7 Aralık 2015 Pazartesi

Ubeydullah Efendi

Mehmet Ubeydullah Hatipoğlu

Mehmet Ubeydullah Efendi (Hatipoğlu) (Kitaplarında kullandığı kısa ismiyle Ubeydullah Efendi, Soyadı Kanunu sonrasında Mehmet Ubeydullah HatipoğluJön Türkler arasında, II. Meşrutiyet döneminde ve TBMM'nin ilk yıllarında renkli kişiliği ile dikkati çekmiş bir siyasetçi ve özellikle Amerika hatıraları ile tanınan bir yazardır.
1858’de İzmir’de doğdu. Babası İzmir’in ünlü Hatipoğulları sülalesinden alim bir kişi olan Hoca Şakir Efendi’dir. Annesi ise İzmir’in tanınmış ailelerinden Musulluzadeler’dendir. Bektaşi geleneği içinde yer aldıkları bilinen köklü ve kültürlü bir aileden gelmektedir. Anılarında yazdığına göre, evlerinde babasının iki-üç bin cilt, annesinin ise elli cilt kitabı bulunuyordu. Çeşitlimedrese lerden icazet aldıktan sonra bir süre Tıbbiye’de okudu. II. Abdülhamit döneminde siyasi suçlu sıfatıyla hakkında sürgün kararı çıkmasından sonra önce Avrupa’ya, oradan Amerika’ya gitti. II. Meşrutiyet’te yurda dönerek Meclisi Mebusan’nda Aydın milletvekilliği yaptı. Mütareke günlerinde Malta sürgünleri arasındaydı. TBMM 4. Dönem ve TBMM 5. Dönem’de Beyazıt milletvekili oldu. Kalender ve esprili söz ve tavırlarıyla meclisin havasını değiştirebilen bir kişiliğe sahipti.
Ruhen hem sarıklı-cübbeli hem de bir Jön Türk'tü. Onun çelişkilerle dolu kişiliği, Jön Türkler'in türdeşlikten ne kadar uzak oldukları hakkında fikir vericidir. II. Abdülhamid, Ubeydullah Efendi'yi (bugünkü Libya'nın güneyinde, Büyük Sahra'da bulunan)Fizan'a sürmüş, İttihat ve Terrakki ise II. Meşrutiyet'te üç defa mebus seçtirmişti. Ancak, ayrıca hapse de girdiği ("Sultan Hamid devrinde bir buçuk sene hapis, beş bucuk sene nefiy, on sene kaçak olduğumuz için tecrübe-i didegandan sayılıyoruz") II. Abdülhamit döneminde sultana jurnaller verdiği, İttihatçılar ı kıyasıya eleştirdiği de bilinmektedir. Mütareke'de iki kere tutuklanmış, sonra da Malta'ya sürülmüş, Cumhuriyet'te 1931 ve 1935'te, CHP'nin Beyazıt (Doğubayazıt) milletvekilliğinde bulunmuş, sonra da Beyoğlu'nda Evlendirme Memuru olmuştur.
I. Dünya Savaşı esnasında Teşkilat-ı Mahsusa için çalıştığı dönem ayrı bir ilginçliktir. Afgan Müslümanlar ının İngilizler e karşı kışkırtılması planları çerçevesinde, Enver Paşa, belki İngilizleri şaşırtmak, belki de ileride Afgan Emiri ile Almanlardan ayrı olarak bir ittifak sağlamak düşüncesiyle, Kabil sefiri olarak tayin ettiği Rauf Bey (Rauf Orbay) heyetinin yanı sıra bir başka heyeti de Ubeydullah Efendi başkanlığında Afganistan'a yola çıkarmıştı. İki heyetin birbirinden haberi yoktu. Aydın Mebusu veMerdivenköy Bektaşi Tekkesi şeyhi olan Ubeydullah Efendi'nin İran-Afganistan yolculuğu çok renkli geçti. Ubeydullah Efendi'nin kurmay başkanı Teşkilat-ı Mahsusa'dan eski Basra Valisi Süleyman Şefik Paşa, heyetin askeri doktoru ise Fahri Kutlar'dı. 8 Nisan 1915'de başlayan Afganistan yolculuğu Ubeydullah Efendi'nin 24 Ağustos 1918'de İngilizler tarafından Kabil'e ulaşamadan Tahran'da tutuklanmasıyla sona erdi. İstanbul'a geri götürülerek hapsedilen Ubeydullah Efendi, 1919'da serbest bırakıldı. 1920'de yeniden tutuklanarak Malta'ya gönderildi.
Son yıllarında Beyoğlu Evlendirme Dairesi'nde nikah memurluğu yapan Mehmet Ubeydullah Efendi’nin 80 yıllık yaşamı tam anlamıyla bir maceraydı. Eski milletvekili, gezgin ve yazar Ubeydullah Efendi 11 Ağustos 1937’de öldü. Cenazesi Zincirlikuyu Mezarlığı’na, çok sevdiği dostu şair Abdülhak Hamit Tarhan’ın yanına gömüldü.
Ubeydullah Efendi Türkiye Cumhuriyeti'nin çağdaş temellere dayalı hukukunun kurucusu Mahmut Esat Bozkurt'un dayısıdır.

Eserleri ve hakkında yazılanlar



Türk Milletinin En Büyük İstihbaratçılarından: Ubeydullah Efendi!

Türk Milletinin tarih denilen sahnede, bu kadar uzun kalması ile ilgili olarak pek çok sebep sayılabilir.  

Bu sebeplerden belki de en önemlisi; Allah için, Vatan için, Millet için "kendini adayanların/kurban edenlerin" diğer milletlerden daha fazla olması. 
Bizim "Delimiz" çoktur.  Hani derler ya; "deli olunmadan veli olunmaz" diye. Bu delilik bazen öyle bir şey... 

Tarih'e adını altı harflerle yazdırmış nice 'bilinen' kahramanımız var. Bunun yanında nice kahramanımızda var ki, 'hiç bilinmeden' ebedi âleme göçmüşlerdir. Vazifelerini yapmışlar ve terk-i dünya etmişlerdir.
Vazife adamıydılar onlar… 
Tarihin bilinen her döneminde var olmamız bu "kendi adayan adamların"çokluğudur, dedik. 

Şimdi bu kendini adamış adamlardan birini sizlerle tanıştıracağım. Bu tanıtmayı elbette akademik bir çalışma olarak  sizlere sunmayacağım.  Allah'a şükür ki bu güzel insanla ilgili son yıllarda 3-4 kitap çıktı.  Akademik olarak onlara bakılabilir. Ama son yayınlanan bu çalışmalar bile  bu büyük insanları anlatmaya ve tanıtmaya yetmez. Batı'da olsa bu güzel insanın onlarca filmi yapılırdı. (Ubeydullah Efendi'nin sadece Amerika seyahati bile başlı başına bir film konusu.)
Baş döndürücü bir hayat… Günümüz insanları,  bugünkü teknik imkânlarla bile bu vazife adamını takip etmekte zorlanır. Bugün biz, o güzel insanın ayak bastığı yerleri, günümüz ulaşım imkânlarına rağmen, takip etmekten yorgun düşeriz. 

Dolaştığı yerlerden birkaçını saymama izin verin lütfen: "İstanbul, Hicaz, Mısır, Paris, Şam, Midilli, Rodos, Sofya, Londra, İtalya, ABD, Afganistan, Küba, İran, Taif, Yemen, Bombay, Malta, Berlin…." Hatırlayabildiklerim bunlar. Yani Dünyanın dört bir yanına ayak basmış Ubeydullah Efendi. Sonuçta 1858-1937 yıllarında yaşamış birinden söz ediyoruz. 

Adanmış bir ömür… Allah'a, Vatana, Millete adanmış bir ömür…Vazifesini yaptı ve gitti…      
Az önce dediğim gibi iyi ki bu güzel insan ile ilgili birkaç çalışma yapıldı. Bizde artık  bu vazife adamı kimdi, ne yapmak istiyordu, onu açıklayabiliriz. 

Ubeydullah Efendi ile ilgili olarak; hem yaşadığı dönemde hem de daha sonra hakkında yapılan çalışmalarda iş gelip bir nokta da düğümleniyor: Kimdi bu adam, ne yapmaya çalışıyordu? Gerçekten de "Yolsuz Yolcu" muydu? 
Bunca macera niye? Ne arıyordu? 

Evet Ubeydullah Efendi ile ilgili aranan sorunun cevabını artık verebiliriz. 
Mehmet Ubeydullah (Hatipoğlu) Efendi: Yüce Türk Devleti'nin en büyük istihbaratçılarından biriydi. 

İşte Ubeydullah Efendi ile ilgili  soruların cevabı bu. Taşların yerine oturmasını sağlayan cevap işte bu kısa açıklamada gizli. 
Bilinen büyük istihbaratçıların yanında bu Devlet'in yetiştirdiği ve  bilinmeyen nice büyük istihbaratçılarımız var.  İşte bunlardan biri de Mehmet Ubeydullah Efendi idi. 

Bu Millet, varlığını kesintisiz sürdürüyorsa, bu durum, Ubeydullah Efendilerin fedakarlıkları ile yakından ilgilidir.
Onun gibiler vazifelerini layıkıyla yaptılar… Hem de hangi şartlarda?  Sıfır ile yüz arası bir yaşam: Bir bakıyorsunuz açlık ile mücadele ediyor, sokaklarda yatıyor…Sonra bakıyorsunuz ki, en mükellef  kral sofralarında… Bazen hamal olarak karşımıza çıkıyor, bazen Devleti temsil eden bir diplomat. Bir bakıyorsunuz ki; hem Osmanlı hem de Türkiye Cumhuriyeti Mebusu olarak karşımızda. Özgürce dolaşıyorken, hapiste de buluyor kendini. Kimseye hesap vermeyen bir görüntüsü var.  

O güzel insanın hayatını ayrıntılı  bir şekilde o yayınlanmış eserlerden okuyabilirsiniz. Ben size kısaca anlatıyorum… 
Ubeydullah Efendi'nin hayatını okurken çelişkiler olduğunu hep göreceksiniz… Onun için; o günkü şartlarda, nasıl vazife yaptıklarına bakmak lazım. Onlar da insan; hataları, sevinçleri, üzüntüleri, günahları… Kimi zaman bir çocuk gibi karşımızda, kimi zaman bütün Dünyaya meydan okuyan bir EREN… Dikkat çekmek istediğim, onların da İNSAN olduğunu unutmamanız. Onlar vazifelerini yaparken, bazen vazifenin gerektirdiği  'rol' icabı bize ters gelen davranışları olabiliyor. Onlar, görevlerini en iyi şekilde yapmak için her şeylerini ortaya koydular…İsmail gibi taşın üstüne yatıp, boyunlarını  Allah, Vatan, Millet için uzattılar… 

Ubeydullah  Efendi'nin büyük bir istihbaratçı olduğunu bilmeyenler, onunla ilgili pek çok yorumlarda bulundular. 

Hatıratında Ali Kemal: "Ubeydullah muamma gibi bir adamdı. Nereden geliyordu, nereye gidiyordu? Ne yapmak istiyordu? Hasılı ne kudret-i ilmiyede ne fikirde idi? Bilinmezdi. Paris'te idi, ne için? İş için mi? Hayır! Tahsil için mi? Yine hayır! İrat, servet sahibi mi idi? Hayır! Nasıl yaşardı, anlaşılmazdı. Fakat yaşardı…." 
Mehmet Asım Us ise Ubeydullah Efendi için: "Yolsuz Yolcu" diyecek ve ekleyecekti; "O bir yolcu ise gideceği yolu evvelden keşfetmek mümkün değildir." Evet Mehmet Asım Us'un "Yolsuz Yolcu"  tanımlaması Ubeydullah Efendi için epeyce bir süre büyük kabul görecekti. 

Yukarıda da söylediğim gibi, Mehmet Ubeydullah Efendi'nin bu büyük vazifesinden haberi olmayanlar, kendilerine göre tanımlamalar yapmışlardır. 

Ahmet Muhtar Kevabi: "Bu adamın ne olduğunu hiç kimse anlamamıştır… Bu adamın ne olduğunu anlamak güçtür." Diyerek Ubeydullah Efendi ile ilgili kesin bir yargıya varamadıklarını  açıkça ifade etmektedir.  
Hikmet Feridun Es, Mehmet Ubeydullah Efendi için şöyle diyecekti: 

"O hakikaten de bin bir cephelidir. Bugün bakarsınız Buckingam Sarayı'nda imparatorla sohbet eder. Başka bir gün onu New York sokaklarında zeytinyağlı patlıcan dolması satarken görürsünüz. Küba'da sebze halinde zerzevatçıların hücumuna uğrar. Hamallık eder, günlerce aç olarak parklarda yatar. Bir müddet sonra bakarsınız ki büyük elçi olarak Afganistan'a giderken yirmi yedi bin kişi tarafından bir şehirde istikbal edilir ve o geçecek diye şerefine bütün dükkânlar, çarşılar kapanır. 
Hayal mahsulü romanların hiçbiri Ubeydullah Efendi'nin hayatı kadar renkle dolu değildir. Kendilerini uzun uzun dinlediğim en yakınlarına Ubeydullah Efendi şöyle derdi; 'Bakü'den Küba'ya kadar gezdim. İmparatorlardan, beynelmilel serserilere kadar herkesle görüştüm. Seksen senede sekiz yüz sene yaşadım! (...) Küba Çarşısı'nda köfte kızartıp sattığım zamanın zevkini krallarla konuşurken bile bulamadım.'"   

Gerçekten de onu anlamak güç:
Eğer vazifesini bilmiyorsanız…

Erol Elmas



UBEYDULLAH EFENDİ

(1858-1937)

Son dönem fikir ve siyaset adamlarından, maceraperest İttihatçı.

Hocazâde Mehmed Ubeydullah 10 Ocak 1858’de İzmir’de doğdu. Babası İzmir ulemâsından ve Hatiboğulları sülâlesinden Hoca Şâkir Efendi’dir. Çocukluğu ve gençliğinin ilk yılları İzmir’de geçti. On üç yaşında iken babası öldü. Rüşdiyenin ardından medreseye girdi; icâzet aldıktan sonra İstanbul’a giderek Mekteb-i Tıbbiyye’ye kaydoldu. Üç yıl devam eden tıbbiye öğrenimi sırasında Jön Türkler’le tanıştı ve ilk yazı tecrübesini kendi çıkardığı Hâver gazetesinde yayımladı (1884). Hâver’de kalem arkadaşları Menemenlizâde Tâhir, Beşir Fuad ve Küçük Azmi beylerdir. 1886-1888 yıllarını Paris’te geçirdi; Paris’e nasıl ve ne sebeple gittiği bilinmemektedir. Ahmet Bedevi Kuran, İttihat ve Terakkî Fırkası’na ilk katılanlardan biri olan Ubeydullah Efendi’nin tıbbiye çevresinde gelişmeye başlayan harekete dışarıdan katıldığını, Hilmi Ziya Ülken ise tıbbiyeli gençlerin Ubeydullah Efendi ile temasta bulunduklarını kaydeder. Bu yıllarda Ubeydullah Efendi Servet gazetesinde İngilizce, Arapça ve Farsça mütercimliği yaptı. Ardından devlet hizmetine girerek Şam’a tayin edildi ve burada II. Abdülhamid’e dil uzattığı gerekçesiyle on üç ay hapis cezasına çarptırıldı. Bir başka kaynakta Ubeydullah Efendi’nin tıbbiyeden ayrılışı siyasî suçlu sıfatıyla kovuşturulmasına bağlanırsa da bu zayıf bir rivayettir.

1893 başlarında İstanbul’a giden Ubeydullah Efendi, gazetelerin o günlerde Amerika’nın keşfinin 400. yılı münasebetiyle bahsettiği Chicago sergisini görmek için bir arayış içine girdi. Bu amaçla 50 altın tedarik ettikten sonra Fransa bandralı Paquet Kumpanyası vapuruna binerek 4 Nisan 1893’te İstanbul’dan ayrıldı; bu seyahati yaklaşık beş buçuk yıl sürdü. Onun seyahatini istibdat rejiminin baskısından kurtulmaktan ziyade macera arzusuyla izah etmek daha mâkul görünmektedir. Marsilya’da vapurdan inip trenle Paris’e gitti ve oradan Londra’ya geçti. Londra’da Osmanlı sefiri Abdülhak Hâmid ve Ali Ferruh beylerle görüşmesinin ardından Liverpool’dan Cermanik vapuruyla Amerika’ya hareket etti. Chicago sergisi 1 Mayıs 1893’te açıldığında Ubeydullah Efendi alanı dolduran on binlerce kişinin arasında bulunuyordu. Serginin açık kaldığı altı ay zarfında Süleyman b. Hattâr el-Bustânî ve sergi komiseri Hakkı Bey’in (sonradan sadrazam olan İbrâhim Hakkı Paşa) yardımıyla Chicago’da çıkarılması düşünülen Şikago Sergisi gazetesine girdi ve altı ay boyunca bu resimli gazeteyi çıkardı. Ubeydullah Efendi’nin Osmanlı Devleti’nin diplomat ve memurlarından bu kadar yakın ilgi görmesi de vatanını siyasî sebeplerle terkettiği yolundaki iddiayı çürütmektedir. Serginin kapanmasının ardından 1893 sonlarında New York’ta bir lokanta işletmeye kalkışan Ubeydullah Efendi, on beş günlük bir tecrübeyi zararla kapatınca bu defa Washington’da açılan şekerleme ürünleri sergisine katıldı. Burada bir Âzerî’nin New York’ta imal ettiği keten helvası ve lokum gibi ürünleri satıp ticarete başladı; ardından Pittsburg ve Cincinnati şehirlerinde aynı işi sürdürdü. Bu arada Meksika ve Küba’ya geçti. Burada yaldızlı tellerden bilezik gibi basit takılar yaparak pazarlarda işporta tezgâhında satmaya çalıştı. Kendi ifadesine göre Amerika’da iki buçuk yıl kalan Ubeydullah Efendi 1895 yılının sonlarında oradan ayrılıp İngiltere’nin Liverpool şehrine geldi. Altı ay kadar kaldığı bu şehirde Din ve Dünya adlı risâlesini neşretti (10 Haziran 1896). Bu risâlede şer‘î düzen yerine ikame edilen ve devrin aydınlarınca kendisinden çok şey beklenen Kānûn-ı Esâsî’yi eleştirdi. Liverpool’da geçirdiği günleri yazılarında “şimdiye kadar geçen ömrümün en güzel hâtıralarını hâvi kısım” diye nitelendirmiştir. Bu şehirde Cem‘iyyet-i İslâm adlı kuruluşa devam etti ve muhtemelen Hintli bir müslüman olan Abdullah Guvilyam’ın Hilâl gazetesine yazılar yazdı. Kalküta’da neşredilen Cebel-i Metîn adlı gazetede Madraslı bir papazın iddialarına cevaben Akıl yahut Âhir Zaman Peygamberi adıyla bir risâle kaleme aldı (1897).

1897 yılı ortalarında Ubeydullah Efendi üçüncü defa Paris’tedir. Paris’teki Osmanlı Sefâreti’nin yazışmalarından onun İstanbul’a dönüş için çareler aradığı anlaşılmaktadır. Paris büyükelçisi Sâlih Münir Bey’den dönüş parası alarak Sofya üzerinden İstanbul’a doğru yola çıktı ve bazı sebeplerle uzunca bir süre Filibe’de kaldı. O tarihlerde Osmanlı Devleti’ne bağlı prenslik statüsü taşıyan Bulgaristan, hem İstanbul’a yakın olmak hem de Abdülhamid yönetiminin etkisinden uzak kalmak isteyen Ubeydullah Efendi için uygun bir ortam oldu. Sofya ve Filibe’de basılan Türkçe gazeteler sansür dışında kalıp İstanbul’a rahatça sokulabilmekteydi. Ubeydullah Efendi burada İbrâhim Nazmi, Kurrezâde Mehmed ve İmam Mehmed İzzet’le birlikte bir şirket kurarak kitap neşrine başladı ve 1898 yılı başında Doğru Yol adıyla bir gazete çıkardı, ancak gazete kendi ifadesine göre üç sayı yayımlanabildi. Gazetede İstanbul’un öfkesini celbedecek bir neşriyat yapmadığı bir yıl sonra İstanbul’a geçmesinden anlaşılmaktadır. Ubeydullah Efendi maceraperest tabiatının sevkiyle, bu defa Güney Afrika’da Transvaal bölgesinde İngilizler’in Boerler karşısında zafer kazanması üzerine bazı Türk aydınlarıyla birlikte İngiliz Büyükelçiliği’ne giderek tebriklerini sundu, hatta kraliçeye telgraf çekip İngiltere’ye karşı duydukları sempatiyi dile getirdiler. Fakat bu hareketi yönetim tarafından hoş karşılanmadı ve Hüseyin Siret, İsmâil Safa gibi arkadaşlarıyla beraber sürgüne gönderildi. XX. asrın ilk yıllarını Tâif’te geçiren Ubeydullah Efendi 1905’te Cidde Limanı’ndan bir vapurla Mısır’a kaçtı; burada eski dostları Ahmet Kemal (Akünal), Hüseyin Siret ve daha sonraları Abdullah Cevdet’le buluştu. Onun Abdullah Cevdet’le dostluğunun eskiye dayandığı anlaşılmaktadır. Ubeydullah Efendi ilk iş olarak Geçit isimli bir risâle neşretti. Bu risâlede II. Abdülhamid’in cuma selâmlığında suikasta uğramasından söz edilerek bombayı cesaretsiz Jön Türkler’in değil Ermeniler’in atmış olabileceği ileri sürülmektedir. Fakat Mısır’da yaşayan Jön Türkler Uçurum adlı risâlede bu iddiayı reddetmişlerdir. Ubeydullah Efendi, bu arada Filibe’de yayımladığı Doğru Yol’u yeniden çıkarmak istediyse de bundan Doğru Yol değil Doğru Söz adlı gazete doğdu. Bu arada Refik Bey el-Azm’ın Kıvâm-ı İslâm adlı eserini Türkçe’ye tercüme etti. 1324 Ramazanında (1906) Mısır’da basılan eser için uzunca bir mukaddime yazdı ve İslâm’ın günlük meselelerini tartıştı.

Daha sonra Avrupa’ya geçen Ubeydullah Efendi’nin 1908 Temmuzunda Berlin’de olduğu bilinmektedir. Meşrutiyet’in ilânı üzerine hemen İstanbul’a dönerek Osmanlı Meclis-i Meb‘ûsanı’na Aydın’dan mebus seçildi. 1909’da İngiltere’ye resmî bir ziyarette bulunan Talat Paşa başkanlığındaki parlamento heyetinde yer aldı. İttihat ve Terakkî Fırkası siyasetinin yürütülmesi amacıyla kurulan el-ǾArab gazetesini neşretti ve 1910 yılında kaleme aldığı Islâh-ı Medâris-i Kadîme ile dönemin önemli gündem konusu olan medreselerle ilgili tartışmalara katıldı. 1912 seçimlerinden önce Kime Rey Verelim? adıyla bir risâle yazarak İttihat ve Terakkî’nin propagandasını yaptı, Anadolu’da seçim çalışmalarına fiilen katıldı ve bu yüzden muhaliflerin tenkitlerine hedef oldu. Tarihe “sopalı seçimler” diye geçen 1912 seçimlerinde İçel’den mebus seçildi. Birkaç ay çalışabilen bu meclisin feshinden sonra 14 Mayıs 1914’te bu defa İzmir mebusu olarak meclise girdi. Ubeydullah Efendi’nin bu iki seçim arasında geçen bir buçuk yıl zarfında İstanbul’da bulunduğu sanılmaktadır. 1912 yılı sonlarında Karadağ savaşı münasebetiyle dârülfünun talebelerinin hükümet aleyhine düzenlediği protestolardan sorumlu tutularak tevkif edilenler arasında yer aldı. I. Dünya Savaşı’na katılan Osmanlı Devleti’nin cihad ilân edip İslâm milletlerini ittifaka çağırması üzerine Ubeydullah Efendi böyle bir görevle Afganistan’a gönderildi. Seyahati esnasında Tahran, İsfahan, Yezd, Kirman gibi şehirlerde konferanslar verdi. Bu sırada İngilizler’e esir düştüğü ve ardından kaçıp bir müddet Hindistan’da yaşadığı bilinmektedir. Gerek savaş içindeki faaliyetleri gerekse Alman yanlısı olarak tanınması sebebiyle Ubeydullah Efendi 29 Mayıs 1919’da Malta’ya sürüldü ve 30 Mayıs 1921 tarihinde İtalya’nın Toronto Limanı’nda salıverildiği güne kadar sürgünde kaldı. Malta’dan dönünce konferanslarına devam etti. Onun Hilâfet ve Millî Hâkimiyet başlıklı kitapta (Ankara 1923) “Hilâfet-i Sahîha” başlıklı bir makalesi görülmektedir. Bu yıllarda İstanbul’da bulunduğu ve arzuhalcilik dahil çeşitli işler yaparak geçimini sağladığı tahmin edilmektedir.

Abdülhak Hâmid ve Salah Cimcoz’un ısrarıyla Amerika hâtıralarını yazmaya karar veren Ubeydullah Efendi, 1925-1926’da Resimli Gazete’de “Yaşadığım Günlerin Hesabına Ait Dağınık Yapraklar” başlığı altında hâtıralarını kaleme aldı. 1926 Ekiminde İstanbul’da muhtemelen Beyoğlu evlendirme memuru iken “Müslümanlığa Göre Bir Erkek Dört Karı Alabilir mi?” adıyla bir makale neşretti. Renkli şahsiyeti ve ıslahatçı fikirleriyle Cumhuriyet döneminde de dikkatleri çekti; 1931 yılından itibaren dört ve beşinci dönemlerde Beyazıt mebusu olarak Türkiye Büyük Millet Meclisi’ne girdi. 11 Ağustos 1937’de İstanbul Beşiktaş’ta Esat Efendi’nin konağında öldü ve Zincirlikuyu Asrî Mezarlığı’nda defnedildi. Kabri Abdülhak Hâmid’in mezarının yanındadır. Hiç evlenmemiş olan Ubeydullah Efendi maceracı mizacı, seyahate düşkünlüğü, zaman zaman değişen siyasî meşrebi, dinî meseleler hakkında takındığı değişken tavrı sebebiyle sıkça eleştirilmiştir. Birkaç roman oluşturacak derecede renkli ve hareketli hayatı onun en anlamlı eseri sayılabilir. Din ve Dünya (Liverpool 1896), Liverpool Hâtıratı-Akıl yahut Âhir Zaman Peygamberi (Filibe 1897), Geçit (Mısır 1905), Kıvâm-ı İslâm (tercüme, Mısır 1906), Islâh-ı Medâris-i Kadîme (İstanbul 1910), Kime Rey Verelim? (İstanbul 1912), Oruç (İstanbul 1924), Müslümanlığa Göre Bir Erkek Dört Karı Alabilir mi Alamaz mı? (İstanbul 1924) adıyla bazı risâleler kaleme alan Ubeydullah Efendi’nin bizzat neşrettiği ve yazı yazdığı gazete ve dergiler şunlardır: Hâver (İstanbul 1884), Şikago Sergisi (Chicago 1893), Sada (Paris 1897), Doğru Yol (Filibe 1898), el-ǾArab (İstanbul 1909), Şûrâ-yı Ümmet (İstanbul 1909), Hak Yolu (İstanbul 1910, Aka Gündüz ile birlikte). Ubeydullah Efendi’nin bazı hâtıraları Ömer Hakan Özalp tarafından Malta, Afganistan ve İran Hatıraları adıyla yayımlanmıştır (İstanbul 2002).

BİBLİYOGRAFYA:

Mehmed Ubeydullah, “Yaşadığım Günlerin Hesabına Dair Dağınık Yapraklar”, Resimli Gazete, 24.10.1925 - 10.4.1926; Meclis-i Mebusan Zabıt Ceridesi (Devre: 1, İçtima Senesi: 3), Ankara 1986, I, 414-419; Refik Halid [Karay], Kirpinin Dedikleri, İstanbul 1336, s. 40; Ahmed İhsan [Tokgöz], Matbuat Hâtıralarım: 1888-1923, İstanbul 1930, I, 59; Halid Ziya Uşaklıgil, Kırk Yıl, İstanbul 1936, I, 165; M. Necmettin Deliorman, Meşrutiyetten Önce Balkan Türkleri: Makedonya Şarkî Rumeli Meseleleri-Hudud Harici Türk Gazeteciliği, İstanbul 1943, s. 118-119; Gövsa, Türk Meşhurları, s. 388; Yusuf Hikmet Bayur, Türk İnkılâbı Tarihi, Ankara 1953, III/1, s. 350; Ahmed Bedevî Kuran, Osmanlı İmparatorluğunda İnkılâp Hareketleri ve Millî Mücadele, İstanbul 1956, s. 135; Asaf Tugay, Saray Dedikoduları ve Bazı Mâruzat, İstanbul 1963, s. 87-100; Cemal Kutay, Siyasî Mahkumlar Adası: Malta, İstanbul 1963, s. 238; Hilmi Ziya Ülken, Türkiye’de Çağdaş Düşünce Tarihi, Konya 1966, I, 425-426; Münevver Ayaşlı, İşittiklerim, Gördüklerim, Bildiklerim, İstanbul 1973, s. 51; Hüseyin Cahit Yalçın, Siyasal Anılar (haz. Rauf Mutluay), İstanbul 1976, s. 264; Bilâl N. Şimşir, Malta Sürgünleri, İstanbul 1976, s. 110, 125; Şemsettin Kutlu, Eski İstanbul’un Ünlüleri, İstanbul 1978, s. 133-134; Ali Kemal, Ömrüm (haz. Zeki Kuneralp), İstanbul 1985, s. 81; M. Şükrü Hanioğlu, Bir Siyasal Örgüt Olarak Osmanlı İttihad ve Terakki Cemiyeti ve Jön Türklük (1889-1902), İstanbul 1985, I, 113; Ahmet Turan Alkan, Sıradışı Bir Jön Türk: Ubeydullah Efendi’nin Amerika Hatıraları, İstanbul 1989; Vatan Müdâfiilerine, [baskı yeri ve tarihi yok], s. 63; Bulgaristan’da Türk Basını, [baskı yeri ve tarihi yok], s. 71; Sabih Alaçam, “Sen Klu Vakasının İçyüzü”, Yenigün, 13.5.1939, s. 10; Kudret Sinan [Şemsettin Kutlu], “XIX. Yüzyıl Amerikasında Bir Türk: Ubeydullah Efendi’nin Amerika Hatıraları”, Hayat Tarih Mecmuası, II/ 10, İstanbul 1971, s. 77-82; Dündar Akünal, “Gericiliğin Karşısında Bir Medreseli: Ubeydullah”, Cumhuriyet, 25.10.1987, s. 2.

Ahmet Turan Alkan   


20 Ağustos 2015 Perşembe

AN LU SHAN

Destanlar, milletlerin kahramanlık hikâyelerinin toplamıdır. Öyleyse destanları zengin olan halkların tarihleri de o ölçüde muhteşemdir. Bu açıdan baktığımızda Türklerin tarihi pekçok destanî hikâyelerle doludur ve bunların da büyük bir kısmı gerçekleri yansıtır. Zaten destanların en önemli hususiyeti, içerisinde milleti yakından ilgilendiren yaşanmış olaylara yer verilmesidir.
Türk milletinin tarih sahnesine çıktığı günden beri başından acı, tatlı birçok hadise geçmiştir. Ve Türkler, dünyanın en eski halklarından birisi olması hasebiyle destanlar bakımından son derece şanslıdır. Elbette geçmişte cereyan eden her hadiseyi destan sınıfına sokmak mümkün değildir. Bunun için bazı özel şartların olması gerekir. Bunlar yerine gelmişse, destan olarak değerlendirilir ve tarihi hadiseler yazılırken bunlardan yararlanılır.
Hiç şüphesiz Türk destanlarının en muhteşemlerinin başında Oğuz-nâme gelir. Bunun yanısıra Türklerin Türeyişi ve Ergenekun, Tölöslerin Türeyişi, Sır Tarduş Boyunun Yok Olması, Uygurların Türeyiş ve Göç Destanları, Kimek, Başkurt, Alp-Er Tonga, Hun Liu Yüan (Yügen), Attila (Ata İllig), Çor Destanı bizim sözlü edebiyatımızın en eski bakiyeleridir. Bir nev’i Oğuz-nâme olan Dede Korkut Hikâyeleri de Türk kültürünün bir şaheseridir.
Bununla beraber ismi hususunda şimdiye kadar herhangi bir deneme yapılmayan tarihte önemli olaylara imza atmış Türk beylerinden birisi de, An Lu-shan’dır. Maalesef Çin dili uzmanları veyahut da bizdeki sinologlar, böyle meselelere kafa yormadıklarından dolayı Türk tarihinin ve kültürünün pekçok tartışmalı problemini halledemiyoruz. Zamanında, büyük Atatürk tarafından kurulmuş olan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde eski Türk tarihinin kaynaklarının araştırılması ve Türklere ait yabancı belgelerin çevrilmesi için bir Sinoloji (Çin Dili) Kürsüsü açılmış ise de, tıpkı diğer bölümlerde olduğu üzere burası da esas görevini unutarak, sadece günümüzde basit tercümanlar yetiştirmeye yönelik çağdaş Çin dilini öğretmekle yetiniyor.
An Lu-shan, 8. asırda Uygur Kağanlığı zamanında karşılaştığımız bir Türk beyidir. Onun kimliği konusunda bugüne kadar değişik görüşler ortaya atılmıştır. Bunun da başlıca nedeni Çin dilinin öğrenilmesi, onun sorunları ve Çinlilerin yeterince bilgi vermemeleri yüzündendir. An Lu-shan’ın bir Moğol veya Sogdlu olduğu söyleniyorsa da bizce bu doğru değildir. Bununla birlikte onun bugünkü Çin’in Ying-chou eyaletinde, 703 senesinde bir Türk prensi baba ile Sogdlu bir anneden doğduğunu söyleyenler de mevcuttur. Ama Çin kaynaklarına göre, annesi Arslanlar (A-shih-te) soyundan gelen bir kamdı ve babası öldüğünde bir müddet Kök Türk topraklarında kaldılar. Dolayısıyla yabancı bir halktan gelme ihtimali yoktur. Yine An Lu-shan’ın atalarının Kapgan Kağan’ın 7. yüzyılın sonlarına doğru yaptığı seferlerde devletin merkezine yerleştirildiğini, fakat 716’da da Kök Türk Kağanlığı’ndaki iktidar değişikliği sırasında yaşanan olaylar ve isyanlar yüzünden Çin’e kaçtıkları belirtilir.
Belgelerden anlaşıldığı kadarıyla An Lu-shan’ın ailesi kamlık sanatıyla uğraşıyordu. Son derece zeki olan bu Türk liderinin, 742 senesinde Çin imparatoruyla tanışması onun önünü açtı ve imparatorun güvenini kazanarak; Çin’de iyi bir mevki edindi. Para ve sefahata düşkün Çinli memurları çok iyi kullanıyor, onlara verdiği rüşvetler sayesinde sürekli yükseliyordu. Kendine ait bir idari bölgeye de sahip olan An Lu-shan, imparatorun sarayına istediği zaman girip-çıkıyor; kraliçe ve prenseslerle çok yakın ilişkilerde bulunabiliyordu. Hatta imparatoriçenin ona aşık olduğu yolunda dedi-kodular da çıkmıştı. An Lu-shan’ı çekemeyen Çinli vezirler ve komutanlar ileride başlarına bela olacağını işaret ettilerse de, bunun pek işe yaramadığını görmekteyiz. Herhalde, Çin hükümetiyle vakti geldiğinde münasebetlerini koparmayı planlayan An Lu-shan birtakım hazırlıklarda bulunuyordu. Arasında yabancıların da yer aldığı, ama temelini Türklerin oluşturduğu ve Çin başkentine çok yakın bir mevkide, sayısı 150 bine varan kuvvetli bir ordu topladı.
Nihayet 755’te, o dönemdeki Çin baş-vezirini sevmediğini ileri sürerek isyan bayrağını açtı. Çinliler belki onu hafife aldılar ve taktiksel bir hata olarak, bu ayaklanmaya karşılık, An Lu-shan’ın çocuklarından birini öldürdüler. Fakat iki büyük Çin ordusu An Lu-shan’ın adamları tarafından yenildi. Çin imparatoru yerini oğluna bırakarak, kaçmak zorunda kaldı. Yine tarihi vesikaların haberlerine göre; imparatorla beraber firar eden askerler başlarına gelen bütün bu felaketlerin sorumlusu olarak gördükleri imparatoriçeyi yolda boğarak öldürdüler.
Türkler karşısındaki bu büyük hezimet üzerine Çinliler, başka bir Türk idaresinden, Ötüken Uygur Kağanlığından yardım talebinde bulundular. Ne yazık ki Uygur hakanı bu isteğe olumlu cevap verdi. Kuzeyden gelen dinamik ordu ve mukaddes kağana karşı, An Lu-shan’ın yanındakilerin bir bölümü savaşmak istemeyince, Çin’deki Türkler de ona cephe almaya başladı. Bu sırada Çin’e giden ordunun önünde Uygur kağanı bulunuyordu ve o ilk önce An Lu- shan’ın en güvendiği müttefiki olan Tongra Türklerini sindirdi. Daha sonra bu mükemmel askeri kıtanın komutanlığını Börü Kun (Moyun Çor) Kağan’ın oğlu Ulug Bilge Yabgu üstlendi. Türk-Uygur ordusu Çin ülkesine büyük bir ihtişamla girmişti. Onları karşılayan Çinli yetkililer kurt başlı sancağın önünde eğilip, onu selamlıyorlar ve öpüyorlardı.
Çin tarihinde bir dönüm noktası olan An Lu-shan maalesef kuzeyden inen bu akrabalarına karşı başarısız olup, bozgunlar peşi-sıra gelince, nihayet kendi adamları tarafından öldürüldü. Söylendiğine göre, 60-70 bin civarında insanın öldüğü An Lu-shan hareketini, vefatından sonra oğulları ve komutanları devam ettirmeye çalıştılar.
An Lu-shan’ın ölümü hususunda çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan bir tanesi, hastalanarak kör olması yüzünden, danışmanları tarafından öldürüldüğü şeklindedir. İşte buna binaen bazı ilim adamları An Lu-shan ile tarihteki Kör-oğlu’nu birleştirmektedirler. Bu ne dereceye kadar doğrudur, bilemeyiz; ama bir hakikat söz konusu ki, Kör-oğlu Destanı sadece Türkiye topraklarında yaşayan bir halk hikâyesi değildir. Ona ait izlere Azerbaycan ve Türkistan gibi diğer Türk coğrafyalarında da rastlıyoruz. Bu yüzden Kör-oğlu Destanı’nı da umumen Türk dünyasına mâl etmek yerinde olur.
Başka bir mevzu da, An Lu-shan ayaklanmasından bütün Orta Asya Türklüğünün etkilenmiş olmasıdır. O, çalkantılı yıllarda Çinliler bu hadiseler için şarkılar yazmıştır. Yani, Asya’daki pekçok kavim şöyle veya böyle, bu toplumsal harekete katıldılar. Hatta An Lu-shan olaylarının doğrudan veya dolaylı Çinlilerden daha çok Türklere tesiri olduğunu da söyleyebiliriz. Mesela, bu isyanı bastırmak için Çin’e gittiği esnada, Böğü Kağan’ın orada tanıştığı Mani rahiplerini ülkesine getirerek, Maniheizmi resmen devlet dini olarak seçmesi önemlidir. Bunun yanı sıra bazı Uygurların Çin’e yerleşerek ticaret hayatına meyletmeleri, insanların yerleşik hayatın nimetlerine ve zaaflarına kapılmaları, tembelliğin hastalık şeklini alması, toplumun bel kemiğini oluşturan kadınların, Çinli hanımlara özenmeleri, hırsızlık, dolandırıcılık ve rüşvet gibi kötü alışkanlıklar, Türk sosyal hayatında bir çöküşe sebep oldu.
Bütün bunlar bir yana meşhur An Lu-shan’ın doğumuyla ilgili olarak Çince vesikalarda şöyle bir hadise anlatılmaktadır: “Büyük Arslanlar (A-shih-te) ailesinin kadın kamlarından birisi sürekli savaşçı bir oğlan sahibi olmak için Tanrı’ya yakarıyordu. Dilekleri Tanrı katında kabul oldu ve bundan kısa bir süre sonra hamile kaldı. Nihayet doğum günü geldiğinde, beklenmedik bir anda çadırın tepesinden giren bir ışık her tarafı aydınlattı. Bu sırada kurt, kuş, bütün yabani hayvanlar uludu. Sanki onun doğumunu hep birlikte kutluyorlardı. Obada bulunan kamlar bunu gökteki birtakım olaylara yordular ve şans getireceğini söylediler.
Fakat o zaman onların yaşadığı yer Çin imparatorluğunun kontrolü altındaydı. Çinli görevliler bu hadiseyi duyduklarında hemen oraya vardılar.
Tanrı’nın gönderdiğine inanılan bu çocuğun ortadan kaldırılması lazımdı. Çadırı kuşatarak içindekileri öldürmek istediler. Ama anne ve çocuk durumdan haberdar olunca oradan kaçtılar ve saklanarak, ölümden kurtuldular. An Lu- shan’ın annesi de Tanrı tarafından esirgendiklerine inanıyordu. Onu Tanrı’nın bir lütfu olarak gören kadın çocuğuna Batır/ Urungu (savaşçı anlamına gelen Ya-lo-shan) adını verdi”.
An Lu-shan’ın doğumu Hikâyesindeki bazı motifler, diğer Türk destanlarında da karşımıza çıkan ana temalardır. Bunlardan birisi, yukarıda da gördüğümüz üzere, aşırı derece de bir erkek çocuğa sahip olma hayalidir. Bunun da sebebi, ailenin ve soyun devamı için evlat şarttır. İşte o zaman aile anlamlı bir bütün haline gelir. Ailenin esas gayelerinden birisi de nesli çoğaltmadır.
Bir diğer unsur ise, ışıktır. Destanların büyük kahramanları; bu kahramanlara kadınlık ve kutsal Türk çocuklarına annelik yapan hanımlar, çoğu kere ilahi bir ışıktan doğarlar. Oğuz Kağan Destanı’nın başkahramanı Oğuz dünyaya geldiği zaman onun yüzü gök, yani aydınlık idi. Oğuz’un Kün, Ay, Yılduz adlı büyük oğullarını doğuran ilk karısı, ortalığı karanlık bastığı zaman gökten inen bir ışıktan peyda olmuştu. 4. asrın başlarında Çin’in kuzeyinde, Ordos’taki Chao bölgesinde teşekkül eden Hun hanedanlığının kurucusu Şad İlli (She-le) doğduğunda, annesinin etrafında ışıklar parlamıştı. Ayrıca Uygur destanlarında, Uygurlara baş seçilen Böğü (Bugu) Han, diğer dört kardeşiyle beraber Togla ve Selenge ırmakları arasında bir ağaç üzerine düşen semavi bir ışıktan yaratılmıştır.
İslamiyet’ten sonraki destanlarda da ısrarla sürecek bu kutlu ışık, Türk inanışına ve düşüncesine; var olmanın temel unsurlarından güneşin ve ışığın yansımasından başka bir şey değildir. Eski Türk dininin cennete gitmeyi ifade eden “uçmak” hadisesi ve “sonsuzluk” da bir ışık âlemidir. Uygur Kağanlığı zamanında kabul olunan Maniheizmin de temel tanrısı iyilik, yani ışık tanrısıdır. Çünkü Böğü Han’ın rüyalarına giren kız bir nur gibidir.
Bütün bu ışık motifleri bize eski Türk inanış ve düşüncesinde ışığın önemli bir unsur olduğunu göstermektedir. Türklerin Müslümanlığı seçtikten sonra İslam nuruna neden bu kadar sarıldıkları bunu ortaya koymaktadır. Onlar, İslam’ın aydınlığını karanlıkta kalmış ülkelere yaymak için yüzlerce yıl canını vermişlerdir. İslam’dan önce de bu, Türk adaletinin ışığı ve temizliğinden başka bir şey olmasa gerek.
Destanların teşekkül ve kayda geçiş yerleri neresi olursa-olsun, bunların muhtevasında aynı düşünüş ve anlayışa rastlanılması, bu insanların hepsinin ortak bir kültüre sahip bulunduklarının bir göstergesidir. 340
Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ
“Türk Tarihinde An Lu-shan ve Destanı”, Tarihin Pesinde, 3/5, Konya 2011

Çingiz Han

Bugün dahi Türk mü, Moğol mu tartışmalarının yapıldığı Çingiz Han gibi, dünyanın gelmiş-geçmiş en büyük fatihlerinden birisine sahip olabilmek için pekçok millet can atıyor. Biz Türkler ise, bir kısmımız onu milli kahraman ilan ederken, bir bölümümüz de özellikle Müslüman dünyasına verdiği zarardan dolayı, ona lanetle bakıyoruz. Ama hakikat olan bir şey varsa, o Türk tarihinin bir parçasıdır ve bunu da kimse inkâra kalkışamaz. Onun Türklüğü ya da gayri- Türklüğü konusunda anlatılanlara baktığımızda, Türk diyenlerin de, olmadığı iddiasında bulunanların da kendilerince haklı düşünceleri vardır.
1240 tarihlerinde kaleme alınan “Moğolların Gizli Tarihi” adlı eserde, Çingiz Han’ın (1155-1227) şeceresi sayılırken, en eski ceddi Türk destanlarında olduğu gibi, bir bozkurta bağlanmakta ve Türk menşeli olduğu hakkında rivayetlerle desteklenmektedir. Dolayısıyla Çingiz Han’ın Türk olduğunun ileri sürülmesi bu yüzdendir.
Çingiz’in doğumuyla ilgili anlatılanları incelediğimizde; Türk ve Moğol boyları arasında devam eden mücadeleler sırasında, Kıyat-Börçegin sülalesinden Yesugey Bagatur, Merkitlerden Ulun-eke adında bir kadını kaçırmış ve bu hatun sonradan Çingiz’in anası olmuştur. Bu hadiseyi unutmayan Merkitler de 10 yıl sonra Yesugey’i öldürdüler. 9 yaşlarındayken yetim kalan Temuçin ve kardeşleri, rakipleri tarafından ortadan kaldırılmak istenmişler ve anaları onları çok zor şartlarda büyütmüştür. Bu kadının vaziyeti yüzyıllar önceki, Bilge ve Köl Tigin kardeşlerin annesi İl Bilge Katun’a benziyordu. Zamanla dostları ve ünü artan Temuçin’e 1196’da (veyahut da 1206) toplanan bir kurultayda Çingiz unvanı verilerek han seçildi.
Böylebir giriş yaptıktan sonra Çingiz’in ortaya çıktığı çağın özelliklerine de kısaca bakmakta fayda vardır. Bilindiği üzere 12. yüzyıl, tarihi açıdan Orta Asya’da tam bir keşmekeş dönemidir. Bu sırada güçlü devletlerin olmaması yüzünden (ki, biz burada Asya’nın batı kesimini, özellikle bugün Türkistan diye adlandırılan bölümü ayrı tutuyoruz), küçük kabile idarelerinin sayısının fazlalığı açıkça görülür. Çünkü Asya’da artık ne bir Hun, ne bir Kök Türk, ne de kısmen Uygur Devleti benzeri bir merkezi otorite etrafında ülkeleri ve toplulukları kendine bağlamış yönetimler yoktur. Mevcut teşekküllerden olan Kıtan, Tangut ve Cürcet devletlerinin varlıklarının bile esamesi okunmuyordu. Her nekadar Çingiz’in zuhuru sırasında, bu devletlere rastlıyorsak da, Kıtan ve Tangut tarihine baktığımızda, gerçek manada siyasi bir yapıya erişemedikleri gibi, millet olma düzeyine de gelememişlerdir. Yine bu esnada doğudaki Mançu- Moğol asıllı Cürcet Hanlığının uğraştığı saha Çin olup, zaten onlar da kısa bir süre sonra Çinlileşmişler, kendi akrabaları olan batıdaki halklarla yeterince ilgilenmedikleri bir yana, onlara çok hakir bir gözle bakmışlardır.
Tabiki bütün bu siyasi organizasyonlar ve toplulukların sosyal durumları ayrı ayrı araştırma konusudur. Ancak bizim yukarıda çizmeye çalıştığımız çerçeve dikkate alınınca, Çingiz veya bir başka kişinin bu tablo içerisinden sıyrılıp, yükselmesinin de mukadder olduğu, kaçınılmaz bir gerçektir. Çünkü Orta Asya’nın Türk ve Moğol halklarının kendilerine bir kurtarıcı bulmaları gerekiyordu. Hele hele Türkler, binlerce yıl Asya’da efendi durumundayken Çinlilerin ve Kıtanların oyuncağı haline gelmişlerdi ve bu durum onları içten içe hiddetlendiriyordu. Türklerle, Moğollar uzun yıllar birlikte yaşamış olduklarından ve Moğolların epeyce Türk idaresinde kalmaları yüzünden, dil ve kültür bakımından Türklere fazlasıyla yaklaştıkları da ortadadır. Yeni bir liderin etrafında birleşmemeleri için hiçbir neden yoktu. Yani demek istediğimiz, tarihi şartlar zaten teşekkül etmişti. Bütün bunlar göz önüne alınınca, her yönden Moğollardan kalabalık olan Türkler; hem güneydeki Öngütler (Sha-tolar), hem de Turfan bölgesindeki Uygurlar uzak durmadı. Herkes bir an önce eski günlere dönmenin özlemini çekiyordu. Bozkırın en savaşçı kabilelerinden olan Öngütler, Çin’in iki yüzlü politikalarından ve sürekli kan kaybından bıktığı gibi, Uygurlar da Kıtan ve Tangut baskısıyla ve onların beceriksizlikleri sebebiyle bozulan ticari ilişkiler için Çingiz Han’ın yanında olmayı tasa etmediler. Elbette ki Çingiz de Türklere yeterince önem veriyordu. En büyük komutanı bir Tuva Türkü (Uranhay) olan Subutay’dı ve onu ordularının başına atadı. Askerlerinin muharip gücünü başta Öngütler olmak üzere, diğer Türk kabilelerinden oluşturdu ve çocuklarıyla, halkının eğitimini Türk muallimlerin eline bıraktı. Devlet idaresinde okuma-yazma bilen herkesten yararlanmakla beraber, bu işte özellikle Uygur danışmanlara çok güvendi
Bununla birlikte o hakimiyetini meşrulaştırana kadar yine birtakım sıkıntılar çekti. Özellikle Çingiz’in kan kardeşi Camuka ile olan mücadelesi çok renklidir. Neticede Çingiz, kendisine karşı ayaklanan Camuka’yı mağlup etmiş ve eski Türk adetince yayının kirişi ile boğularak öldürtülmüştür. Belki Çingiz, Camuka’nın ölmesini istemiyordu, ama bu cesur rakip bizzat kendisi idam edilmeyi diledi. Çünkü bağışlandığı takdirde, sürekli olarak Çingiz, onun yeniden baş kaldıracağı düşüncesini taşıyacaktı. Bütün düşmanlarını tek tek ortadan kaldırdıktan sonra 1206 Bars yılında Onan Nehrinin kaynağı mıntıkasında toplanan kurultayda, büyük kağan atanmasıyla hanlığın kurulması ve dış seferleri başladı. Devlet teşkilatının esaslarının tespit edildiği Yasaklar da (kanun), bu mecliste kararlaştırıldı. Elbette bu yasalar da durup dururken ortaya çıkmadı. Bunlar Türk sülaleleri ile toplumunun içinde yaşıyordu ve o zamanın şartlarında bir ihtiyaç olduğu için gündeme geldi. Kaynaklar, Çingiz Han’a izafe edilen bu toplum kurallarının, Çingiz Han ve karısı Börte tarafından küçük yaşlardan itibaren büyütülmüş bir Türk olan Şiki-Kutuku’nun eliyle metal levhalar üzerine kazındığını aktarmaktadır. 1206 kurultayında Çingiz, Şiki-Kutuku’ya şöyle emrediyordu: “Bize tabi olan insanları sınıflandır; keçe çadırlarla, tahta evlerde oturanları ayır. Kimsenin sözlerine karşı gelmesine izin verme. İnsanların içinde hırsızları temizle, yalancıyı kontrol et, ölümü hak edeni öldür, cezayı hak edeni cezalandır, sonra bütün halkla ilgili alınan kararları Kök Defter’e kaydet”.
Çingiz kısa sürede Nayman, Oyrat ve Kırgızları yendi (1206). Kuzey Çin’deki Kıtan ve Tangutlara karşı savaşarak (1211), Pekin’i ele geçirdi (1214). Generallerinden Muhali Sarı Irmağın kuzeyindeki bölgeleri zapt etmiş (1217), Doğu Türkistan’daki Uygurlar (1209), Yedi-su bölgesindeki Karlukların hükümdarı Arslan Han (1211) ve Almalık (Kulca) hükümdarı Bozar Çingiz Han’a gönüllü olarak katılmıştı. Yine komutanlarından Kurt Cebe Noyan, Cungarya ve Doğu Türkistan’ı geçerek Kaşgar ve Hotan üzerinden Pamir’e varmış; Çingiz’in ikinci oğlu Çagatay İrtiş’ten hareket edip, Baykal Gölünün kuzeyinden ilerlemiş; büyük oğlu Cuci, Kaşgar, Oş ve Hokand üzerinden Maveraünnehir’e ulaşmıştı (1217).
Bu arada bozkırda hüküm süren Harezmşahlar hanedanlığı da mühim bir kuvvet olarak göze batıyordu. Çingiz her zaman devletini ve milletini düşünen bir devlet adamı olarak belirirken, Harezmşah Muhammed de tutarsız tavırlarıyla o çağda dikkati çekiyordu. Her şeye rağmen Çingiz Han ile aralarında bir barış andlaşması söz konusu olduğu için kendisini güven içerisinde hissediyordu. Bu sırada Sır Derya üzerinde bulunan Otrar şehrine 1218 yılında, Çingiz Han’dan gelen bir kervan mallar getirmişti. Söylendiğine göre, kervancıların arasında Çingiz Han’ın casusları da bulunuyordu. Hiç soruşturma yapılmadan ve Harezmşah’a haber verilmeden dörtyüzelli kişilik kervanın mallarını Harezm’in Otrar valisi yağmalattı ve tüccarları da öldürttü. Çingiz Han, Sultan Muhammed’e tazminat istemek için üç elçi gönderdi. Bunlardan biri Türk, ikisi Moğol idi. Sultan Muhammed, İslam adına Türk elçinin kafasını vurdurduğu gibi, Moğolları da azarlayarak ve sakallarını keserek, geriye gönderdi. Neticede iki devlet arasında savaş çıkması kaçınılmaz oldu. Çingiz Han, ordusu ile bütün Sır Derya boyunu ele geçirdi. Otrar şehrinde taş üstünde taş bırakmadı. Yakalanan valinin göz ve kulaklarına eritilmiş gümüş dökülerek, infaz olundu. Çingiz önünde tutunamayan Alaaddin Muhammed, Hazar Denizi üzerindeki adalardan birine sığınmış, bir süre sonra da hastalanarak ölmüştür (1220).
Kudbeddin’in oğlu Celaleddin de onun önünde bir varlık gösteremedi. Bu vesileyle kaynaklarda şöyle ilginç bir nota rastlamaktayız: Celaleddin Harzemşah 1220 yılında, Çingiz Han’la Hindistan’da bir harp yapmıştır. Moğollarla gün boyu yapılan çarpışmada yorgun düşmesine rağmen, halâ mücadeleyi bırakmamıştı. Çingiz Han da onu mutlaka sağ ele geçirmeyi arzuluyordu. Tam yakalanacağı sırada henüz dinç olan bir atın üzerine bindi, giydiği zırhları da atarak, İndus Nehrine bu atı sürüp, karşı kıyıya çıktı ve kurtuldu. Celaleddin, bu atı Tiflis’in fethine kadar (1226) yanından hiç ayırmadı ve üstüne hiç binmedi. Bu at benim hayatımı kurtardı diyerek, ona büyük bir saygı gösterdi.
Daha sonra Çingiz’in küçük oğlu Tuluy güney-batıdan yürüyerek Merv’i aldı (1221), Tebriz ve Tiflis üzerinden Kafkasya’yı geçti ve Dneper’e kadar ulaştı (1222). İran’ın zaptı tamamlandıktan sonra, güney orduları Anadolu’nun içerilerine kadar sokuldular. Çingiz’in kendisi de Hindukuş’u aşarak (1221), İndus yakınlarında Harezmlilerin geri kalanlarını dağıtıp; Pencap’ı istila etti (1222). Fakat o, güney Çin’deki karışıklıklar yüzünden geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Tangut seferi sırasında attan düşerek yaralandı ve 1227 Domuz yılında öldü.
Çingiz’in zuhurundan sonra, Türk boylarının bir kısmı barış yolu ile bir kısmı da savaş neticesinde ona tabi oldular. Sayı bakımından devlet içerisinde azınlığa düşen ve kültür bakımından Türklere nazaran aşağı seviyede olan Moğolların mühim bir kısmı zamanla İslamiyeti kabul ederek Türkleşmiş, kalanları da Moğolistan’a dönmüştür.
Çingiz Han ölmeden önce, üçüncü oğlu Ögedey’in han olmasını istemiştir. O, 1228’de toplanan kurultayda Çingiz’in vasiyetine uyularak han seçildi. Ögedeyi kardeşi Çagatay tahta oturttu. Onun zamanında Kore toprakları da Türk-Moğol hanedanlığı sınırlarına katıldı. Çin tamamıyla itaata alındı ve 1237-1241 arasında ise, Rusya ile Doğu Avrupa toprakları Çingiz Devletine tabi oldu.
Savaşçılık kadar bilime de önem veren Çingiz Han, oğullarının terbiyesi için Uygur muallimleri görevlendirmiş, dolayısıyla başlangıçtan itibaren Moğollar arasında Türk töresi ve dili yayılmış idi. 1206’daki kurultayda Türk töresini ve yasasını uygulayacağına dair and içmişti ki, onun ölümünden günümüze kadar bu yasa ve töreler geçerliliğini korumuştur. Adam kullanmasını ve devlet idaresini çok iyi bilen Çingiz Han, askerleri arasında vatan ve millet sevgisini uyandırarak milliyeçiliği alevlendirmiştir.
Hernekadar dünyanın en otoriter hükümdarı olarak görünse de, her savaştan önce mutlaka kurultay toplardı. Çingiz’in fetihlerinde en önemli rolleri onun büyük komutanları durumundaki Cebe Noyan, Subutay, ve Bugurcu üstleniyorlardı. Cebe tıpkı daha önceki atalarının yaptığı gibi Çin Seddi’ni geçerek, bu ülkeyi yağmaladı. Çingiz, harp planlarında komutanlarının sözlerini her zaman dinledi. Bütün bunlar onun büyük bir devlet adamı olduğunu göstermeye yeter.
Yüce amaçları olan bu devlet adamının vefatından sonra, oğulları ve torunları mirasını layıkıyla koruyup, sürdüremediler. Bu yüzden koskoca Türk-Moğol Devleti de günden-güne çöktü. Çingiz Han’ın çok önceden tahmin ettiği gibi, bozkır avcılarının torunları ihtişamın ortasında, yerleşik hayatın zevk ve sefasının içinde varlıklarının sebebini unuttular. Ama olan, kalabalık bir Türk toplumu ile bir avuç Moğol’a oluyordu. Son bir defa Mengü Kağan bu kötü gidişe tepki göstererek, eski sadeliğe geri dönmek istemişti, ama ömrü yetmedi. Kubilay Kağan da hanedanını kesin bir şekilde Çinlileşmeye, yerleşik hayatın nimetlerine alıştırmaya yöneltti. Onlar, artık tarihteki Türk-Moğol kudretini koruyamayacak kadar kendi benliklerini yitirdiler. Saray hayatı, zevk ve eğlencenin aşırılığı ile çok fazla gevşediler. Etraflarını saran kadınlar ve Çinli devlet adamları yüzünden, dış dünyadan koptular ve ne olup-bittiğini anlayamadılar.
Bütün bunlardan sonra bakış açısına ve sosyal olayların neticesine göre Çingiz Han, zaman zaman göklere çıkarıldığı gibi, bazan da yerin dibine batırılmaya çalışılsa da, gerçek olan bir şey var, o da; dünyanın sonuna kadar yaptıkları ve yapmadıklarıyla adı unutulmayacak bir şahsiyettir.
Prof.Dr. Saadettin GÖMEÇ
Alıntı Kaynağı: Orkun, Sayı 92, İstanbul 2005, “Türk Tarihinin Kahramanları: 33- Çingiz Han”



Cengiz Han Moğol mu yoksa Türk mü tartışmalarıyla ilgili....

Cengiz Han'ın ırk kökeni hakkında yapılan incelemeler sonucu çeşitli görüşlere varılmıştır.Bu görüşlerin en geçerli olanına göre Cengiz Han, Türk'tür. Bunun kanıtları olarak şunlar gösterilebilir:

1. Cengiz Han, Moğolca ile birlikte Türkçe de konuşmakta idi.

2. Cengiz Han konuşmalarında kendini Türk olarak tanımlamıştır.

3. Cegiz Han'ın soyu Çinliler'ce ''Şa-To'' adı verilen Türkler'e dayanır ki bu Türkler, Kök-Türkler'in devamıdır.

4. Cengiz Han, (3. maddeye bağlı olarak) tıpkı Kök-Türk kaganları gibi kumral ve açık renk gözlüdür.

5. Efsaneler, Cengiz Han'ın soyunu (tıpkı Türkler'in Bozkurt Destanı'nda olduğu gibi) Bozkurt'a bağlar. Eğer Cengiz Han Moğol olsa idi efsaneler onun soyunu kurda değil köpeğe bağlardı; çünkü Moğol geleneğinde kurt değil köpek önemlidir ve Moğol kültüründe Cengiz Han'dan önce kurt önem taşımamaktadır.

6. Cengiz Han, bugünkü Afganistan'da kendisini ziyeret eden Kadı Vahideddin Fuşanci'ye ''Peygamberimiz Hz.Muhammed her şeyi önceden bilmiş diyorsunuz; acaba benim ortaya çıkışım için ne demiş ?'' diye somuş; kadı da ''Uturkû al-Turka mâ tarakûkum, yani Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız'' demiş olduğunu nakletmiş ve Cengiz Han da bunun çok bilgece bir söz olduğunu söyleyerek kendisinin Türk olduğunu belirtmiştir.

7. Bir Arap, Cengiz Han'ın oğlu Ögedey Kağan'a, babasını düşünde gördüğünü ve kendisine bir söz söylediğini naklettiğinde Ögedey Kağan ona ''Babam bunu sana hangi dille anlattı'' diye sormuş. O da Arapça anlattı deyince Ögedey, babasının Türkçe ve Moğolca'dan başka bir dil bilmediğini söylemiştir. Sonuç olarak Cengiz Han, Türk soyundan gelir. Fakat Türk ve Moğollar'ca ortak olarak hükümdar kabul edilmiş ve saygı duyulmuş bir kişidir.

CENGİZ HAN ve BOZKURT

''Moğollar'ın Gizli Tarihi'' adlı eski eser, Cengiz Han'ın soyu hakkında şunları söyler: ''Cengiz Han'ın kökeni, yücelerdeki göğün takdiri ile doğmuş ''Börteçine (Gökkurt, Bozkurt) idi.''
Bu açıkça, Türk Bozkurt Destanı'nın moğollaştırılmış halidir. Fakat burada önemli olan, Cengiz Han'ın tıpkı Eski Türk kaganları gibi, Bozkurt'a bağlanmak istenilmesidir. Türkler'de, önemli şahsiyetler ile Bozkurt arasında bir ilişki kurmak gelenektir. Ve bu gelenek Cengiz Han'la birlikte, Türkler'den Moğollar'a da sirayet etmiştir.

***********

Cengiz Han büyük bir Türk Başbuğudur.Türk'ün kutlu ülküsü TURAN'ı gerçekleştirmiştir.

Nihal ATSIZ ATA'dan alıntı yapıyorum.

"ÇENGİZ HAN" VE "AKSAK TEMİR BEK" HAKKINDA

Millî şuurun ve ilmî tarihçiliğin hâlâ gereğince gelişememesi, dinî taassubun hâlâ ruhlara hükmetmesi dolayısıyla tarihimizin bazı büyüklerine karşı saygısızlıkta bulunmak, yahut Türk ırkının şu veya bu bölümlerini birbirine düşman saymak gibi yanlışlıklar sık sık yapılmaktadır. Bunların arasında en yaygını Çengiz ve Temir düşmanlığıdır. Bu düşmanlığı yapanlar arasında Şarlman'la Şarlken'i birbirine karıştıran felsefeciler bulunduğu gibi tarihçi geçinenler de vardır.

Bu tarihçi geçinenlerden biri Türk soyunun güzelliği hakkında yazdığı bir gazete makalesinde yine dinî taassup sebebiyle Çengiz ve Temir'den "mahlûkat" diye bahsederek onların sarı "Moğol" ırkından olduğunu Türklerin ise beyaz ırkın mümessili olduğunu ileri sürdü.

Artık ilmî bir değeri kalmayan bu eskimiş sarı ırk, beyaz ırk tabirleri yanında muharririn Çengiz ve Moğollar hakkındaki son neşriyattan da habersiz olduğu, bu yazıları kırk yıl önceki ilmin kırıntılarıyla yazdığı anlaşılmaktadır.

Burada tafsilâta girişerek, bazı gençlerin sorularını cevaplandırmak üzere, şimdiye kadar varılan ilmî sonuçların özetini vereceğim:

1- Türklerle Moğollar iki kardeş millettir. Altay grubu denen akraba milletlerin en mühim iki tanesidir. Türkçe ve Moğolca eskiden tek dil olup ancak Hunlar çağında iki ayrı dil haline gelmiştir. "Hun - Türk münasebetleri" adlı tebliğ ile bunu iddia ve ispat eden Türk, Moğol ve Çin dilleri bilgini Von Gabain olmuştur. (İkinci Türk Tarih Kongresi, s. 895- 911, İstanbul, Kenan Matbaası).

2- Moğol kelimesini tarihe tanıtan Çengiz Han olmuştur. Kendisinden önce Moğollar'a (yani Moğolca konuşan boy ve uruklara) ne dendiği kesinlikle belli değildir. Sekizinci yüzyıla ait Orkun yazıtlarında görülen "Otuz Tatar" ve "Dokuz Tatar" adlı birliklerin Moğol olduğu ileri sürülmüşse de bu, bir faraziyeden ibaret kalmıştır: Çünkü bugün Moğolistan denilen eski Gök Türk ülkesinin ancak onuncu yüzyıldan başlayarak Moğollar'la dolduğu ortaya konduktan sonra Sekizinci Yüzyılın Otuz Tatar ve Dokuz Tatarlar'ın da Türk olduğu kendiliğinden belli olmuştur. Gök Türkler çağında adı geçen "budun"lardan Moğol olduğu kesinlikle bilinen ancak Kıtaylar'dır ki daha sonraki zamanlarda da tarihe Moğol olarak geçmişlerdir.

3- Fakat Çengiz'in "Moğol" topluluğu etnik değil, tıpkı "Osmanlı" tabiri gibi siyasî bir isimdir ve aralarında Türkçe konuşan veya Türk olan boylar ve uruklar da vardır.

4- Eserini On Birinci Yüzyılda yazan Kaşgarlı Mahmud, Tatarlar'ı, ayrı lehçeleri olan bir Türk kavmi olarak göstermiştir.

5- On Üçüncü Yüzyılda Büyük Çengiz İmparatorluğunu gezen Marko Polo, "Tatar" kelimesini Türkler'le Moğollar'ın ikisini birden kapsayan bir deyim olarak kullanmıştır.

6- Türkler'in kendileri de "Tatar"ı Türkler'in bir parçası ve belki de Doğu Türkçe'siyle konuşan Türkler olarak saymışlardır. Âşıkpaşaoğlu, tanınmış tarihinde Süleymanşah'la birlikte Anadolu'ya gelen Türkleri "elli bin miktarı göçer Türkmen ve Tatar evi" olarak kaydeder.

7- Osmanlı padişahlarından II. Murad zamanında, hicrî 843'te yazılıp tarafımdan yayınlanan bir tarihî takvimde Çengiz, Ögedey, Güyük, Mengü, Hülegü, Abaka, Keyhatu gibi Müslüman olmayan Çengizli kaanlar rahmetle anılmıştır. (Osmanlı Tarihine ait Tarihî Takvimler, s. 92-94, İstanbul 1961, Küçük aydın Basımevi). Yani On Beşinci Yüzyıl ortalarına kadar Türkiye'de aydınlar arasında bir Tatar düşmanlığı, Müslüman olmayan Türk'e düşmanlık diye bir şey yoktu. Bu müsamahakârlık Doğu Türkleri'ni veya Tatarlar'ı yabancı saymaktan, Çengiz Hanedanını millî bir hanedan saymaktan ileri geliyordu. Umumî bir müsamaha olsaydı aynı hoşgörürlük Bizanslılara, Ermeniler ve Gürcülere, Batılılara karşı da gösterilirdi.

8- Türkler'le Moğollar aynı kökten gelen iki kardeş millet olmakla beraber Çengiz Han, Moğol değil, Türk'tü. Çengiz'in Türklüğü tarihî geleneklerin dışında tarafsız çağdaş Çinlilerin tanıklığı ile de sabittir. Profesör Zeki Velidi Togan, 1941'de yayınladığı "Moğollar, Çengiz ve Türklük" adlı küçük eserinde, (s. 18) ve 1946'da yayınladığı "Umumî Türk Tarihine Giriş" adlı büyük ve değerli eserinde (s. 66) Çengiz Kaan'ı 1221'de ziyaret eden Çao-hong adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgiyi nakletmiştir. Bu elçi, Çengiz'in eski Şato Türklerinden indiğini gayet açık olarak belirtmiştir. Şatolar ise, bilindiği üzere eski Gök Türkler'den inen büyük bir uruktur. Çengiz'in tipi hakkındaki tarihî bilgiler de (uzun boy, kumral saç, beyaz ten, yeşil göz) eski Gök Türk kağanlarınınkine uymaktadır. Çengiz'in aile adı olan "Börçegin", "Börü Tegin'in Moğolca söylenişinden ibaret olduğu gibi "Çengiz" kelimesi de "Tengiz" yani "Deniz" kelimesinin Moğolca söylenişinden başka bir şey değildir. Türkçe'de "t" ile başlayan kelimelerin Moğolca'da "ç" ile başladığını Altay dilleri uzmanları söylemektedir.

Çengiz'in ailesi hiç şüphesiz eski Türk devlet geleneğine uygun olarak çok eski zamandan beri Moğollardan bir kısmı üzerinde (belki de Moğollaşmış Türkler üzerinde) beğlik eden bir Eçine Hanedanı kolu idi. Bu hanedanda Türk geleneklerinin devam etmekte olduğu Çengiz'in oğullarından Çağatay ve Ögedey'in adlarından gözükmektedir. "Çağa" ve "Öge" bilindiği üzere, Türkçe kelimelerdir.

9- Aksak Temir Bek'in bir Barlas gibi olması ve Barlasların Moğol uruğu sayılmasında Temir'in Türklüğüne engel değildir. Temir'in ailesi de Çengiz ailesinin bir kolu olup Barlas uruğu üzerinde beğlik etmiştir. Ruslar tarafından Temir'in mezarını açmak suretiyle yapılan incelemeler onun da uzun boylu ve beyaz tenli olduğunu ortaya koymuştur ki eski Arap ve Fars edebiyatlarındaki Türk tavsifine tamamen uygundur. Üstelik Temir'in anadili de Türkçe'dir.

10- Ne Çengiz ne Temir Bek, Aryanî tipinde değildi. Klâsik Türk tipi bazı sahtekârların iddia ettiği gibi Hind Avrupa tipi olmayıp Çinlilerle Aryanîler arasında orta bir tiptir. Mezarlardan çıkan kafatasları, eski heykeller, eski duvar resimleri ve tarihî tavsifler bunu gösterdiği gibi Arap ve Fars şiirlerinde de çekik gözlü Türk güzellerinin övülmesine dair birçok örnek vardır. Milâdî 1114'te, yani daha Çengiz'in ve Moğollar'ın ortaya çıkmasından ne kadar önce ölmüş olan Zemahşerî'nin bir Türk güzeli hakkında yazdığı şu şiirlere bakın:

"O ne kutlu bir gündü ki Yâfes kızlarından güzel ve cilveli bir kıza malik olmuştum. O güzel gözleri her ne kadar dar ise de sihir kârlık bakımından geniştir. Baktığı vakit gözlerinin karası görünürse de güldüğü zaman bu siyahlığın hepsi kaybolur."

* * *

"Türk"' neslinden bir güzel kız beni kendi isteğimle ölüme doğru götürmektedir. O kızın kendi fettan, gözleri de öldürücüdür. Zaten Türk'ün öldürücülüğü meşhur değil midir? Bu kızın kardeşinin kılıcı ne kadar kesici ve öldürücü ise de bu hususta onun gözü erkek kardeşinin kılıcından daha kesicidir. Kardeşi, aldığı esirleri azad ederse de bunun esirleri azad kabul etmez. Kardeşi bazı insanların kanını dökerse de bu herkesin kanını dökmektedir. Kardeşinin elinde kâfirler feryad etmektedir. Bu ise Müslümanları inletmektedir. Ben onun hicranı ile ağladıkça o benim karşımda güler ve güldüğü vakit büsbütün darlaşan gözleri kalbimi yaralar."

* * *

"Su'dâ (1) ya şöyle söyle: Bizim sana ihtiyacımız yoktur ve biz iri siyah gözlüleri istemeyiz. Dar gözler ve dar gözlüler bizim düşüncemizi ve hayalimizi doldurmuşlardır. Onlar baktıkları vakit yalnız gözlerinin siyahlıkları görünür. Fakat gülecek olurlarsa o siyahlık da görünmez olur. Türk yüzü-ki Tanrı onları kem gözden esirgesin-gökteki ay gibidir" (Atsız Mecmua, Sayı: 15, 15 Temmuz 1932, Sayfa: 66-67.)

11- Oğuzlar'ın da vaktiyle tam klâsik Türk tipinde olduklarının en büyük delili daha Selçuklu devleti kurulmadan önce ölmüş bulunan Mes'ûdî'nin kaydıdır. Mes'ûdî "Oğuzlar çekik gözlüdür. Fakat onlardan daha çekik gözlü olanlar da vardır." demektedir. Genellikle Oğuzlar'ın torunları olan bugünkü Türkiye Türkleri'nin arasında da bu tipin tam veyâ biraz değişik örnekleri çok sayıda göze çarpmaktadır.

12- Aksak Temir'in Türkiye Türkleri ile çarpışmasını bir millî dâvâ haline getirmeye çalışmak millî bir ihanetten başka bir şey değildir. Aksak Temir'in Yıldırım Bayazıda karşı savaşan ordusunda pek çok Doğu Anadolulu Türkmen vardı. Bu savaş gerçekte Osmanlı-Karaman, Osmanlı - Akkoyunlu, Osmanlı - Safevî vuruşmaları gibi bir iç savaştır. Osmanlı - Karaman ve Osmanlı - Safevî savaşlarında gösterilen sertlik Osmanlı - Çağatay savaşındakini bastıracak niteliktedir. Bu çarpışmalar Türk tarihinin oluşundaki bir kader sonucudur. Türk tarihi pek çok iç çârpışmalarla doludur. Nitekim Osmanlı tarihinde de prensler arasındaki kıyıcı savaşlar büyük bir bölüm teşkil eder.

13- Son zamanlarda Kül Tegin anıtının bulunduğu yerde keşfedilip Kül Tegin'e ait olduğu iddia edilen heykelin tipi arkaik Orta Asya tipidir. Herhalde Kül Tegin'in veya Gök Türkler'in de "Moğol" olduğu iddia edilemez.

14- Selçukluların İranlı saray şairlerinden "Dih Hudây Ebu'l-Ma-âlîyi'r Râzi" Selçuk sultanının sarayındaki Türk kölemenlerden bahsederken şöyle demektedir: "Hepsi Kırgız ve Çin kökünden olan servi boylular, hepsi Yağma ve Tatar tohumundan olan gül yüzlü güzeller. Aralarında gümüş çeneli Oğuz ve Kıpçak güzelleri, mis yüzlü ve ay gibi Kay ve Kimekler de var. Tanrım, bu Türk çocukları ne güzel şeyler ki onlara bakan insanın gözleri bahar gibi olur."

Buradaki Çin'den maksat uzakdoğu Türkleri ve belki de Moğollardır. Tatarlar'ın Yağmalarla birlikte gül yüzlü güzeller olarak gösterilmesi onların su katılmamış Türklüklerine en büyük delildir.

15- Bugün özellikle "Tatar" denilen Türkler Kazanlılarla Kırımlılardır. Kazanlılar eski Bulgar Türklerinin, Kırımlılar da Kıpçakların torunlarıdır. Yani bugün siyasî ve hatta coğrafi bir anlamı olan Tatar kelimesini bir Moğol uruğu, yahut Türk'ten başka bir şey diye düşünmek imkânsızdır.

Bu şartlar içinde Türk tarihinin iki büyük şahsiyeti olan Çengiz Han ile Temir Bek'i Türk'ten gayrı ve hele Türk düşmanı olarak görmek, göstermek ve düşünmek tarihi tahrif etmekten başka bir şey değildir. Özellikle Tatar kelimesini Moğol veya gayrıtürk bir millet anlamında kullanmak hiçbir şey bilmemek demektir.

Türkler, Türk tarihinin birinci sınıf insanlarından bazılarını tenkit etmek, beğenmemek, sevmemek hakkına maliktirler. Fakat hanedanlar arasındaki rekabetler dolayısıyla bunlardan birini tutarak onun hasmını millî düşman diye ilan edemezler. Irk davalarında coğrafyanın hiçbir değeri yoktur.

Türkler'den bazılarını millî düşman diye göstermek hem tarihi değiştirmek, hem de yarınki Türk birliğini baltalamak olur. Bu baltalama, tarihî düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürmektir.


(1) "Su'dâ", Zemahşerî'nin Arap sevgilisinin adıdır. Bu şiirleri o zaman Kelâm Tarihi profesörü, sonra Diyanet İşleri Başkanı olan Şerefeddin Yaltkaya tercüme etmişti.

Nihal ATSIZ
Ötüken, 23 Temmuz 1966, Sayı: 31 � 32