan, sevinç içinde yeni kitapları beklerler. Mustafa Amca'nın ünü etrafa yayılır. Diğer devlet memurları makam odalarında sıcak sıcak oturup iş yapmazken, Mustafa'nın eşeği Yüksel yediği otu hepsinden fazla hak etmektedir.
 Zamanla insanlar kütüphaneye de gelmeye başlar. Mustafa bakar ki kütüphaneye kadınlar hiç gelmiyor. Zenith ve Singer'e mektup yazar: ''Bana dikiş makinesi yollayın, firmanızın adını kütüphanenin girişine kocaman yazayım'' der. Zenith dokuz tane, Singer bir tane dikiş makinesi yollar (ilk sponsorluk faaliyeti). Salı günlerini kadınlar günü yapar. Kumaşı alan kadın kütüphaneye koşar. On makine yetmediği için sıra oluşur. Sırada bekleyen kadınların eline birer kitap verir, beklerken okusunlar diye. Okuma-yazma oranının düşüklüğünü görünce halkevlerine okuma yazma kursları vermeye gider. Halıcılık kursları başlatır, bölgede halıcılığı canlandırır. Bu arada Valilik Mustafa hakkında dava açar, ''Kendi görev tanımı dışında davranıyor'' diye. 50 yaşına gelen Mustafa Amca baskıyla emekli edilir.
Mustafa Amca köylüler arasında efsane olur, yıllar geçtikçe köylerdeki çocuklarda okuma aşkı yerleşir. 2005 yılında Mustafa Amca vefat eder.
Tüm Kapadokya çok üzülür, aralarında toplanırlar. Ürgüp'e Eşekli Kütüphaneci Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykelini dikerler.
                                         
                                           ************
Girişimcilik ne biliyor musun?
Bulunduğun yere yenilik katmalısın.
Mutlaka adım atmalısın.
Yaptığın iş olduğu yerde durup duruyorsa, sende bir uyuzluk vardır arkadaş.
 İnsan var, dokunduğu yere değer katar; insan var, dokunduğu yere değer kaybettirir.
Bakın Nevşehir'den ve bu ülkeden nice müdür, amir, vali, bürokrat, milletvekili, politikacı geçti; binlercesinin adını kimse hatırlamaz ama Mustafa Güzelgöz ve eşeğinin heykeli var.


Doğan Hızlan: Eşekli Kütüphaneci'ye devlet ilgisi 

MEZARINDA rahat uyu Fakir Baykurt, devlet senin Eşekli Kütüphaneci'n Mustafa Güzelgöz'e saygılarını sunmak için Nevşehir Valisi Yusuf Erbay ile Ürgüp Belediye BaşkanıBekir Ödemiş'i göndermiş.
Her zaman da soruşturma için müfettiş gönderecek değil ya!
Devletle vefa birbirine yakışan iki kavram.
Naci İşler'in (Ürgüp/DHA) haberini okuyunca kitap, kitapseverler ve Türkiye'de emeğe gösterilen saygı açısından çok sevindim.
Hulki Cevizoğlu'na televizyon programında (11 Temmuz 1997) Fakir Baykurt şöyle diyor:
‘‘Yarın bir yolculuğa çıkacağım. Ve Orta Anadolu'da bir zamanlar eşek sırtında köylere kitap taşıyan ve Eşekli Kütüphaneci diye ün yapmış olan Mustafa Güzelgöz'ü arayıp bulacağım ve onunla konuşacağım. Elimden gelirse onun biyografisini yazacağım.''(1)
Fakir Baykurt sözünü tuttu.
Eşekli Kütüphaneci (2) romanını yazdı, 12 Ekim 1999'da Almanya'da öldü, kitap da Eylül 2000'de yayınlandı.
Güzelgöz, vali ve belediye başkanını karşısında görünce, ‘‘Yıllar sonra, nihayet beni hatırlayıp, ziyaretime gelen oldu,'' demiş.
Bugün 83 yaşında olan emekli kütüphaneci, öğrencilere, gençlere kitap sevgisini aşılamak için 5 eşek, 3 at ve 2 katıra, sandıklara koyup yüklediği kitapları köy köy dolaştırırmış.
Ev hanımları kütüphaneye gelsin, kitap okusun diye 12 dikiş makinesi almış.
Bazı hayatların özetini bir kaç cümle ile verdikten sonra, onun için yazacağınız övgü yazıları soluk ve cılız kalır.
* * *
FAKİR BAYKURT'un son kitabı Eşekli Kütüphaneci, bir başka Türkiye gerçeğinin acısını, mutluluğunu bize tekrar duyurduğu için de okunmalı.
Herkese kitap okutan, köylüyü aydınlatan, onların ürünlerini değerlendiren, kooperatifler kurduran Mustafa Güzelgöz'e bu günahlarının (!) bedelini ödetmemek bize yakışır mı?
Kitap okumak tehlikeli bir uğraştır.
Devlet bunu bilmez mi?
Bir gün karşısına bir müfettiş çıkarır, alışık olduğumuz bir suçlamayla: Sen sıl işini yapmıyorsun.
Elli yaşında emekliye ayrılır. Zannediyor ki, gelecekler, etme eyleme, işinin başından ayrılma, diyecekler.
Fakir Baykurt'un Eşekli Kütüphaneci romanından emekli gerekçesini okumalıyız:
‘‘Şimdi üstünden yıllar geçince düşünüyorum da, büyük bir, hatta iki hata yaptığımın ayırdına varıyorum. Ben çalışıp topluma, yurda hizmet ederken, halka ve onun çocuklarına karda kışta eşekle kitap götürürken, Ürgüp köylerinde yaşamı yükseltmek için düşündüğüm hizmetleri yürütürken ortada bir de politika olduğunu, kıskançlık, fesatlık olduğunu hiç aklıma getirmedim!''
* * *
MUSTAFA GÜZELGÖZ'e mutlu, uzun ömürler diliyorum.
Her kitap okuyanın, sevenin gönlünde yüce bir yeri var.
Üstelik kaç kişi Fakir Baykurt'un roman kahramanı olabilir.
Bir Ürgüp türküsüyle noktalamalı bu yazıyı. Üstelik onun gençlik günlerine de bir gönderme yaparak:
‘‘Çarşıdan aldım tuzu/Ürgüp'ten aldım kızı/Her meyveden çok iyi/Hem tadı var hem tuzu.''
(1) Eşekli Kütüphaneci-Fakir Baykurt'la Birkaç Saat, Hulki Cevizoğlu, Aksoy Yayıncılık.
(2) Eşekli Kütüphaneci, Fakir Baykurt, Adam Yayınları.

9 Aralık 2014 Salı

Mustafa Necati

İnebolu Destanında MUSTAFA NECATİ BEY (Taylan Sorgun-Ortadoğu/31.03.2007) 


30 Ekim 1918 günü Osmanlı İmparatorluğu Devletine Agamemnon Zırhlısında Mondros Teslimiyet Anlaşması imzalattırılmıştı. Emperyalizm yurdumuzun topraklarına el koymaya başlamıştır. Emperyalizmin 16 Mayıs 1919 günü İzmire çıkardığı Yunan Ordusu İzmir'de tarihin kaydettiği en kanlı toplu öldürmelerini yapmışlardır. Yaşasın Venizelos diye bağırmayan Türk Ordusunun komutanlarını Mehmetçikleri süngülemişlerdir. İşte bunlar yaşanırken Mustafa Necati Bey kapmış mavzerini Egenin Efe dağlarına çıkmıştır. O artık bir Kuvvayı Milliyecidir.
Cumhuriyetin ilanından sonra Mustafa Necati Bey, Mustafa Kemal tarafından Milli Eğitim Bakanlığına getirilmiştir. Cumhuriyetin ana kuramlarından olan Öğretim Birliğinin ilk uygulamacılarındandır.
İnebolu destanı ve…
Mustafa Kemal Paşa’nın başlattığı Ulusal bağımsızlık ve Anadolu Devriminde öteki şehirlerimizde yörelerimizde olduğu gibi bir de İnebolu destanı vardır. Kültür Bakanlığı tarafından bir dönem evi Kurufasülyeciye verilen Kuvvacı Mustafa Bey o destanın da içinde yaşamıştır. İnebolu Anadolu'daki Ulusal bağımsızlık ve Anadolu Devrimi Ordularına silahların kaçırıldığı Karadeniz'deki tek kapıdır. Ve o kapıda destan yazılmıştır. Evet, Mustafa Necati Bey de o destanın içindedir.
9 Haziran 1921 günü bir bayram günüdür. İnebolulular bu dini bayram gününde üzgündürler. Yurtları elden çıkmaktadır. İşte o günlerde İnebolu’da sert bir yamaçta kartal yuvası gibi bir ilkokul vardır. Öğretmen derstedir. Ama gözü Karadeniz dalgalarındandır. Ufuklara bakmaktadır. Birden daha önce kendisine de bildirilen bir gemi İnebolu önlerine gelmiştir. Ve işte o an bir başka ulusal destan yazılmaya başlanmıştır…
O öğretmen daha sonra da Cumhuriyet öğretmenleri arasında yer alacaktır, an o andır. O öğretmen dersi kesmiştir ve İnebolu’nun dokuz on yaşlarındaki çocuklarına Haydi çocuklar vazife başına demiştir. İnebolu'nun çocukları birden sarp yamaçtan kıyıya uçmaya başlamışlardır. Çocuklar sahile koşarlarken İnebolu'nun sandalcıları küreklere asılmışlardır, O gemiye doğru. Yaşlı kadınlar erkekler tamamı…
Dokuz yaşındaki çocuklar, gemiden sandallara yüklenilen bombaları omuzlamışlardır. Yaşlılar, kadınlar, erkekler cephane, silah sandıklarını taşımaya başlamışlardır. Türk Milliyetçileri Mustafa Kemal Paşanın Anadolu'daki Ordusuna silahları kağnılara yüklemektedir.
O anlarda Mustafa Necati Bey de oradadır. Çünkü o silah kaçırma görevi de Mustafa Kemal tarafından verilmiştir. Mustafa Necati Bey kağnılarla beraber Ankara'ya gitmiştir. Kim bilir kaçıncı kezdir bu. Türk Ordusu\’nun emperyalizme karşı kullanacağı o silahlar yerine kaçıncı kez teslim edilmiştir.
O silahların kaçırıldığı zamanlarda cephelerde Türk Ordusunun Miralayları genç teğmenleri ve Mehmetçikler emperyalizmin kurşunları ve bombaları ile şehit düşmekteydiler. Ellerindeki mavzerlerin toplarında kullandıkları cephane o İnebolu destanından da gelmişti. Milliyetçilik Vatan Sevgisi, milleti daha da yükseltmek, Ulus Devlete, sahip çıkmak, ulusun mutluluğunu sağlamak, emperyalizme karşı durmak temelleri üzerinde daha da çok başını kaldıracaktır. Bir gün gelecek o Kuvvacı ve Öğretim Birliğinin ilk uygulayıcılarından, İnebolu’daki destanın içinde olan Mustafa Necati Beyin evi yeniden müze olacaktır. (kısaltılarak özdeşleştirilmiştir) 02.04.2007 Hasan Eşme
 Eğitim ordusunda MUSTAFA NECATİ BEY-220 Aralık 1925’te Milli Eğitim Bakanlığı görevine getirildi. Devrimlere bağlılığı ve örgütçülüğü herkesçe bilinen Mustafa Necatinin eğitimin başına getirilmesi sıradan bir seçim değildi. Göreve getirilişinin 2. haftasında Bilim Kurulu topladı. Kurulda, Mustafa Kemal in istekleri doğrultusunda Türk Milli Eğitimini şekillendirecek önemli kararlar alındı. Karma eğitime geçilmesi, meslek okullarının teknik eğitimi amaçlayacak şekilde yapılandırılması, öğretmen okullarının geliştirilmesi, öğretmenlerin sosyal durumlarının iyileştirilmesi, Talim Terbiye Kurulunun kurulması, köye eğitim hizmetlerinin getirilmesi bu kararlar arasındaydı. Bu çalışmalar doğrultusunda, Köy Enstitülerinin çekirdeği olarak kabul edilen Köy Muallim Mektepleri kuruldu. Öğretmen yetiştirmede çok önemli yeri olan Gazi Eğitim Enstitüsü nün kuruluşu ve Türk insanının yönünü Doğudan Batı ya çeviren harf devrimi onun döneminde gerçekleşti. O, tüm bu hizmetleri arasında, özellikle öğretmenlik mesleğine ve öğretmenlere kazandırdığı saygınlığı doruğa ulaştırmasıyla anılır.
Mustafa Necati tüm bunları kısacık hizmet dönemine nasıl sığdırabilmişti? Eğitim ve öğretmenlerle ilgili hangi görüşlere sahipti? Bu soruların yanıtlarının, onun sözlerinden alıntılar yaparak vereceğiz. 22 Nisan 1928’de TBMM'de Bakanlık bütçesi görüşülürken yaptığı konuşmada şunları söylemişti: Okullardaki eğitimin, gençlerin olaylar üzerinde düşünebilecek ve bu olaylar karşısında nasıl davranmak gerekeceğini kendi kendine belirleyecek yetenek sahibi olarak yetişmesini sağlayacak nitelikte olması için önlemler aldık.
O, eğitimde durağanlığı hiç düşünemezdi. Öğretmenlerin kendilerini sürekli yenilemesi gerektiğini, 1929\’da tüm öğretmenlere yazdığı mektupta şöyle özetliyordu: Öğretmenlik, sata sata tükenmeyen mal değildir. Okuttuğundan çok okumayan öğretmen çabuk yıpranır, yaşlanır ve bezginlik getirir. Dikkat ediniz, araştırmaya, irdelemeye düşkün ak saçlı öğretmen sürekli genç ve dinçtir.
Mustafa Necati, yeni harflerle okuryazarlığı yaygınlaştırmak için halk okulları aracılığı ile okuryazarlık imecesi başlattı. 1928 Ağustos ortasından Ekim başına kadar 15 bin öğretmeni yeni abece ile öğretmenlik yapabilecek düzeye getirtti. Ders yılının ilk ayında yarım milyona yakın çocuğun yeni abece ile okuma-yazma öğrenmelerini sağladı. Bunu başarmada öğretmenlerle kurduğu iletişimin etkisi büyüktü. Çok sevdiği öğretmenlerinin meslek isteklendirmelerini arttırmak için onlara mektuplar yazıyor, onlardan aldığı mektupları yanıtlıyor, bireysel sorunlarıyla tek tek ilgileniyordu. 25 Ağustos 1928 de, ayın zamanda başkanlığını yürüttüğü Öğretmenler Birliği 4. Büyük Kurultayında yaptığı konuşmada öğretmenlere şöyle seslenmişti: En büyük göreviniz halkı okutmak, halka yeni harflerle okuma yazmayı öğretmektir. Göreviniz bütün yurdu kapsar. Herkes, okudum, öğrendim deyinceye kadar, ara vermeden çalışınız, uğraşınız. Çünkü arkadaşlar, büyük işlerde başarı, sürekli ve zorunlu çalışmayı gerektirir… Başarılı olmayı, daha çok başarılı olmayı isteyen insanlar başarıya doymazlar. Onun için istediğim, arkadaşlarımızın şimdikinin, iki katı, yüz katı çalışmalarıdır ve buna gereksinimimiz vardır…
1928–29 eğitim-öğretim yılı başında, yeni mezun öğretmenlere yazdığı mektupta şunları söylüyordu: Oraya varır varmaz yol donatım bedelini de alacaksın. Yollarda yardımda bulunmaları için Milli Eğitim yetkililerine gerekli emir verilmiş olduğundan, istasyon, terminal gibi yerlerde yakalarında yıldız bulunan görevliler seni bekleyecek, rehberlik edeceklerdir. Seni tanıyabilmeleri için yakana bir yıldız takmalısın… Artık okul yaşamın sona ermiş oluyor ve gerçek yaşam savaşımına girmiş bulunuyorsun. Bundan ötürü görevinin yüksek ve kutsal niteliğini tümüyle kavramış her öğretmen arkadaşın gibi senin de seni bekleyen yavrularının arasına koşmakta bir dakika gecikmeyeceğine inanıyorum.
Özellikle bu yıl, yeni Türk harflerini yaygınlaştırma gibi onurlu bir görevin daha var. Bütün yurt insanlarını bir an önce yeni harflerle okutarak Türkiye’de okuma yazma bilmeyen bir tek kişi kalmayacak şekilde kesin bir kararlılık ve inançla çalışmak zorundasın. Bunun için yeni Türk harflerini çabuk öğren ve hemen herkese öğretmeye başla. Bu amaca varmak için; kürsü, okul gerekmez. Her yerde gördüğüne, kadın erkek, yoksul zengin, çiftçi, tüccar, köylü ve kentli ayırmayarak hemen öğreteceksin. Ulusumuza yeni bir yükselme alanı sağlayacak olan bu büyük amaca kısa zamanda ulaşacağına olan güvenimi belirtir, görevlerinde başarı diler ve işe başlama haberini beklerim.
Peki, öğretmen yalnız ders verip okuma yazma mı öğretecekti? Öğretmenin, genç Cumhuriyet’in, art arda birer yıldız gibi ışıldayan devrimlerini kollamak gibi bir görevi olmayacak mıydı? Bu sorunun yanıtını, 1928 ders yılında öğretmenlere yazdığı son mektubundan öğrenelim: Sonsuza kadar yaşayacak olan bu Cumhuriyeti, yine her an korumaya özen göstermeliyiz. Bu uğurda çalışırken görevimiz yalnız ders vermek, okutmak değildir. Her bir öğretmenin ayrıca örgütleme ve aydınlatma görevi vardır. Özel ve genel yaşantınızda her zaman halkla birlikte olduğunuzu bilmelisiniz. Size başarılar dilerim.
Mustafa Necati, böylesine ağır sorumluluk yüklediği öğretmenlerine arka çıkmada sınır tanımazdı. Maaş, yolluk, sağlık giderleri ve benzeri özlük haklarının karşılanmasında çok duyarlılık gösterirdi. Aynı duyarlılığı göstermeyen sorumlulara hoşgörülü olmazdı. O, öğretmenlerin maaşının zamanında ödenmesinde duyarlı olmayan bir valiyi, Öğretmen ve eğitime böyle saygı ve ilgi duymayan bir vali ile çalışamayacağım diyerek görevinden alabilmiştir. Buna benzer birçok olayın yaşandığı o dönemde, vali bile hiçbir yönetici, öğretmene haksızlık yapmaya cesaret edemezdi. Bu, devletin tüm gücüyle öğretmeninin yanında olması demekti. Mustafa Necati, halkını iyi tanıyan, yürekli bir Atatürkçüydü. Yaptığı bir inceleme gezisi dönüşünde, 14 Ağustos 1928’de Anadolu Ajansına verdiği demecinde, halkın Atatürk ile ilgili gözlemlerini şu tümceleriyle bitirmişti: Uzak köylerde görüştüğümüz yaşlı babalardan, kentlerin şen ve neşeli yaşamı içinde konuşan yavrulara kadar herkes hep onu soruyor, herkes hep ona sonsuz sevgi ve saygılarını yolluyordu. Denilebilir ki Türk ulusu, bir gönül olmuş ve o gönül bütün kalplerden toplana toplana Mustafa Kemal olmuştur.
Cumhuriyet’in genç, dinamik ve üretken eğitimcisi Mustafa Necati, 1 Ocak 1929’da, henüz 35 yaşında iken, aramızdan ayrıldı. Gazi Mustafa Kemal O’nun ölümünden çok etkilendi ve hıçkırarak ağladı. Adını ölümsüzleştirmek için Ankara’nın en işlek caddelerinden birine (Necati Bey Caddesi) onun adını verdi. Dönemin Başbakanı İsmet İnönü, cenaze törenine katıldı ve mezarı başında yaptığı uzun konuşmasını şöyle bitirdi: Devrimcilerin ölürken, kalanlardan ve yeni kuşaktan beklediği bir tek dileği vardır: Cansız bileklerinde sallanan görev bayrağının kavranıp daha yüksekte dalgalanmasıdır. Necati, Aziz Necati; dileğin yerine getirilecektir.
Mustafa Necati’nin dilekleri; kendisinden sonra eğitimin başına gelenlerden, Saffet Arıkan, Hasan Ali Yücel ve adı Köy Enstitüleriyle özdeşleşen İsmail Hakkı Tonguç gibi eğitimcilerle yerine getirilebilmiş, taşıdığı bayrak daha yükseklerde dalgalandırılabilmiştir. Onlardan sonra gelen dönem ise hepimizce bilinmektedir.
Eğitimde sorunlar yumağı içinde bulunduğumuz, öğretmenlik mesleğinin saygınlığının dibe vurduğu bu günlerde Mustafa Necati ’yi saygıyla anıyor ve çok arıyoruz.
Mustafa Necati, Kişiliği, Ulusal Eğitime Bakışı, Konuşma ve Anıları-Rauf İnan 03.04.2007

8 Aralık 2014 Pazartesi

Dilaver Cebeci


Dilaver Cebeci ( 1943)
şair, yazar, akademisyen

1943 yılında Gümüşhane'ye bağlı Kelkit ilçesinin Dayısı köyünde doğdu. Ailesinin Kırıkkale'ye göçmesi üzerine ilkokulu orada tamamladı. Ortaokulu Merzifon ve Mersin askeri okullarında, Kınkkale'de başladığı lise öğrenimini Erzincan'da tamamladı. A.Ü. İlahiyat Fakültesi'ni bitirdi (1970). Aydın'da öğretmenlik ve Halk Eğitimi Başkanlığı, İstanbul Ortaköy Eğitim Enstitüsü'nde öğretim görevliliği, Diyanet işleri Başkanlığı'nda neşriyat uzmanlığı, Üsküdar Kız Lisesi'nde öğretmenlik yaptı. İ.Ü. İktisat Fakültesi'nde İktisat Tarihi yüksek lisansı ve sosyoloji doktorası yaptı. Marmara Üniversitesi öğretim üyeliğinden emekli olan şairin ilk şiiri 1965 yılında Defne dergisinde çıktı. Şiirleri, hikâyeleri, mensureleri ve mizah yazıları Devlet, Töre, Bozkurt, Türk Edebiyatı, Türk Yurdu, Güney Su, Ortadoğu, Hergün, Yeni Düşünce, Ayrıntılı Haber, Türkiye dergi ve gazetelerinde yayınlandı. Dilâver Cebeci, millî ve tarihi motiflerle bezeli lirik şiirleriyle tanınır.

Edebiyatımıza "Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi" mizahî tipini kazandırdı. Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi imzasıyla yazdığı yazılarında Türk sosyal hayatına bir 16. yüzyıl Osmanlı vatandaşı gibi bakarak, bu hayatın Türk kültürüne yabancı yönlerini latif bir üslupla hicvetti.

Edebiyatımızda uzun ve hikâyemsi mensure türünü denedi ve bu denemelerinde milli romantizmi vermeye çalıştı.

Şiirleri:
Hun Aşkı (1972, ikinci baskısında mensurelerini ekledi, 1984), Şafağa Çekilenler (1984), Ve Sığınırım İçime (1992), Kandahar Dağlarında Sabah Namazı (Kendi sesinden kaset, 1992). Mensureler: Mavi Türkü (1983).

Mizahî yazıları: Devranname (Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi imzasıyla, 1984).

Oyunu: Büyü (1984).

İktisat Tarihi ve Sosyoloji konularında makaleleri olan Cebeci'nin "Tanzimat ve Türk Ailesi" isimli bir kitabı 1993 yılında neşredildi.

Sözlerini yazdığı “Türkiyem” şarkısı ile gönüllere taht kuran Dilaver Cebeci Hun Aşkı, Sitare, Ve Sığınırım İçime, Şafağa Çekilenler, Asra Yemin Olsun ki, Tüm Şiirleri, Mavi Türkü isimli şiir kitapları; Devranname, Seyranname, Ben Kazan’a Gidiyorum, Evliya Çelebi Çocuk Kitapları Dizisi, Tanzimat ve Türk Ailesi, Türk’e Dair ve Divan Şiirinde Kadın isimli nesir ve bilimsel kitapları ile başta Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi sütununda yazdığı henüz kitaplaşmamış olan birçok yazı ve makalesi ile tanınan ünlü bir kalem.

ESERLERi:

SEYRANNAME
Evliyâ Çelebi dilimizin ve kültürümüzün mizahla renklenmiş en canlı simasıdır ve 17. yüzyıldan beri güler yüzlü üslûbun timsalidir. O'nun üçyüz yıldır yaktığı meşaleyi Seyyah-ı Fakîr Evliyâ Çelebi de otuz yıldan beridir aktüel hayatımıza tuttuğu ışıkla canlandırmaktadır. Aralarındaki fark Osmanlı ve Cumhuriyet farkıdır. Yoksa bakış tarzı, dili, mantığı ve dünya görüşüyle hemen hemen aynıdır. Otuz yıldan beri Türk toplumunda cereyan eden sosyal, siyasal, ve kültürel hadiseleri farklı bir Osmanlı bakışıyla yorumlayarak mizah edebiyatımıza yeni bir tarz kazandıran Seyyah-ı Fakîr Evliyâ Çelebi, Devrannâme (1986) adlı ilk kitabından sonraki yazdıklarını bir araya getiren Seyrânnâme ile okuyucusunun önüne yeniden geliyor. Çeşitli dergi ve gazetelerde yayınlandığında büyük alâka gören yeni seyahatnâme parçaları, bu türe ilgi duyanların zevkle okuyabileceği metinlerdir.Bu kitaptaki yazılar, son on yıl içindeki Türk toplumunda vuku bulan çeşitli olayların bir Osmanlı çelebisi gözüyle yapılmış mizâhî ve tasviri yorumudur. Hatta bir dönemin mizâhî belgeleri olarak da nitelendirmek mümkündür. Okurken gülecek, düşünecek ve elinizden bırakamayacaksınız inancındayız.



HAKKINDA TEZ:
http://acikarsiv.ankara.edu.tr/browse/5472/6129.pdf?show 

SİTARE
Sitâre... Dilâver Cebeci'nin bu unutulmaz şiiri için hep birşeyler söylemek gelmiştir içimden. Çünkü onu bir şiir şöleninde, kendi sesinden ilk defa dinlediğim zaman mest olmuş, şâir bir kalbin, beden hücre hücre yaşlansa bile, hiçbir zaman yaşlanmayacağını bir kez daha bütün çarpıcılığı ile hissetmiştim. Maddenin değişik şekillerde hâkimiyetini kurduğu, pek çok insanda görüntü bağımlılığı meydana getirdiği bir çağda, içine sığınan bir şâirin, Kandehar Dağları'nda yeşeren çiçeklerin kokusunu ruhumuza taşıdıktan sonra, bizi göklere, sitâreye götürmesi öylesine güzel ki! Ey okuyucu! Ey şiirin toplar damarı, candamarı! Sitâre'yi damla damla akıt kalbine. Akıt ki kalbin, beyaz bir güvercin gibi kanatlansın şiirin mavi göklerine. Senin de pırıl pırıl bir sitâren olsun karanlıkta ışıldayan! Senin de yaşlanmayan bir kalbin olsun. Cebeci'yi, sitâreyi ve seni bütün ruhumla selamlıyorum.





Türkiyem şairi vefat etti

Ünlü şair ve yazar Dilaver Cebeci, İstanbul'da tedavi gördüğü hastanede vefat etti.

Bir süre önce kalp krizi geçirerek Dr. Siyami Ersek Göğüs Kalp ve Damar Cerrahisi Eğitim ve Araştırma Hastanesi'nde tedavi altına alınan Cebeci, 28 mayıs 2008 tarihinde hayatını kaybetti.

Özellikle bestelenen ''Türkiyem'' şiiriyle adını geniş kitlelere duyuran Cebeci'nin cenazesi, 30 Mayıs Cuma günü Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi Camisi'nde öğle vakti kılınacak namazın ardından İstanbul'da toprağa verilecek.



Nur Dağından Gelenler

Onlar bu dünyaya niye geldiler
'Li ya'budun' diye diye geldiler.

Konaklı,sofralı tuğralıydılar
Bir dilim ekmekle doya geldiler.

Eline,beline,diline sahip
Kalpleri nurla yuya geldiler.

Burçlar her taraftan çağırıyordu
Onlar yıldız ile aya geldiler.

Ünlü şehirlerde ünsüz gezdiler
Bazen de bir sessiz köye geldiler.

Kutlu seferlerden zaferle dönüp
Ala sayvanlarda toya geldiler.

Din-ü devlek ile mülk-ü millete
Asi olmadılar uya geldiler.

Hem yüzleri hem sözleri güzeldi
En güzel sözleri duya geldiler.

Yedi göbek nesepleri helaldi
Helal rızıkları yiye geldiler

Dağları Tanrı'ydı,Süphan'dı,Nur'du,
Göklerin sesini duya geldiler.

Dilaver Cebeci



http://www.youtube.com/watch?v=BvEnjRfurhw

“Türkiyem”in usta şairine saygı toplantısı yapıldı: Dilaver Cebeci’ye vefa

Ufuk ötesi

“Türkiye”nin büyük şairi, “Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi” Dilaver Cebeci için “Ustalara Yaşarken Saygı” toplantısı düzenlendi.


TÜRKİYEM Baş koymuşum Türkiye’min yoluna Düzlüğüne, yokuşuna ölürüm, Asırlardır kır atımı suladım. Irmağının akışına ölürüm. Deli sular, salkım-saçak söğütler, Kışlada kumandan, asker öğütler, Yaylalarda ata biner yiğitler, Bozkurt gibi bakışına ölürüm. Sevdalıyım, yangın yeri bu sinem Doksan yıldır çile çekmiş hep ninem. Pınarlardan su doldurur Eminem Mavi boncuk takışına ölürüm. Düğünüm, derneğim, halayım, barım, Toprağım, ekmeğim, namusum, arım, Kilimlerde çizgi çizgi efkârım, Heybelerin nakışına ölürüm. Türkiye Yazarlar Birliği (TYB) İstanbul Şubesi ile Eğitim Bir-Sen İstanbul 1 nolu şubesinin ortaklaşa düzenlediği “Ustalara Yaşarken Saygı” toplantılarının üçüncüsü, 12 Ocak Cumartesi günü, büyük şair ve yazar Dilaver Cebeci onuruna aynı zamanda TYB’nin İstanbul Şubesi olan Cağaloğlu’ndaki Kızlarağası Medresesi’nde gerçekleştirildi. Çok sayıda kişinin katıldığı toplantıda ünlü şair ve yazar Dilaver Cebeci de hazır bulundu. Yediden yetmişe herkesin ezberleyip, büyük coşkuyla bir marş gibi söylediği “Türkiyem” isimli şiirinin yazarı, nam-ı diğer Seyyah-ı Fakir Evliya Çelebi Dilaver Cebeci kendisine gösterilen bu vefa karşısında mutluluğunu gizleyemedi. Sosyolog Cafer Vayni’nın yönettiği programa konuşmacı olarak şair ve yazar Olcay Yazıcı, Dr. Cevdet Aşkın ve yazar Meryem Aybike Sinan katıldı. Konuşmacılardan Olcay Yazıcı “Dilaver Cebeci’nin Şiir Coğrafyası”, Meryem Aybike Sinan “Dilaver Cebeci’nin Nesir Coğrafyası”, Dr. Cevdet Aşkın ise “Darüzziyafe Günlerimiz” başlıklı tebliğlerini sundular. Olcay Yazıcı yaptığı konuşmada, Dilaver Cebeci için “Tanrı Dağı ve Hira Dağı’ndan ılık bir rüzgâr gibi eserek geldi ve gönlümüzün sultanı oluverdi” ifadesini kullandı. Dr. Cevdet Aşkın da Dilaver Cebeci ile dostluklarını, hatıralarını dinleyicilerle paylaştı. Konuşmacı Meryem Aybike Sinan ise; Dilaver Cebeci’nin bir Türkiye sevdalısı olduğunu, yüreği bu ülke için çarpan bir gönül eri, bir alperen olduğunu belirttikten sonra, “ustamızı özledik, onun şiirlerini, bu ülkeye olan aşkını, duruşunu özledik. Haydi ustam, seni bekliyoruz!” dedi. Sosyolog-yazar Cafer Vayni ise yaptığı konuşmada, Ötüken Neşriyat’ın Dilaver Cebeci ile ilgili bir armağan kitap yayınlaması gerektiğini belirterek, hazırlanacak kitapta Cebeci’nin şiir, sanat, mizah ve edebiyat eksenli yazılarıyla ilgili değerlendirmelerin yer alması gerektiğinin altını çizdi. Marmara Üniversitesi İlahiyat Fakültesi’nin Dilaver Cebeci’nin en son görev yaptığı yer olduğunu, fakültenin de Dilaver Cebeci hakkında armağan kitap hazırlaması gerektiğini belirten Vayni, “hazırlanacak kitap yahut dergide Cebeci’nin çalışmaları akademisyenler tarafından değerlendirilmelidir.” dedi. Vayni konuşmasını şu sözlerle tamamladı: “Her fırsatta müzik dünyasında var oluşunu Dilaver Cebeci’nin “Türkiyem” şiirine borçlu olduğunu ifade eden Sayın Mustafa Yıldızdoğan’a da görev düşmektedir. Mustafa Yıldızdoğan’ın öncü olarak, “Dilaver Cebeci Konseri”ni mutlaka gerçekleştirmesi gerekmektedir. Bu konserde Cebeci’nin şiirlerinden bestelenen şarkılar okunmalıdır. Bu organizasyona Yıldızdoğan başta olmak üzere Zekai Tunca, Selçuk Küpçük ve Atilla Yılmaz gibi bizzat Dilaver Cebeci’nin şiirlerini besteleyen sanatçılarımız da katılmalıdırlar.” Programın sonunda İstanbul Kültür Üniversitesi Türk Dili ve Edebiyatı Bölümü Başkanı Prof. Dr. Durali Yılmaz, Eğitim Bir-Sen İstanbul 1 nolu Şubesi Başkanı Emrullah Aydın, 1970’lerin önemli bir yayın organı olan Devlet gazetesinin sahibi İbrahim Metin, şair-yazar Bestami Yazgan, şair-yazar Yusuf Bilge ve son olarak da Dilaver Bey’in eşi Ayla Cebeci duygu ve düşüncelerini paylaştılar. Konuşmacılardan Dr. Cevdet Aşkın, Dilaver Cebeci’nin bestelenen şiirlerinden oluşan mini bir konser verdi. Toplantıda Dilaver Cebeci’nin oğlu Çağrı Cebeci, araştırmacı-yazar Mehmet Nuri Yardım, Ayla Ağabegüm, Ufuk Ötesi’nden ise Prof. Dr. Ali Osman Özcan ile Bayram Akcan da hazır bulundular.




HABER

“Türkiye’min Şairi Dilaver Cebeci” anılacak
31 Mayıs 2014

İLESAM (Türkiye İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği) İstanbul Şubesi tarafından düzenlenen Çınaraltı Sohbetleri’nin ellincisi 31 Mayıs 2014,Cumartesi günü gerçekleşecek.

İLESAM İstanbul Şubesi’nin her ay Gülhane Parkı girişindeki Alay Köşkü'nde, (Ahmet Hamdi Tanpınar Müze ve Kütüphanesi) gerçekleştirdiği faaliyetleri arasında bu ay da “Vefatının 6. Yılında Dilaver Cebeci” anılacak ve konuşulacak. İLESAM İstanbul Şube Denetim Kurulu Başkanı Recep ARSLAN’ın yöneteceği toplantıda, Sadettin KAPLAN, Dilaver CEBECİ’nin şiir dünyasını; İbrahim METİN nesir yazılarını; Cafer VAYNİ de Sosyolog Dilaver CEBECİ’yi değerlendirecekler. Oğlu Çağrı CEBECİ ise kendi gözüyle babasını anlatacak.

İLESAM İstanbul Şubesi Başkanı sosyolog Cafer VAYNİ, “Milli birlik ve beraberliğimizi vurgulayan İstiklal Marşı ve Bayrak şiirinden sonra en fazla bilinen ve söylenen ‘Türkiye’m’ şarkısının şairi, yazar ve sosyolog Dilaver Cebeci şiirlerinden birisinin başlığındaki gibi, şiirimizde bir “Sitare” idi.

“Vefatının 6. Yılında Dilaver Cebeci” başlıklı 50. Çınaraltı Sohbeti’nin, 31 Mayıs 2014, Cumartesi günü Saat 17.00’de başlayacağı ve programa katılımın serbest olduğu bildirildi.


KAYNAK:  http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=213



Niyazi Yıldırım Gencosmanoğlu


Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu
şair, yazar
destan şairi 


   









1929 yılında Elazığ'ın Ağın ilçesinde doğdu. İlköğrenimini burada gördü. Akçadağ Köy Enstitüsü'nü bitirdikten sonra öğretmenliğe başladı.

Çeşitli köy ve kasabalarda 19 yıl öğretmenlik yaptı. Sonra sırasıyla ilköğretim müfettişliği, Milli Eğitim Bakanlığı Yayımlar Genel Müdürlüğünde şube müdür yardımcılığı, şube müdürlüğü, genel müdür yardımcılığı, İstanbul'da Devlet Kitapları Müdürlüğü vazifelerinde bulundu. 1978'de emekli oldu. Daha sonra Türk Edebiyatı Vakfı ve Doğu Türkistan Vakfı'nda çeşitli idari vazifelerde bulundu. Doğu Türkistan'ın Sesi dergisini yönetti. Son olarak Türkiye gazetesinin Kültür-Sanat köşesini idare etti. Vefatına kadar bu vazifeyi yürüttü.

Üst üste üç defa beyin ameliyatı oldu. “Aylardan Ağustos, günlerden Cuma” diye başlayan Malazgirt Marşında belirttiği gibi, 1992 senesi Ağustos ayının 21'inde Cuma günü İstanbul'da vefat etti.

Türk milletinin tarihine, kültürüne ve meselelerine vakıf olan Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu, İslamiyetin ve Türklüğün en güzel motifleriyle işlediği destanlarıyla Türk edebiyatına çok şeyler kazandırdı. İlkokul sıralarından itibaren şiir yazmaya başladı.

ESERLERİ:

İlk kitabı olan Bozkurtların Ruhu'nu 1952'de, ikinci kitabı olan Gençosman Destanı'nı 1959 yılında yayınladı.

Destan türünde yazdığı diğer eserleri ise şunlardır:
Kür Şad Destanı (1970), Malazgirt Destanı (1971), Bozkurtların Destanı (1972), Kopuzdan Ezgiler (1973), Salur Kazan Destanı (1974), Boğaç Han Destanı (1978), Destanlarda Uyanmak (1979), Destanlar Burcu (1990), Alp Erenler Destanı (1991).



Niyazi Yıldırım Gençosmanoğlu İle Söyleşi
Töre, Sayı: 22, Yıl:1973

Soru : Şiire nasıl başladınız? Niçin ve nasıl devam ettiniz?

Cevap : Şiire 11 yaşında başladım. İlkokulun 4. sınıfında idim. O yıl Erzincan zelzelesi olmuştu, ilk şiirimi, Erzincan zelzelesi üstüne yazdım ve okuldaki duvar gazetesine konuldu. Sonra kendimi şair sanmış olacağım ki, çeşitli konularda şiirler yazmaya başladım. Bugüne kadar da hiç bırakmadım. Yazdıklarımdan bilinmeyenler, bilinenlerden çoktur. Şiire niçin devam ettiğime gelince; kısaca, en müessir ifade tarzı olduğu için; deyebilirim.

Soru : Eserleriniz konusunda bir kaç söz :

Cevap : İlk eserim, "Bozkurtların Ruhu 1952", "Gençosman Destanı 1959", "Kür Şad ihtilâli Destanı 1970", "Malazgirt Destanı I97I", "Bozkurtların Destanı 1972" ilk ikisini, şimdi beğenmiyorum. Son üç destanın beğendiğim tarafları vardır.

Soru : Şiirde "ölçü" sizce ne demektir; hangi ölçüyü tasvib ediyorsunuz?

Cevap : Şiiri olan milletlerin, aynı zamanda şiir gelenekleri, şiir kuralları da var demektir. Şiir, bu kendine mahsus gelenekler ve kurallar içinde gelişir, güzelleşir, büyür... "Ölçü" de, şiirin kuralları cümlesin-dendir. "Ölçü" derken "aruzu" ve "hece" yi kastediyorsunuz sanırım, ikisi de bizimdir ve biri birinden çıkmış kadar yakınlıkları, benzerlikleri vardır. Başka milletlerin de aruzu kullanmaları, bu ölçünün bizim "milli şiir ölçümüz" olmadığına delil teşkil etmez.
Ölçüsüz (serbest) şiirin de kuralları gelenekleri vardır; başıboş değildir.

Soru : Dil konusunda düşünceleriniz, şiirde dil?

Cevap ; Dil deyince, konuşulan dili anlıyorum. Dilin gelişip zenginleşmesinde, güzelleşmesinde yazarların, şairlerin büyük görevleri olduğuna inanırım- Aynı zamanda Türkiye'de yayımlanan eserlerin, bütün Türk dünyasında kolayca okunup anlaşılır bir nitelikte olmasına taraftarım.

Şiirde dil, ana unsurdur. Kelimeler seçilir; ölçülür, biçilir... Şiir dili, mensub olduğu dilin kaymak tabakasıdır. diyebilirim.

Soru : Eski şairlerden ve yaşayanlardan sevdikleriniz kimlerdir?

Cevap : Bu soru çok tehlikeli ve politik.-Eski şairlerden sevdiklerim çoktur. Kopuzu ile ilk deyişi söyleyenden tutunuz da, sanatı aşk ve iman olarak anlayan, gördüklerini, duyduklarını, sezdiklerini anasının ak sudu ile yoğurup ana diliyle söyleyen Türk şairlerinin hepsini severim.

Mutlaka bir isim istiyorsanız; son büyük şairimiz Yahya Kemal'dir.

Yaşayanlara gelince; Şiiri heves ve caka satma ölçüsünden çıkarabilmiş şairlerimiz vardır. Arif Nihat Asya, yaşayan en büyük şairimizdir.

Soru : Genel olarak, san'atta gaye ne olmalıdır? San'atta hedef söz konusu mudur?

Cevap : San'atta hedef, söz konusudur. Hedefi olmayan san'at, aynı zamanda anlamı olmayan bir meşgaleden ibarettir.

Edebiyat, musiki, mimarî, resim, heykel, tiyatro, sinema, şiir... geçmişin derinliklerinden günümüze ve geleceğe doğru filizlenen san'at dallarıdır. Her dalın gayesi, beslendiği toprağın, içtiği suyun, soluduğu havanın, tadını, rengini, özsuyunu ihtiva eden en olgun ve en güzel meyveyi verebilmek ve bu meyvelerle milletinin ruhunu besleyebilmektir.

Soru : Kendine has bir "Millî Türk San'atının" kaynakları neler olabilir, neler olmalıdır?

Cevap : Türk San'atının kaynaklan, pek tabii ki, üç bin yıllık Türk harsı (kültürü) dır-Kökü bu kaynağa varamayan san'at cılız kalmaya, hattâ kurumaya mahkûmdur. Nitekim, günümüzdeki, san'at anarşisi, köksüzlükten, yani Türk harsının derin kaynaklarına inmemekten ve onu inkâr etmekten ileri gelmektedir.

Bugün şiirle uğraşan yüzlerce şairden pek azı, divan şairimiz hakkında bilgi sahibidir. Divan şiirimizi, halk şiirimizi bilmeyen; kimselerin, bir san'at anlayışı olabileceğine de inanamıyorum.

Soru : İktisadî gelişmeler, ananevi cemiyet yapısında bazı derişiklikler yapmaktadır. Bu değişmenin san ata yüklediği görevler var mıdır? San'atla cemiyet töreleri arasında bir münasebet bir dayanışma düşünülebilir mi?

Cevap : İktisadî gelişmeler, cemiyet yapısında değişiklikler elbette yapar. Hatta, cemiyetin başını döndürüp tepe taklak edebilir. İşte marifet, bu baş dönmesini önlemek ve iktisadî gelişmenin yaptığı sarsıntıya kaptırmadan milleti, hedefine doğru yürütmektir. Bu iş, san'atkârın görevidir, iktisadî hayat, günün şartlarına göre kendine mahsus ölçülerle değişebilen, değişmesinde de sakınca olmayan bir olaydır. Ancak, san'at böyle değildir. San'at, bir harsa (kültüre) bağlı olduğu için değişmez; gelişir. Bu bakımdan, iktisadî gelişmenin ölçüleri ile san'-attaki gelişmenin ölçüleri ayrı şeylerdir.

İktisat, nasıl ki cemiyetin maddesi ise, san'at manâsıdır. Bu bakımdan, manânın bozulmaması san'atkârın sorumluluğuna bırakılmıştır. Manâ, yukarıda söylediğimiz gibi, üç bin yıllık bir geçmişten günümüze getirdiğimiz ve geleceğe götüreceğimiz harsî (kültürel) değerlerimiz olduğuna göre, san'atkârın görevi, iktisadî gelişmenin baş dönmesini millî değer ölçüleri dahilinde gidermektir. Şayet san'atkâr da kendini iktisadî gelişmenin hazzına kaptırmışsa cemiyet dediğimiz gemi batar.

Soru : Memleketimiz göz önüne alındığı takdirde, iktisadî ve sosyal gelişmelerin Türk san'atına etkisi ne olmuştur? Batıya dönük bir sosyal yapıyı öngören beyinlerin, san'atımız ve sanatkârlarımız üzerinde ne dereceye kadar tesirleri olmuştur? "Batıya dönük Türk san'atı ne demektir?

Cevap : Memleketimizdeki iktisadî ve sosyal gelişmelerin plânsız, programsız, anormal oluşu, san'atkârı şaşırtmış; san'atı öldürmüştür. Daha doğrusu, memleketimizde sosyal ve iktisadî "gelişme" değil, "değişme olmuştur.

İktisat, sosyal hayat, san'at hayatımız bir anarşi içindedir. Anarşi bitmedikçe, bu soruya sıhhatli bir cevap vermek mümkün değildir.

Batıya dönük sosyal yapıyı benimsemek, batmaktır. Batının bin yıllık hedefi, Türk milletini, kendilerine benzeterek yer yüzünden silmektir. Türk kafası taşıyanlarda böyle "beyinbulunamayacağı için, bunlar olsa olsa beyinsizlerdir. Batıya dönük "Türk San'atı" diye bir şey olmaz. Bu Batı taklitçiliği olur. Nitekim olmuştur. San'at diye pazara getirilen kırk yıllık san'at Batı mukallitliğinden başka bir şey değildirler.

Soru : Halka dönük san'at ne demektir? Bu deyimden anlaşılması lâzım gelen şey nedir? Genellikle nasıl yorumlanmaktadır? Bu yorumun Türk San'atını olumlu bir şekilde etkilemesi mümkün müdür?

Cevap : Halka dönük san'at, halkta bulunan işlenmemiş cevheri alıp işlemek ve halka vermektir. "Halka dönük" deyimini uyduranlar, bunu bizim anladığımız manâda anlamazlar. Onlar, halkta bulunan işlenmiş, işlenmemiş bütün cevherleri ufalayıp toz etmekte, kısa zamanda onu da kendilerine benzetmeye çalışmaktadırlar.

Bu "dönekler" taifesinin Türk san'atını olumlu veya olumsuz hiç bir şekilde etkilemeleri mümkün değildir. Kendileri çalar, kendileri dinlerler... Ancak, bu gürültüyü kesmenin tek çâresi vardır. O da Türkçü san'atkârların yetişmesi ve canlarını dişlerine takıp çalışmalarıdır.

Soru : Bugün "Türk San'atı millîdir." diyebilir miyiz?

Cevap : Ortada Türk san'atı varsa, elbette millîdir. Fakat Türkiye'de yaşıyor, Türkçe konuşuyor diye her san'ata "millîdir> diyemeyiz.

Soru : Türk san'atı millî kaynaklarından kopmuş mudur? Niçin? Nasıl?

Cevap : Kopmuştur. Şöylece açıklayabiliriz; Cumhuriyetimizin kuruluşuyla birlikte Atatürk, Türk dilinin araştırılması, geliştirilmesi için "Türk Dilini Tetkik Cemiyeti" (Türk Dil Kurumu) ni kurdu. Sebebi : yapılan inkılâbın meydana getirdiği kopuklukları telâfi etmek ve millî kültür kaynaklarımızın yolunu açmaktı. Sonra "Türk Tarihi Tetkik Cemiyeti" (Türk Tarihi Kurumu) nu kurdu Sebebi : Türk tarihinin, dolayısı ile Türk kültürünün en derin kaynaklarına inmenin yollarını aramaktı. Atatürk'ün geçmesiyle adı geçen cemiyetler, önce adlarını sonra istikametlerini değiştirdiler. Böylece Atatürk'-ün, millî kaynaklarımızla kurmak istediği bağı koparmış oldular. Bu bağı yeniden kurmak için, millî kaynaklarımızı teşkil eden ve her t"iri bir hazine değerinde olan eski san'at ve harsımıza ait eserlerin gün ışığına mutlaka çıkarılması gerekmektedir. Çünkü; San'atımızın tılsımı, büyüsü, ihtişamı... bütünüyle ortaya çıkmadan onu geliştirmek ve büyütmek mümkün olamaz.

Soru : Türk san'atının ve san'atkârının millî olabilmesi için gereken şartlar nelerdir? Siz Türk San'at hareketlerine yön verecek tir kişi olsanız, neler yaparsınız?

Cevap : Millî olmanın ilk şartı inanmak, sevmek ve saymaktır. Sonra araştırmak ve yorucu, sabırlı çalışmayı göze almaktır. San'atın millî olabilmesi, millete benzemesi, onu yansıtması demektir. San'atkâr da öyle; şartlarını yukarıda saydık.

San'at araştırma işi olduğu kadar, aynı gamanda bir eğitim işidir de. Bu bakımdan, ciddi san'atkârlara bir takım imkânlar hazırlanması, verilmesi lâzımdır.

Soru : San'atkârın, milletinin tarihi ve gününün insanı ve olayları ile münasebetinde bir denge düşünülebilir mi?

Cevap : Tarih, milletlerin hafızası olduğuna göre, aklın ve mantığın işlemesinde de büyük rolü vardır. Dünü hatırlayamayan bir insan, bugünün manâsını anlayamaz. Yeni doğmuş bir çocuk nasılsa, öyledir. Hâfızasızlık devam ettikçe, çocuklukda devam eder. Milletler de insanlar gibidir.

Geçmişlerini hatırlamaları, hattâ bu hatıralarını daima canlı tutmaları gereklidir. Geçmişteki acı olayların tekrar olmamasını sağlamak; tatlı olaylar yaratmak, tarih! ve tarihteki yerimizi, tarihi yapan atalarımızı hatırlamakla mümkün olabilir.

Bu konuda san'at en uygun, en etkili bir vasıtadır. San'atın konusu eski olmakla san'at eski sayılmaz. Geçmişle gelecek arasında köprü kuramayan san'atkâr, görevini kavrayamamış demektir. Aynı zamanda san'atın manâsını da anlayamamıştır.

Millet, sanatkârlarının verdikleri eserler ölçüsünde vardır. San'at eserlerinin aksettirebildiği manâ ile şahsiyet kazanabilir. Öyleyse, geçmişle günümüz, hatta geleceğimiz arasında denge kurmak ve "dün", "bugün", "yarın"diyebileceğimiz dayanaklar üzerine kurulan bir köprüden asıl hedefe yürümek mümkün olabilecektir. Bu hedef, Türk düşüncesinin, Türk san'atının dünya ölçüsünde insanlığı kucaklamasıdır. Bu görevi Türk milletine Tanrı'nın verdiğini unutmamalıyız.

Soru : "San'atkârın dünyası" denilen "dünya" nedir, ne olmalıdır?

Cevap : San'atkârın dünyası, san'atını icra ederken, içinde bulunduğu ruh halidir diyebilirim. Bu icra sırasında san'atkâr, yaşadığı çevreden uzaklaşır ve yeni bir çevreye intikal eder, Yani kendinden geçer. Tasavvuf deyimiyle, bir vecd ve istiğrak haline bürünür. Bu deyimden anladığım budur ve doğrudur. Gerçek sanat eseri, ancak böyle bir ruh haline geçilmeden verilemez.

Soru ; Siz Türk şiirinde yepyeni bir çalışmanın temsilcisisiniz diyebiliriz. Yani Destan'dan bahsetmek istiyorum, destan nedir? Türk sanatında yeri nedir, ne olmalıdır?

Cevap : Destan, milletin, en yüksek duygu, düşünce ve isteklerini ifade eden ve değişmez özelliği, kahramanlık olan eserlerdir. Bu konuda, bir ingiliz şairi şöyle diyor: "Bir kahramanlık şiiri, şüphesiz ki, insan ruhunun başarabileceği en büyük eserdir>. (Türk Ans. Cilt 13)

Türk destan kaynakları, pek çok zengin olmakla beraber, hemen hemen (Maraş Destanı hariç) hepsi ham madde halinde bulunmaktadır. Henüz tam bir destan niteliği kazandırılmadığı için destanımız, san'at ölçüsünde'ifadesini bulamamıştır. Bu, edebiyatımız sakatımız, şiirimiz top yekûn harsımız bakımından büyük bir noksanlıktır. "Türk Destanı" nı işlemek günümüzün san'atkârı için bir vecibe olduğu kadar, milletimiz için de büyük bir ihtiyaçtır.

Soru : "Kür Şad İhtilâli Destanı" ve "Bozkurtların Destanı" adlı eserlerinizle bugünün insanıma ve Türk milletine vermek istedikleriniz nelerdir?

Cevap : Yukarıdaki cevaplarımızda uzak-yakın temas ettiğimiz gibi, geçmişle, günümüzle ve gelecekle bağlantı kurmak zorundayız. Millet olarak var olmamızın, yaşayabilmemizin ve atalarımızın Tanrı'dan alıp bize miras bıraktıkları büyük ülkümüzü gerçekleştirebilmemizin tek şartı budur. Destan, tek başına bir konu olmakla beraber, san'atın her dalına konu ve ilham veren derin, geniş ve gür bir kaynaktır. Yukarıda adı geçen kitaplarımla bunu yapmak istedim. Aynı zamanda destan, millî şuuru dinç tutan, millî î dinamizmi yoğuran en büyük amillerden biridir. Millî şuur olmadan, millî hiç bir şey yapılamayacağına göre, gençlerin şuurlarına, bilenmiş bir süngü parlaklığı ve keskinliği kazandırmak istedim. Destanda ibretler vardır; dünya görüşümüz vardır; acılarımız, mutluluklarımız vardır... Bunları yansıtmaya çalıştım. :

Soru : Türk şiirinin geleceği konusunda düşünceleriniz, genç şairlere tavsiyeleriniz nelerdir?

Cevap ; Türk şiirinin büyün bir geçmiş? vardır. Bugün şiir, pek az ve zayıf, fakat kökü sağlam olduğu için, deminden beri söylediklerimiz ölçü olarak alınırsa Türk şiiri yeni bir merhaleye girecek ve özlenen büyük şiir doğacaktır, sanırım.

Büyük şiir, daha doğrusu büyük san'at, durup dururken, doğmaz. Büyük heyecan ister. Büyük heyecanlar yaratılınca büyük san'atkâr da kendiliğinden gelir. Geçmişte san'-atın her dalında verdiğimiz büyük eserlerin, son bin yıllık tarihimizdeki oluşlarını hatırlarsak, bu iddiamızın doğruluğu meydana çıkmış olur. Şunu da belirteyim ki, geçmişimiz bize en büyük heyecan kaynağı olarak şimdilik yeter. Onu, günümüze aktarıp dünü bugünle yoğurabilecek san'atkâr ister. Genç şairlerimizin bu nokta üzerinden hareket etmelerini tavsiye ederim



HAKKINDA YAZILANLAR

Türkeli (05.12.1951-05.01.1953)

“On beş günde bir çıkar gayrı siyasî milliyetçi dergi”. Türk Milliyetçiler Derneği şubesinin yayın organı olarak, Afyonkarahisar'da, 05 Aralık 1951-05 Ocak 1953 arasında, yayımlandı. Bu süreçte 27 sayısı çıkarıldı.

28x21 sm. boyutlu ve 8 sayfalı olan derginin ilk sayfası kapak olarak kullanılıyordu. Kapağın üst bölümünde kırmızı renkli logo; bunun altındaki boşlukta da bazen bir resim, bazen içindekiler dizimi, bazen de her ikisi birden yer alıyordu. Ayrıca yıl ve sayı belirteçleri ile çıkış tarihi ve fiyatına yer veriliyordu.

Türkellnin imtiyaz sahibi ve yazı işleri müdürü Mehmet Sadettin Aygen'di. Dergide ülküye ilişkin yazılar ve şiirler yanında Türkçülüğe ve Türk Milliyetçiler Derneği'ne ilişkin haberler yayımlanıyordu. Yazı, şiir ve “Eşrefi Zaman” mahlaslı taşlamaları ile Tahsin Burdurlu; yazı ve/ya şiirleri ile Metin Kanıpak, Mehmet Sadettin Aygen, İsmail Özalp, M. Saim Özmen, Edip Ali Bâki, Mehmet Ateşoğlu, Naim Güler, Basri Gocul, Cemal Oğuz Öcal, B. Ferit Öngören, Poyrazoğlu M. Fehmi, H. Fethi Gözler, Mustafa Ernam, Yıldırım Niyazi Gençaydın (Niyazi Y. Gencosmanoğlu), Ayhan İnal, Fahri Ersavaş, Alparslan Kırgızoğ- lu, Fahriye Yılanlıoğlu, vb. katkıda bulunanların başlıcaları idiler.

Türk Milliyetçiler Derneği'nin Ocak 1953'de siyasî bahanelerle tedbirli olarak kapatılmasından sonra, Şubat 1953'de çıkan 27. sayısı ile yayımına son verilme zorunda kalınan Türkeli dergisinin Ağustos 1952 tarihli 18. sayısı, “Türk Milliyetçiler Derneği I. Kurultayı sayısı"olarak, 16 sayfa yayımlandı. Bu sayı, Dernek üzerinde araştırma yapacaklar için önemli bir kaynaktır.


http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=3178

Mete Han

Doğum:M.Ö 234
Ölüm:M.Ö 174
Hüküm süresi:M.Ö. 209-M.Ö. 174 (35 yıl)
Ünvanı:Tanhu,Şanyu,Han,Kağan,Tanrıkut
Başkent:Ötüken
İmparatorluğu:Asya Hun İmparatorluğu (Büyük Hun İmparatorluğu)    
                                 

Türk tarihinin beklide en efsanevi ismi o dönemdeki bütün Türkleri bir araya getirerek kendine bağlayan çin devletini vergiye bağlayan ve korkusundan kilometrelerce set çekilen bir hükümdar. Metehan tarihe adını altın harflerle yazdırmıs ve Türklerin Atası olmayı başarmıştır. Öncelikle Metehan’ı tarihteki Oğuzhan’la bağdaştırıyor ve aynı kişi olduğunu söylüyoruz. Çünkü gençlikleri, yaşamları, yaptıkları işler hatta temsili resimleri bile birbirine çok benziyor. Bu açıdan Metehan adına destan yazılarak Oğuz Kağan oluşturulmuş ve efsane olmuştur. Peki neydi Metehan’ı efsane yapan?
Metehan’ın çinli üvey annesi kendi oğlunu tahta geçirmeye çalışıyordu fakat kanunlara göre Türk kadından doğan has Türk evladın tahta geçmesi gerekiyordu. Mete’nin babası Teoman da karısının dolduruşuna gelip Mete’yi başka bir Türk ırkı olan Yüeçilerin eline bıraktı. Bu olaylardan sonra Teoman Mete’yi yok etmek için Yüeçilere savaş açtı ama Mete kaçmayı başardı. Teoman bu başarısından dolayı Mete’ye onbin kişilik bir ordu verdi ve Metehan bu orduyla babasını, üvey kardeşini ve üvey annesini öldürüp tahta geçti.
Peki Metehan babasını nasıl yendi? Metehan’ın çocukluğundan beri oynadığı bir oyun vardı: Hedefe çevirme oyunu . Bu oyunda Mete okunu kime doğrultursa askerleride okunu ona doğrulturdu. Birgün deneme amaçlı kendi atına hatta kendi nişanlısına bile oku doğrulttu ve tereddütte kalan askerini öldürdü. Ve Metehan günümüz ordularının temellerini atarak onbaşı, yüzbaşı, binbaşı gibi rütbelerden bir ordu yarattı. Hatta Türk Kara Kuvvetleri de Metehan’ın tahta geçtiği M.Ö. 209 yılını kuruluş yılı olarak kabul eder. Yine halen Metehan’ın dediği gibi onbin kişilik asker grubuna “tümen” denir.
Metehan birgün ava çıkan babasına okunu doğrulttu ve ordusundaki yegane disiplinli askerler hiç tereddüt etmeden babasını öldürdü. Daha sonra kağan olan Mete ilk iş olarak bütün Türkleri bir araya getirerek Türk Birliğini kurmayı başardı. Ve en büyük sınırlara ulaşıldı. Sınırlarını genişletmek adına çine sefer düzenlemeye karar veren Metehan veziriyle birlikte bir tepeden ordusuna bakarlar çin ordusu karşısında Metehan’ın ordusu bir avuç karınca gibi kalmıştır. Veziri Mete’nin korktuğunu zannederek sorar:”Han’ım çekilecek miyiz?” Metehan aynen şöyle söyler: “Ben bu kadar çinliyi nereye gömeceğim?” Korkusuzluğuyla acımasıyla ve disipliniyle destan olmuştur Metehan.
Daha sonra çinin kuzeyini ele geçirir. Korkusundan artık çin seddi yapılmıştır. Ama bu Mete’ye engel teşkil etmez. Çin ile Hun İmpratorluğu arasında barış olduğu birgün Çin imparatoru savaş için bahane arar ve Mete’nin atını ister,Mete atı verir. Bunun üzerine Mete’nin evindeki hizmetçi kızı isterler, Mete onuda verir. Artık iyice cüretkar olan çin Mete’den Hun topraklarına ait çorak bir araziyi isterler, bunun üzerine ihtiyar heyeti bunu da vermeye karar verir. Metehan bunun üzerine şöyle söyler: “Ey güngörmüş ihtiyarlar! Şimdiye kadar düşman tarafından istenen şeyler nefsime aitti. Şimdi istedikleri toprak parçası ise milletimize aittir ve vatanımızın bir parçasıdır.” Milletimin her bir ferdinin rızası olmadan, onlara ait bir çöpü bile vermeye yetkimiz yoktur. Bu nedenle çine savaş açar ve hizmetçisinide atınıda alır.Tabi Metehan bununla da kalmayıp çinin yaptığı bu uçarı ve şımarık davranışları cezalandırarak çini vergiye bağlar…
      Ve M.Ö. 174 yılına geldiğimizde bu korkusuz Türk Han’ını kaybederiz.Ardında sınırları uçsuz bucaksız bir imparatorluk bırakan Metehan artık yeryüzünde yoktur. Ve son olarak yerine oğlu Kiyükhan geçmiştir.

Mete Efsanesi



Mete Han

Eşimi,atımı verdim, çünkü benimdir, 
Toprak verilemez, çünkü devletindir!”

1. METE’NİN GENÇLİĞİ OĞUZ-HAN’INKİNE BENZİYORDU”
Büyük Hun İmparatoru Mete’nin bir efsane halinde anlatılan gençliği, Oğuz-Han’ın hayatına benzetilmişti” .Mitoloji, tarih değildir. Zaten tarihte olmuş olaylar mitolojinin konusu içine giremezler. Bunlar daha çok, destan sayılırlar. Bir hadisenin mitoloji olabilmesi için, herşeyden önce kahramanının, tarihteki yerinin silinmiş ve unutulmuş olması gerekir.
Oğuz Kağan, müslüman olan Türklere göre, babası Kara Han’ı öldürmüş ve onun yerine geçmişti. Zamanımızdan 200 sene önce büyük bir Türk Tarihi yazmış olan bir Fransız bilgini, Oğuz Han’ın Mete olabileceğini söylemiş ve ikisi arasında da bir bağ görmüştü. Bu Fransız bilgininin görüşü, büsbütün de yanlış değildi.” Çünkü Mete de, Oğuz-Han gibi babasını öldürmüş ve onun yerine, hükümdar olmuştu.”Çin Tarihleri, Mete ile babası arasındaki savaşlar, bir tarih olayı hadisesi gibi anlatıyorlardı. Ama önemli olan nokta, Mete’nin hayatının gençlik çağlarının da, bir efsane olup olmadığı idi. Mete’nin daha sonraki hayatı ve savaşları hakkında, epey şeyler biliyoruz. Tarih kaynaklarından kronolojik olarak kesin bir şekilde verilen bu bilgiler, tarihin ve gerçeğin ta kendileri idiler. Ama bütün tarih boyunca, büyük hükümdarlarla olduğu gibi, Mete’nin hayatının da gençlik çağları, karanlık kalmakta ve bir nevi mitolojiye bürünmüş olarak anlatılmaktadır. Büyük hükümdarların, hemen hemen hepsinin de gençlik çağları, bir mitoloji perdesi arkasında gizlenmiş ve bu devreler, romantik bir şekilde anlatılmıştı. Çinliler, Mete’den sonra Hun’ları ve Ortaasya halklarını, birçok savaş ve temaslar sonunda, çok iyi bir şekilde tanıyabilmişlerdi. Fakat Mete’den önce, Çin kaynaklarında Ortaasya hakkında anlatılan bilgiler, çok karanlıktı. Çinliler bu çağda öyle ki, kendi sınırlarının dışındaki bölgelerden bile haberleri yoktu. Zaten Mete’nin hayatını anlatmağa başlayan Çin tarihleri, üslûp bakımından da mitolojik ve hikâyemsi bir dille konuşuyorlardı. Çin tarihinin üslûbu çok kuru, fakat kronolojik ve kesindi. Zaten bu bilgilerin çoğu, imparatora gelen raporlarla, Çin sarayından çıkan fermanların, kopyalarından başka bir şey değil idiler. Halbuki Mete’nin hayatından Çin tarihleri, âdeta bir Çin romanı gibi söz açıyorlardı.
“Çin tarihlerinin verdikleri yarım mitolojik bilgilere göre Mete, Oğuz-Han gibi kendi babasını öldürmüştü”: Ortaasya’da Tuman adlı bir Hun reisi varmış. Bu reisin de Mete adlı büyük bir oğlu bulunuyormuş. Gerek babasının ve gerekse oğlunun adları, Çin tarihlerinde, zaten, Çin işaretleri ile yazılıyordu. İkiyüz sene önce bu işaretler, Mete şeklinde okunmuş ve bizim tarihçilerimiz de bu adı; Mete olarak yazmışlar ve Türkiye’ye yaymışlardı. Bugün Türkiye’mizde, bu büyük Hun İmparatorunu, “Mete” adı ile tanıyoruz. Birçok kimseler de bu adı, maalesef 200 sene önce okunan, böyle yanlış bir okunuşla, kendi adları olarak tanımaktadırlar. Aslında ise bu Çince işaretleri, “Mao-dun” şeklinde okumak gerekiyordu. Kendi hususî metodlarımıza göre, Mete’nin Türkçe adının herhalde “Bahadır” dan başka bir şey olmaması gerekiyordu. Ama ne yapalım ki, bugün Türkiye’miz de bu büyük Hun hükümdarı, Mete adı ile tanınmış ve öyle yayılmıştır. Mete hakkındaki Çin kaynaklarında okuduğumuz bu efsanemsi olaylar özet olarak şöyledir:

METE’NIN GENÇLIK EFSANESI
Üçüncü yüzyildi tam, çok önceydi Isa’dan, Bir firtina kopmustu, tasmisti Iç Asya’dan! Sonsuz at sürüleri, yerleri inletmisti.Kurdumsu türküleri, gökleri çinlatmisti !Atlılar gelmislerdi, ordular biçmislerdi,Volga, Sari nehirden, kanip, su içmislerdi !Tarihten ugultular, bir millet var diyordu !Yazili dogrultular, bir devlet var, diyordu !Hunlarin ilindeydi, Iç Asya ilindeydi, Hun reisi Tuman-Han, herkesin dilindeydi !Bayragi direkteydi, büyük oglu Mete’ydi, Diger bütün komsular, henüz birer çeteydi. Tuman-Han da kanarmis, insanoglumuymuş bu ya !Bir cariye hep dermis: “Bu Mete ölsün !” Diye.Tuman fakat korkarmis, kadina da tapirmis,Bir bahane ararmis, çünkü bir “Töre” varmis !Soyuna bakarlarmis, tek kadin alirlarmis,Sonraki hatunlarsa, mir’ssiz kalirlarmis.Tuman oglunu vermis rehin Yüeçi’lere Sonra da hücum etmis, sormamis elçileri.Yüe-çi’ler varmislar, Mete’yi aramislar, Mete çoktan kaçmismis, yollari taramislar.Tuman oglunu görmüs, akli basina dönmüs,Senlik dügün yaptirmis, güya çok mes’ut günmüs. Mete’ye tümen vermis, eline ferman vermis,Mete’nin disiplini, Dünyaya hep san vermis ! Asker Tanri sanirmis, hep Mete’ye taparmis,Ondan ne buyruk gelse, düsünmeden yaparmis.Orduyu toplamismis, atini oklamismis,Tümen disiplinini, böylece yoklamismis.Askerler ok atmismis, atlar yere yatmismis, Atına kıymayanın, kani yere akmismis ! Bir defa senlik yapmis, aileler toplanmis,Ok atmis karisina, bütün esler oklanmis !Biraz nefes alanlar, azicik geç kalanlar,Kiliçtan geçirilmis, görülmemis kaçanlar !Avlara gidilirmis, senlikler düzülürmüs,Gelen ordular ile, hayvanlar sürülürmüs.Tuman-Han ava gitmis, Mete’ye de gel demis, Kurdu Mete avlamis, Tuman’sa keklik yemis ! Avda bir ok uçmusmus, Tuman-Han’a gelmismis !Gerçi derler ilk oku, Mete atmisti, çogu,Mete’nin tümeni de, bu hedefi delmismis !Oguz’un babasiysa, yemisti  “Tanri oku” !Bu bir efsane idi, ok bir bahane idi,Töre’yi bozan Tuman, tam bir divane idi !
Çin tarihlerinde, Mete’nin babasını öldürüşü ile ilgili olay, böyle anlatılıyordu. “Zaten olayların anlatılışından da, bunun bir mitoloji olduğu, açık olarak görülüyordu.” Öyle anlaşılıyor ki bu çağda, Hunlar arasında da, buna benzer efsaneler yok değildi. Mete gibi büyük bir hükümdarın ortaya çıkışı, bütün Ortaasya’yı hakimiyeti altına alışı ve ayrıca komşularını da büyük bir dehşet saçısı sebebi ile, Ortaasya’nın eski mitoloji kahramanlarının hususiyetleri, Mete’ye yakıştırılmış ve onun faaliyetlerine uydurulmuştu.
2. “TÖRE”Yİ BABA BİLE BOZSA, ÖLMELİYDİ
“Dünya mitolojilerinde “Baba öldürme” olayı, erkek çocukların şuur altlarında saklı hislerin, masallardaki birer görüntüleri halinde kabul ediliyorlardı”: Aslında ise, “Babalarını öldüren çocuk efsaneleri”, insanlığın hayalinde yaşamış, çok eski şuuraltı ‘kisleri idiler. Yunanistan’da da “Kral Ödip”, babasını öldürmüştü. Tabiî olarak, Türk efsanelerinden haberleri olmayan, Sigmond Freud gibi büyük ruh doktorları, kral Ödip’le ilgili efsaneyi de açıklamaktan geri kalmamışlar ve hatta şuuraltı görüntülerine göre, birçok tedavi şekilleri bile bulmuşlardı. Bizim eski “Rüya Tabirn’meleri” mizde de, bu gibi hislerin açıklanmasına yer verilmiştir. Çünkü onlara göre, erkek çocuğun rüyasında, yeni cemiyetin yasak ettiği bir işe şuuraltında girişmiş olması anormal değildi. Tabiî olarak bu konuları Freud, birazda mubal’ğa etmiş ve büyütmüştü. Ama kendisi, büyük bir ruh doktoru idi. Bu teşhis yolu ile, birçok erkek çocuklarını da tedavi edip, iyileştirmişti. İşte, böyle, cemiyetin yasak ettiği; fakat şuurlatında toplanan istekler ile hisler, kendilerine masallarda gösteriyorlar ve bir mitoloji motifi haline giriyorlardı. Zaten, insaların ulaşamayacakları şeylerin pek çoğu, masallarda olmuş gibi anlatılıyorlardı.
Türklerin, Mete ve Oğuz Han efsanelerinin, ne zaman meydana geldiklerini söylemenin, elbetteki imkânı yoktur. Ama öyle anlaşılıyor ki bunlar, tarihten çok önceki çağlarda, belki de insanlığın, henüz daha insanlıklarını bilmediği devirlerde, hissedilmiş ve duyulmuş hayallerden başka bir şey değil idiler. Yukarıdaki açıklamaları yapmakla,”Oğuz Kağan Destanı” nın, kesin olarak Freud’un nazariyesine göre düzenlenmiş olduğunu, söylemek istemiyoruz. Ama Türk Mitolojisine benzer, daha başka mitolojiler de vardır. Bu motifler, Avrupalı’lar tarafından yüzyıllar boyunca işlenmiş ve bir açıklanma yoluna doğru gidilmiştir. Türk Mitolojisi ise, hiç el atılmamış, üzerinde düşünülmemiş ve hatta birçoklarımızın, varlığına bile inanmadığımız bir konudur. Bunun içindir ki, bizden önce söylenmiş ve görülmüş gerçekleri de gözönünde tutarak, kendimize bir metod ve ışık aramak zorundayız.”, insanlığın hayalinde yaşamış, çok eski şuuraltı ‘kisleri idiler.
Türk mitolojisinde, “Türk töresi” ne uymadığı gerekçesi ile, baba öldürme olayları yer alıyorlardı”:
Ortaasya’da söylene gelen efsanelerde büyük kahramanlara, insan üstü hususiyetler verilmek istenmişti. Oğuz Kağan Destanında da, bunun örneklerini pek çok görüyoruz. “Oğuz’un ayağı, ayı ayağı gibi; bileği ise, kurt bileğine benziyordu. Vucûdu, baştan aşağıya tüylerle örtülü idi. Annesinden doğar doğmaz, memeyi ağzına bir defa almış ve sütten bir yudum içtikten sonra da, annesine bir daha yanaşmamıştı. “Çiğ et yiyip, kımız istemeğe başlamıştı”. Aşağıda da söyleyeceğimiz gibi, “Türkler çiğ et yemezlerdi”. Ama korkunç bir kahraman, onlara göre, çiğ et de yiyebilirdi. Çünkü O, o kadar korkunç ve o kadar bahadır bir kimse idi:
“Korkunç bir hakan olsun, çok büyük bir han olsun, “Babasını öldürsün, Türk Töresi korunsun”.
Ortaasya efsanelerinde, “Manas Han’ın oğlu Semetey doğmuş ve epeyde büyümüştü. Ama ona hiç kimse bir ad bulamamıştı. Günün birinde yurtta, ansızın “Gök sakallı ” bir ihtiyar peyda olmuş ve Semetey-Han’ı kucağına alarak, O’na Semetey adını vermişti. Bundan sonra da bir şiir okumağa başlamıştı. Bu şiirin başında, “Semetey öyle büyük, öyle korkunç bir bahadır olacak ki, babasını bile öldürecek” diye söze başlanıyordu. Bu da, büyük bahadırlığın, bir hususiyeti idi. Çünkü, büyük bir kahraman gerekirse, babasına bile acımazdı ve öyle olması lazımdı. Ama, Türk Mitolojisinde çok önemli bir nokta vardır. Bunu da, hiçbir zaman unutmamamız lazımdır: “Ne Oğuz Kağan ve ne de Mete, kendi öz ihtirasları için babalarını öldürmemişlerdi”. Babalarının öldürüşlerinin tek sebebi, onların “Türk töresine uymamış ve riayet etmemiş olmaları” idi. Çünkü Türk töresine göre taht, Mete’nin hakkı idi. Kendisi Baş-Hatun’dan, yani hükümdarın en asil hatunundan doğmuştu. Eski Türk töresine göre hükümdarlık, ancak onun hakkı olabilirdi. Halbuki, Mete’nin babasının yeni bir cariyesi araya girmişti. Babası zayıftı. Kadının tesirinde kalıyordu, “Töreyi unutuyor” ve asil olmayan bir çocuğu, onun yerine geçirmek istiyordu. Göktürk tarihinde, bunun örnekleri çoktur: Üçüncü Göktürk Kağanı Mohan Kağan’ın, çok değerli bir oğlu vardı. Savaşçılığı ve idaresi ile, Türkler arasında büyük bir ün yapmıştı. Ama annesi, birinci hatun değildi. Onun annesi de asil idi ama; asillik derecesi bir kağan doğurmak için yeterli görülmüyordu. Bu sebeple, Mohan Kağan’ın vasiyeti üzerine, kendi oğlu hükümdar olamamış ve yerine küçük kardeşi geçmişti. Hatta Mohan Kağan: Bir evl’tla baba arasındaki bağ, hiçbir şeyle mukayese edilemez. Ama ne yapayım ki aramızda bir de töre var”, şeklinde konuşmak zorunda kalmıştı.
“Oğul ile babanın, arasına girilmez,”Mayasıdır Hakanın, Türk Töresi geçilmez!”
Oğuz-Han’da babasını öldürmüştü. Türk cemiyeti, Oğuz-Han’ın babasını öldürmesini, doğru ve töreye uygun bir hareket olarak görüyordu. Çünkü babası, Hak dinini kabul etmemiş ve Tanrı yoluna girmemişti. Hatta Oğuz-Kağan destanları, Kara-Han’ın kendi oğlu Oğuz-Kağan tarafından öldürüldüğünü de söylemiyorlardı. Kara-Han, bilinmeyen bir yerden gelen, bir kılıç darbesi ile ölmüştü. Bazıları da, “Kimin attığı bilinmeyen bir ok Kara-Han’ın hayatına son vermiştir”, diyorlardı. Bütün bu sözleri altında yatan, bir istek ve bir eğilim görülüyordu. “Kara-Han’ı, oğlu Oğuz Kağan değil; yine Tanrı öldümüştü”. Kimden geldiği bilinmeyen bu kılıç darbesi veya ok, Tanrı tarafından atılmış ve Kara-Han da, bu yolla cezalandırılmıştı. Türk destanlarının hiçbiri, Oğuz Han’ın elini, baba kanına bulandırmıyorlardı. Mete’de öyle idi. Mete’nin bizzat kendisi, babasını öldürmemişti. Türklerde ordu, bir milletin sembolü ve gerçek varlığı idi. Mete’nin babasını öldüren oklar, ordu tarafından atılmıştı. Tuman-Han, binlerce ve hatta onbinlerce ok ile ölmüştü. Mete’nin babası, bütün bir milletin okları ile cezalandırılmış ve bu yolla da töre, yerine getirilmişti.
“Mete ile Oğuz’un, babaları yanılmış,”Tanrı vermiş cezayı, oğul yaptı sanılmış !”
http://www.bilinmeyenturktarihi.com/tag/metehan-efsanesi

Büyük Hun İmparatorluğu hâkanı. Orta Asya”da yaşayan Hunların, bilinen ilk Yabgusu Tuman”ın (Teoman) oğludur. Mîlâddan önce üçüncü yüzyılın ortalarında doğdu. Çocukluğundan itibâren iyi bir komutan ve savaşçı olarak yetiştirildi. Adı sonradan konuldu. Adı, Çin kaynaklarında yazıldığı gibi olup, Çin dil bilimcileri (sinologlar), “Motun, Maoton, Modok, Mado, Mode, Mete” olarak okumuşlardır. Umûmî Türk târihi bilginleri; bu bakımdan adının; Çinlilerin Türkçe adları kaydetmek usûlünden, “Batur, Bağatur, Bahadır” olması gerektiği îzâhatını yaparlar.
Mete, Tuman Yabgu”nun büyük oğlu olduğu için, Hun veliahtı idi. Ancak, Mete”nin üvey annesi, kendi oğlunu Hun hükümdârı yapmak için Tuman Yabgu”yu kandırdı. O çağlarda Orta Asya”da güçlü kavimler, karşılıklı olarak birbirlerine, zayıf kavimler de güçlü kavimlere rehineler gönderirlerdi. Bu bir nevi saldırmazlık antlaşmasıydı. Tuman da oğlu Mete”yi batı komşusu Yüeçiler”e rehine olarak gönderdi. Sonra misilleme yoluyla oğlunun Yüeçiler tarafından öldürülmesi düşüncesiyle, âniden bu güçlü komşularına savaş îlân etti. Fakat, Mete, Yüeçilerin elinden kurtulmayı ve babasının yanına dönmeyi başardı. Tuman, ona on bin kişilik bir birlik verdi. Mete, demir disiplin altında eğittiği bu tümene, bir sürek avı sırasında babasını öldürterek tahta geçti (M.Ö. 209).

Mete, ikinci seferini, Hunluları iktisâdî yönden güçlendirmek için; Doğu”yu Batı”ya bağlayan İpek Yolu”nu elde etme gâyesiyle Yüeçiler üzerine yaptı ve onları yendi. Hâkimiyetini kuvvetlendirmek için Türk kabîlelerini tek bayrak altında birleştirmeye teşebbüs edip, muvaffak oldu.
Mete, kendisine râkip olabilecek kişilerden kurtulduktan ve devlet içerisinde âsâyişi sağladıktan sonra, tahta çıkış törenini icrâ ettirerek “Şanyu” unvânını aldı. Hun tahtına genç ve tecrübesiz bir hakanın çıktığını gören Moğol Tung-hu”lar, bu fırsattan istifâde etmek istediler. Mete”den, önce hızlı koşan atını ve sonra da hanımlarından birini istediler. Mete, devlet adamlarının karşı çıkmasına rağmen, bu istekleri yerine getirdi. Tung-hu hükümdârı, bu defâ da iki devlet arasında boş bulunan toprak parçasının kendisine verilmesini istedi. Mete, bu talebi de Devlet Meclisinde müşâhede ettirdi. Bâzı üyeler, at ve kadın verilmişken böyle bir toprak parçasının önemi olmayacağını söyleyerek, vermeye râzı oldular. Fakat Mete, toprağın devletin esâsı olduğunu, topraksız devlet olamayacağını söyleyerek, verelim, diyenlerin başlarını vurdurdu. Kararlı bir şekilde ordusunu alarak doğuya doğru sefere çıktı. Tung-hu”ları müthiş bir yenilgiye uğrattı. Reislerini öldürdü. Moğol Tung-hu”ların bir daha kendilerine gelemediği bu zaferden sonra, Hun sınırları doğuda Moğolistan”ın doğusuna kadar genişledi.

M.Ö. 201″de Hun Devletini iyice kuvvetlendirince, üç yüz bin atlı ile Doğu komşusu Çin”e sefer açtı. Çin İmparatorunu Bağ Teng Dağında kuşattı. Atları, Türklerin dört renk, dört yön usûlünce cepheye alıp; yağızları (kara) kuzeye, doruları (al, kırmızı) güneye, bozları batıya, kırları doğuya yerleştirdi. Çinliler, sayıca Hunlardan çok fazla olduklarından kesin netice alınamadı. Hâtununun “Çin alınamaz, alınsa bile idâre edilemez” sözü üzerine, diplomatik münâsebetlerde bulundu. Çin İmparatoru ile anlaşıp, kuşatmayı kaldırdı. M.Ö. 198 yılındaki Türk-Çin Antlaşması süresiz olup, Çin Seddi hudut kesilerek, Çin haraca bağlandı. Mete, düşmanları olan Moğollar ile Çinlileri mağlup ederek, hudutları emniyet altına aldıktan sonra, Türkleri iktisâdî yönden güçlendirmek istedi. Türkistan”daki büyük ticâret ve tarım merkezlerine hâkim oldu. Türkleri, siyâsî yönden birleştirip, bir bayrak altında topladı. Hun Devletini teşkilâtlandırdı. Türk ordusunu onlu sisteme göre, onlu, yüzlü, binli, on binli bölümlere ayırarak, onbaşı, yüzbaşı, binbaşı, tümenbaşı, rütbelerinde kumandanlar tâyin etti. Hudutların emniyetini sağlayıp, fetihlerinin yanında devleti de teşkilâtlandırdıktan sonra; Mîlâttan önce 174 yılında öldü. Yerine, Çin kaynaklarında adı “Ki-yo” olarak bilinen oğlu, Gökhan geçti.

http://www.bilgicik.com/yazi/mete-han-turk-kaganlari-ve-sultanlari/

Mete
Mete veya Mao-tun
Hüküm süresi      MÖ 209–MÖ 174
Önce gelen Teoman
Oğlu, Lao-Şang
Sonra gelen         Oğlu, Lao-Şang
Doğum tarihi        MÖ 234
Ölüm tarihi MÖ 174
Babası        Teoman
Mete veya Mao-tun (Çince: 冒頓單于 pinyin: Mòdú chānyú; MÖ 234 - MÖ 174), MÖ 209-MÖ 174 arasındaki Türk-Hun (Hiung-nu) hükümdarıdır.[1][2][3][4] Oğuz Kağan Destanı'ndaki Oğuz Kağan ile aynı kişi olduğu düşünülmektedir.
Metehan'ın Tahta çıkışı
Çin kaynaklarında anlatılan bir olaya göre, Asya Hun imparatorluğu'nun kurucusu olan Teoman, oğlu Metehan'ın kendisi yerine üvey annesi Yenşi'nin oğlunu tahta çıkarmak istedi. Törelerine göre Türk hatundan olan, has bir Türk'ün tahta geçmesi gerekiyordu. Metehan'ın Üvey Annesi Çinliydi. Yani Çinli kadından olan erkek çocuk tahta geçemezdi. Bu durumdan dolayı üvey annesi Metehan'ın babasını doldurdu ve Mete'yi komşu kavim olan Yüeçiler'e (Yuezhi) rehin olarak gönderdi. Babası, ardından Yuezhi'lere savaş ilan ederek Mete'yi öldürtmek istedi. Mete, babası Teoman Yuezhi'lerin topraklarına girmeden Yuezhi'lerin elinden kaçtı. Babası bu kadar zorlukları atlatmasının ardından hakkını vermek için emrine on bin çadırlık bir birlik verdi. Sonunda da Mete öz babasını, üvey annesi ve kardeşlerini öldürüp kağan oldu (MÖ 209)
Ok hikâyesi
Daha sonra pek çok göçebe kavimin kullandığı çavuş oku adı verilen ıslıklı okun mucidinin Mete olduğu kabul edilir. Çin kaynaklarına göre eğer okunu bir yöne yöneltirse emrindeki askerlerin hepsi o hedefe ok atarak hemen yok ederdi. Bir gün okunu en sevdiği atına çevirdi. Askerlerinden bazıları tereddüt etti. Bunun üzerine okunu sırayla tereddüt edenlerin üzerine çevirdi. Atına ok atmakta tereddüt eden askerlerinin hepsi atılan oklarla öldürüldü. Böylece küçüklükten beri oynadığı okunu hedefe çevirme oyunu emirlerinin tartışılmazlığını da perçinledi. Bir gün emrinde demir disiplini ile yetiştirdiği 10 bin askeri varken okunu ava çıkan babasının üzerine çevirdiğinde askerlerinden hiçbiri tereddüt etmemişti.[5]
Hun'un (Hiung-nu) yükselişi
Ana madde: Hiung-nu
Mete Önce Hunlardan toprak talebinde bulunan doğu komşuları Donghu üzerine yürüdü ve onları ağır bir yenilgiye uğrattı. Yapılan anlaşmada Donghular yıllık sığır, at ve deveden oluşan bir vergi ödemeyi kabul ettiler ve MÖ 208 yılında onları hakimiyetine aldı.
Donghu'yu yendikten sonra[6], Kuzey Moğolistan'da yaşayan Tunguz gibi halkları da içine kattı. MÖ 177-165 yılları arasında Hunların güney batısında, Tanrı Dağları ile Gansu arasında yaşayan Yüeçilein üzerine seferler düzenledi.[7] MÖ 203'te Yueçi'yi mağlup ederek kendi toprağına kattı.[2]
Ordos'da hakim olmaya çalışan Tahin Türklerini[kaynak belirtilmeli] yendi. Çin üzerine sürekli seferler düzenleyerek Sarı Irmak'ın güneyindeki kaleleri egemenliğine aldı. Bu zaferlerle, sonradan Hunlara büyük gelirler getirecek önemli ticari yollarının kontrolüne sahip oldu.[2]
Bölgede yaşayan Altay (Moğol, Tunguz ve Türk vb.) kavimlerini egemenliği altına alarak askeri ve stratejik olarak daha güçlü bir hale geldi.
MÖ 200'de Han Hanedanı imparatoru Gaozu'nun (Gao-Di) 320.000 kişilik ordusunu Baideng (bugünkü Datong, Şanşi)'de Peteng Kalesinde kuşattı. Gaozu (Gao-Di) Mete'nin eşine hediyeler gönderdi ve Mete'nin kuzey eyaletlerini Hunlara bırakma ve yıllık vergi ödeme gibi bütün şartlarını kabul etti ve kuşatmadan çıkmasına müsade edildi.[3] Gaozu payitahtı Çang'an(bugünkü Şian)'a dönebildiyse de Mete arada bir Han'ın kuzey sınırını tehdit etmiş ve nihayet MÖ 198'de Gaozu barış istemiş ve Han'ın prensesini Tanhu'nun eşi olması ve yıllık haraç ödemesi şartlarıyla antlaşması imzalanmıştır.
Han Hanedanıyla akrabalık
Qin ve Chu ile yıllar süren mücadelenin ardından Han imparatoru olan Liu Bang (Gaozu), Baideng'da Mete karşısında zor duruma düşünce, yorgun ordusunun Hunlarla baş edemeyeceğini farketmişti. Akrabalık () ilişkisi kurmak amacıyla, bir prensesi yüklüce hediyeyle birlikte Hun sarayına gönderdi.
Liu Bang MÖ 195'te ölür, karısı Lü Hou imparatoriçe olur. MÖ 192'de Mete Lü Hou'ya mektup göndererek kaba bir üslupla evlenme teklif eder. Ülkesinin içinde bulunduğu koşullarda Hunlarla bir çatışmayı göze alamayan imparatoriçe, uğradığı saygısızlığa karşın bir mektup yazarak Mete'ye bir prenses gönderir. Çin kaynaklarına göre, Lü Hou'nun davranışı karşısında pişman olan Mete, imparatoriçeden bir mektupla özür dilemiştir.
Çin savaşından sonra, Mete,Yüzehi ve Wusun'u Hun'un köleleri olmaya zorladı.
Saltanatı boyunca çoğu halklar Hun idaresi altına girdi. Onların tümünü, steplerin bütün göçebe atlı okçularını bir imparatorluk altında birleştirdi. Göçebe tebaalarından başka Mete ayrıca Tarım Havzası'nda kendisine bağlılık yemini eden vaha şehir devletleri kurdu. Onun hem askeri hem de idari yapılanması sonradan birçok merkezi Asya halklarında ve devletlerinde uygulandı.
Bölgesinde askeri gücü ile korku saldı. Savaş taktikleri ve askeri disiplini sayesinde Çin İmparatorluğu'nu ve çevre kavimlerle yaptığı savaşları kazandı. Ordusu savaş zamanında toplanan sivillerden oluşmuyordu. Onun yerine sürekli eğitimli ve savaşa hazır halde bulunan profesyonel askerlerden oluşmaktaydı. Hakim olduğu bölgelerdeki geniş tahıl ve yiyecek kaynakları ile ordusunu ayakta tutabiliyordu.[2]
Mete, MÖ 174 yılında öldüğünde, birçok kavimleri çatısı altında birleştiren büyük bir imparatorluk geriye bıraktı. Bu imparatorluk yaklaşık 18 milyon km2 büyüklüğe sahipti. İmparatorluğunun sınırları doğudan batıya Japon Denizi'nden İdil Nehrine ve kuzeyden güneye Sibirya'dan Tibet ve Keşmir'e uzanıyordu. Hunların karşılarında bulunan tek düzenli ve güçlü kuvvet olan Çin ordusunun, iç karışıklıklar nedeniyle idari zaafiyet içinde olması Mete'nin devletini kolayca büyütmesine sebep gösterilir. [2][3][4]
Kültüre yaptığı etkiler
Yaygın kitle eğlence sektöründe Çin efsanelerinde geçen acımasız ve disiplinli komutan olarak tasvir edilen karakterlere, Modu, Şanyu gibi Mete'nin isimleri verilmiş ve bu yapıtlara Mete'nin Çin kaynaklarında geçen hayat hikâyesinden kesitler aktarılmıştır.
Oğuz Kağan efsanesi
Ana madde: Oğuz Kağan Destanı
Türk destanlarında Çin ve Hindistan fetihlerinde söz edilen Oğuz Kağan'ın Mete olduğu sanılmaktadır. Destanda anlatılan Oğuz Kağan ile Mete'nin hayat hikâyesinde birçok benzerlikler bulunmaktadır. hayat hikâyesinin Oğuz Kağan efsanesinin tarihi temelini oluşturduğuna inanılır.[2][3][4]

Türk Kara Kuvvetleri'nin kuruluşu
Ana madde: Türk Kara Kuvvetleri#Sembolik kuruluşu ve amblemi
Türk Kara Kuvvetleri'nin kuruluş tarihi 1363 yılı olarak kabul edilmekteydi. Nihal Atsız 1963 ve 1973'te Türkiye Kara ordusunun kuruluş tarihinin Mete'nin tahta geçtiği MÖ 209 olması gerektiğini yazmıştır.[8][9]Atsız'ın görüşlerini benimseyen Yılmaz Öztuna da 1968'de Cemal Tural'a Türk Kara Kuvvetleri'nin kuruluş tarihinin MÖ 209 olması teklifini yaptı.[10] Sonraları, K.K.K kuruluş tarihi MÖ 209 olarak değiştirildi.
Mulan çizgi filmi
Ana madde: Mulan
Çin halk destanlarında Göktürk'lere karşı yapılan savaşa katıldığı sanılan Hua Mulan adlı kadın karakterinden esinlenen Disney'in Mulan çizgi filminde Çin seddi'ni aşarak Han Hanedanı'na saldıran acımasız "Hun" reisi "Şan-Yu"'nun motifi Mete'den alınmıştır.

Ayrıca bakınız
Konuyla ilgili diğer sayfalar:
Wikiquote-logo.svg   
Vikisöz'de Mete ile ilgili alıntılar bulunmaktadır.
Teoman
Hiung-nu (Büyük Hun İmparatorluğu)
Ön Türkler
Baideng Muharebesi

Kaynaklar
"Central Asian arts, Mongolian Huns". Encyclopædia Britannica. Erişim tarihi: 11 Haziran 2008.
a b c d e f Ana Britaannica, Mete maddesi. Ana. 1986. "Hun hükümdarı"
a b c d Meydan Larousse, Mete maddesi. Meydan yayıncılık. 1970. "Büyük Türk - Hun İmparatoru"
a b c Büyük Larousse, Mete maddesi. İnterpres. 1986. "Hun İmparatoru, Hun Hakanı Tuman(Teoman)'ın büyük oğlu"
s:zh:史記/110 (6. paragrafı)
Sien Pi ile Wuhuan'ın Donghu kökenli olduğuna dair tez <!-hangi tez--> <!-L.N. GUMILEV; Hunlar-->mevcuttur
Roux, Jean Paul (1984). Türklerin Tarihi (Historie des Turks). Ad. ISBN 975-506-018-9. "Batıda Yüeçiler ile çatışarak onları 177-176 ve 174-165 yılları arasında yapıldığı sanılan iki sefer ile Kansudan(Gansu)kovdular. Heredot'a göre İskitlerden bile bilinen bir geleneğe uyarak savaşta yendikleri kralların kafatasını kadeh olarak kullandılar (MÖ 165)"
Nihal Atsız, 'Türk Kara Ordusu Ne Zaman Kuruldu?', Orkun, Sayı: 18 (15 Temmuz 1963)
Nihal Atsız, 'Türk Karaordusunun Kuruluşu Meselesi', Ötüken, Sayı: 4 (1973)
Yılmaz Öztuna, 'Türk Ordusu 605 yıl önce kurulmadı', Hayat Tarih Mecmuası, Sayı: 8 (Ekim 1968)

Dış bağlantılar
Sima Qian, "Büyük Vak'a-Nüvis" Kitabı, C.110, "Hiung-nu" 50 司馬遷, 史記 (太史公書) 卷一百十 匈奴列傳第五十 (Vikikaynak)
Gan Gu, "Qian Han" Kibabı, C.94 "Hiung-nu" 64 班固, 前漢書 卷九十四 匈奴傳第六十四 (Vikikaynak)

Kaynak: http://tr.wikipedia.org/wiki/Mete