20 Ağustos 2015 Perşembe

AN LU SHAN

Destanlar, milletlerin kahramanlık hikâyelerinin toplamıdır. Öyleyse destanları zengin olan halkların tarihleri de o ölçüde muhteşemdir. Bu açıdan baktığımızda Türklerin tarihi pekçok destanî hikâyelerle doludur ve bunların da büyük bir kısmı gerçekleri yansıtır. Zaten destanların en önemli hususiyeti, içerisinde milleti yakından ilgilendiren yaşanmış olaylara yer verilmesidir.
Türk milletinin tarih sahnesine çıktığı günden beri başından acı, tatlı birçok hadise geçmiştir. Ve Türkler, dünyanın en eski halklarından birisi olması hasebiyle destanlar bakımından son derece şanslıdır. Elbette geçmişte cereyan eden her hadiseyi destan sınıfına sokmak mümkün değildir. Bunun için bazı özel şartların olması gerekir. Bunlar yerine gelmişse, destan olarak değerlendirilir ve tarihi hadiseler yazılırken bunlardan yararlanılır.
Hiç şüphesiz Türk destanlarının en muhteşemlerinin başında Oğuz-nâme gelir. Bunun yanısıra Türklerin Türeyişi ve Ergenekun, Tölöslerin Türeyişi, Sır Tarduş Boyunun Yok Olması, Uygurların Türeyiş ve Göç Destanları, Kimek, Başkurt, Alp-Er Tonga, Hun Liu Yüan (Yügen), Attila (Ata İllig), Çor Destanı bizim sözlü edebiyatımızın en eski bakiyeleridir. Bir nev’i Oğuz-nâme olan Dede Korkut Hikâyeleri de Türk kültürünün bir şaheseridir.
Bununla beraber ismi hususunda şimdiye kadar herhangi bir deneme yapılmayan tarihte önemli olaylara imza atmış Türk beylerinden birisi de, An Lu-shan’dır. Maalesef Çin dili uzmanları veyahut da bizdeki sinologlar, böyle meselelere kafa yormadıklarından dolayı Türk tarihinin ve kültürünün pekçok tartışmalı problemini halledemiyoruz. Zamanında, büyük Atatürk tarafından kurulmuş olan Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesinde eski Türk tarihinin kaynaklarının araştırılması ve Türklere ait yabancı belgelerin çevrilmesi için bir Sinoloji (Çin Dili) Kürsüsü açılmış ise de, tıpkı diğer bölümlerde olduğu üzere burası da esas görevini unutarak, sadece günümüzde basit tercümanlar yetiştirmeye yönelik çağdaş Çin dilini öğretmekle yetiniyor.
An Lu-shan, 8. asırda Uygur Kağanlığı zamanında karşılaştığımız bir Türk beyidir. Onun kimliği konusunda bugüne kadar değişik görüşler ortaya atılmıştır. Bunun da başlıca nedeni Çin dilinin öğrenilmesi, onun sorunları ve Çinlilerin yeterince bilgi vermemeleri yüzündendir. An Lu-shan’ın bir Moğol veya Sogdlu olduğu söyleniyorsa da bizce bu doğru değildir. Bununla birlikte onun bugünkü Çin’in Ying-chou eyaletinde, 703 senesinde bir Türk prensi baba ile Sogdlu bir anneden doğduğunu söyleyenler de mevcuttur. Ama Çin kaynaklarına göre, annesi Arslanlar (A-shih-te) soyundan gelen bir kamdı ve babası öldüğünde bir müddet Kök Türk topraklarında kaldılar. Dolayısıyla yabancı bir halktan gelme ihtimali yoktur. Yine An Lu-shan’ın atalarının Kapgan Kağan’ın 7. yüzyılın sonlarına doğru yaptığı seferlerde devletin merkezine yerleştirildiğini, fakat 716’da da Kök Türk Kağanlığı’ndaki iktidar değişikliği sırasında yaşanan olaylar ve isyanlar yüzünden Çin’e kaçtıkları belirtilir.
Belgelerden anlaşıldığı kadarıyla An Lu-shan’ın ailesi kamlık sanatıyla uğraşıyordu. Son derece zeki olan bu Türk liderinin, 742 senesinde Çin imparatoruyla tanışması onun önünü açtı ve imparatorun güvenini kazanarak; Çin’de iyi bir mevki edindi. Para ve sefahata düşkün Çinli memurları çok iyi kullanıyor, onlara verdiği rüşvetler sayesinde sürekli yükseliyordu. Kendine ait bir idari bölgeye de sahip olan An Lu-shan, imparatorun sarayına istediği zaman girip-çıkıyor; kraliçe ve prenseslerle çok yakın ilişkilerde bulunabiliyordu. Hatta imparatoriçenin ona aşık olduğu yolunda dedi-kodular da çıkmıştı. An Lu-shan’ı çekemeyen Çinli vezirler ve komutanlar ileride başlarına bela olacağını işaret ettilerse de, bunun pek işe yaramadığını görmekteyiz. Herhalde, Çin hükümetiyle vakti geldiğinde münasebetlerini koparmayı planlayan An Lu-shan birtakım hazırlıklarda bulunuyordu. Arasında yabancıların da yer aldığı, ama temelini Türklerin oluşturduğu ve Çin başkentine çok yakın bir mevkide, sayısı 150 bine varan kuvvetli bir ordu topladı.
Nihayet 755’te, o dönemdeki Çin baş-vezirini sevmediğini ileri sürerek isyan bayrağını açtı. Çinliler belki onu hafife aldılar ve taktiksel bir hata olarak, bu ayaklanmaya karşılık, An Lu-shan’ın çocuklarından birini öldürdüler. Fakat iki büyük Çin ordusu An Lu-shan’ın adamları tarafından yenildi. Çin imparatoru yerini oğluna bırakarak, kaçmak zorunda kaldı. Yine tarihi vesikaların haberlerine göre; imparatorla beraber firar eden askerler başlarına gelen bütün bu felaketlerin sorumlusu olarak gördükleri imparatoriçeyi yolda boğarak öldürdüler.
Türkler karşısındaki bu büyük hezimet üzerine Çinliler, başka bir Türk idaresinden, Ötüken Uygur Kağanlığından yardım talebinde bulundular. Ne yazık ki Uygur hakanı bu isteğe olumlu cevap verdi. Kuzeyden gelen dinamik ordu ve mukaddes kağana karşı, An Lu-shan’ın yanındakilerin bir bölümü savaşmak istemeyince, Çin’deki Türkler de ona cephe almaya başladı. Bu sırada Çin’e giden ordunun önünde Uygur kağanı bulunuyordu ve o ilk önce An Lu- shan’ın en güvendiği müttefiki olan Tongra Türklerini sindirdi. Daha sonra bu mükemmel askeri kıtanın komutanlığını Börü Kun (Moyun Çor) Kağan’ın oğlu Ulug Bilge Yabgu üstlendi. Türk-Uygur ordusu Çin ülkesine büyük bir ihtişamla girmişti. Onları karşılayan Çinli yetkililer kurt başlı sancağın önünde eğilip, onu selamlıyorlar ve öpüyorlardı.
Çin tarihinde bir dönüm noktası olan An Lu-shan maalesef kuzeyden inen bu akrabalarına karşı başarısız olup, bozgunlar peşi-sıra gelince, nihayet kendi adamları tarafından öldürüldü. Söylendiğine göre, 60-70 bin civarında insanın öldüğü An Lu-shan hareketini, vefatından sonra oğulları ve komutanları devam ettirmeye çalıştılar.
An Lu-shan’ın ölümü hususunda çeşitli rivayetler vardır. Bunlardan bir tanesi, hastalanarak kör olması yüzünden, danışmanları tarafından öldürüldüğü şeklindedir. İşte buna binaen bazı ilim adamları An Lu-shan ile tarihteki Kör-oğlu’nu birleştirmektedirler. Bu ne dereceye kadar doğrudur, bilemeyiz; ama bir hakikat söz konusu ki, Kör-oğlu Destanı sadece Türkiye topraklarında yaşayan bir halk hikâyesi değildir. Ona ait izlere Azerbaycan ve Türkistan gibi diğer Türk coğrafyalarında da rastlıyoruz. Bu yüzden Kör-oğlu Destanı’nı da umumen Türk dünyasına mâl etmek yerinde olur.
Başka bir mevzu da, An Lu-shan ayaklanmasından bütün Orta Asya Türklüğünün etkilenmiş olmasıdır. O, çalkantılı yıllarda Çinliler bu hadiseler için şarkılar yazmıştır. Yani, Asya’daki pekçok kavim şöyle veya böyle, bu toplumsal harekete katıldılar. Hatta An Lu-shan olaylarının doğrudan veya dolaylı Çinlilerden daha çok Türklere tesiri olduğunu da söyleyebiliriz. Mesela, bu isyanı bastırmak için Çin’e gittiği esnada, Böğü Kağan’ın orada tanıştığı Mani rahiplerini ülkesine getirerek, Maniheizmi resmen devlet dini olarak seçmesi önemlidir. Bunun yanı sıra bazı Uygurların Çin’e yerleşerek ticaret hayatına meyletmeleri, insanların yerleşik hayatın nimetlerine ve zaaflarına kapılmaları, tembelliğin hastalık şeklini alması, toplumun bel kemiğini oluşturan kadınların, Çinli hanımlara özenmeleri, hırsızlık, dolandırıcılık ve rüşvet gibi kötü alışkanlıklar, Türk sosyal hayatında bir çöküşe sebep oldu.
Bütün bunlar bir yana meşhur An Lu-shan’ın doğumuyla ilgili olarak Çince vesikalarda şöyle bir hadise anlatılmaktadır: “Büyük Arslanlar (A-shih-te) ailesinin kadın kamlarından birisi sürekli savaşçı bir oğlan sahibi olmak için Tanrı’ya yakarıyordu. Dilekleri Tanrı katında kabul oldu ve bundan kısa bir süre sonra hamile kaldı. Nihayet doğum günü geldiğinde, beklenmedik bir anda çadırın tepesinden giren bir ışık her tarafı aydınlattı. Bu sırada kurt, kuş, bütün yabani hayvanlar uludu. Sanki onun doğumunu hep birlikte kutluyorlardı. Obada bulunan kamlar bunu gökteki birtakım olaylara yordular ve şans getireceğini söylediler.
Fakat o zaman onların yaşadığı yer Çin imparatorluğunun kontrolü altındaydı. Çinli görevliler bu hadiseyi duyduklarında hemen oraya vardılar.
Tanrı’nın gönderdiğine inanılan bu çocuğun ortadan kaldırılması lazımdı. Çadırı kuşatarak içindekileri öldürmek istediler. Ama anne ve çocuk durumdan haberdar olunca oradan kaçtılar ve saklanarak, ölümden kurtuldular. An Lu- shan’ın annesi de Tanrı tarafından esirgendiklerine inanıyordu. Onu Tanrı’nın bir lütfu olarak gören kadın çocuğuna Batır/ Urungu (savaşçı anlamına gelen Ya-lo-shan) adını verdi”.
An Lu-shan’ın doğumu Hikâyesindeki bazı motifler, diğer Türk destanlarında da karşımıza çıkan ana temalardır. Bunlardan birisi, yukarıda da gördüğümüz üzere, aşırı derece de bir erkek çocuğa sahip olma hayalidir. Bunun da sebebi, ailenin ve soyun devamı için evlat şarttır. İşte o zaman aile anlamlı bir bütün haline gelir. Ailenin esas gayelerinden birisi de nesli çoğaltmadır.
Bir diğer unsur ise, ışıktır. Destanların büyük kahramanları; bu kahramanlara kadınlık ve kutsal Türk çocuklarına annelik yapan hanımlar, çoğu kere ilahi bir ışıktan doğarlar. Oğuz Kağan Destanı’nın başkahramanı Oğuz dünyaya geldiği zaman onun yüzü gök, yani aydınlık idi. Oğuz’un Kün, Ay, Yılduz adlı büyük oğullarını doğuran ilk karısı, ortalığı karanlık bastığı zaman gökten inen bir ışıktan peyda olmuştu. 4. asrın başlarında Çin’in kuzeyinde, Ordos’taki Chao bölgesinde teşekkül eden Hun hanedanlığının kurucusu Şad İlli (She-le) doğduğunda, annesinin etrafında ışıklar parlamıştı. Ayrıca Uygur destanlarında, Uygurlara baş seçilen Böğü (Bugu) Han, diğer dört kardeşiyle beraber Togla ve Selenge ırmakları arasında bir ağaç üzerine düşen semavi bir ışıktan yaratılmıştır.
İslamiyet’ten sonraki destanlarda da ısrarla sürecek bu kutlu ışık, Türk inanışına ve düşüncesine; var olmanın temel unsurlarından güneşin ve ışığın yansımasından başka bir şey değildir. Eski Türk dininin cennete gitmeyi ifade eden “uçmak” hadisesi ve “sonsuzluk” da bir ışık âlemidir. Uygur Kağanlığı zamanında kabul olunan Maniheizmin de temel tanrısı iyilik, yani ışık tanrısıdır. Çünkü Böğü Han’ın rüyalarına giren kız bir nur gibidir.
Bütün bu ışık motifleri bize eski Türk inanış ve düşüncesinde ışığın önemli bir unsur olduğunu göstermektedir. Türklerin Müslümanlığı seçtikten sonra İslam nuruna neden bu kadar sarıldıkları bunu ortaya koymaktadır. Onlar, İslam’ın aydınlığını karanlıkta kalmış ülkelere yaymak için yüzlerce yıl canını vermişlerdir. İslam’dan önce de bu, Türk adaletinin ışığı ve temizliğinden başka bir şey olmasa gerek.
Destanların teşekkül ve kayda geçiş yerleri neresi olursa-olsun, bunların muhtevasında aynı düşünüş ve anlayışa rastlanılması, bu insanların hepsinin ortak bir kültüre sahip bulunduklarının bir göstergesidir. 340
Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ
“Türk Tarihinde An Lu-shan ve Destanı”, Tarihin Pesinde, 3/5, Konya 2011

Çingiz Han

Bugün dahi Türk mü, Moğol mu tartışmalarının yapıldığı Çingiz Han gibi, dünyanın gelmiş-geçmiş en büyük fatihlerinden birisine sahip olabilmek için pekçok millet can atıyor. Biz Türkler ise, bir kısmımız onu milli kahraman ilan ederken, bir bölümümüz de özellikle Müslüman dünyasına verdiği zarardan dolayı, ona lanetle bakıyoruz. Ama hakikat olan bir şey varsa, o Türk tarihinin bir parçasıdır ve bunu da kimse inkâra kalkışamaz. Onun Türklüğü ya da gayri- Türklüğü konusunda anlatılanlara baktığımızda, Türk diyenlerin de, olmadığı iddiasında bulunanların da kendilerince haklı düşünceleri vardır.
1240 tarihlerinde kaleme alınan “Moğolların Gizli Tarihi” adlı eserde, Çingiz Han’ın (1155-1227) şeceresi sayılırken, en eski ceddi Türk destanlarında olduğu gibi, bir bozkurta bağlanmakta ve Türk menşeli olduğu hakkında rivayetlerle desteklenmektedir. Dolayısıyla Çingiz Han’ın Türk olduğunun ileri sürülmesi bu yüzdendir.
Çingiz’in doğumuyla ilgili anlatılanları incelediğimizde; Türk ve Moğol boyları arasında devam eden mücadeleler sırasında, Kıyat-Börçegin sülalesinden Yesugey Bagatur, Merkitlerden Ulun-eke adında bir kadını kaçırmış ve bu hatun sonradan Çingiz’in anası olmuştur. Bu hadiseyi unutmayan Merkitler de 10 yıl sonra Yesugey’i öldürdüler. 9 yaşlarındayken yetim kalan Temuçin ve kardeşleri, rakipleri tarafından ortadan kaldırılmak istenmişler ve anaları onları çok zor şartlarda büyütmüştür. Bu kadının vaziyeti yüzyıllar önceki, Bilge ve Köl Tigin kardeşlerin annesi İl Bilge Katun’a benziyordu. Zamanla dostları ve ünü artan Temuçin’e 1196’da (veyahut da 1206) toplanan bir kurultayda Çingiz unvanı verilerek han seçildi.
Böylebir giriş yaptıktan sonra Çingiz’in ortaya çıktığı çağın özelliklerine de kısaca bakmakta fayda vardır. Bilindiği üzere 12. yüzyıl, tarihi açıdan Orta Asya’da tam bir keşmekeş dönemidir. Bu sırada güçlü devletlerin olmaması yüzünden (ki, biz burada Asya’nın batı kesimini, özellikle bugün Türkistan diye adlandırılan bölümü ayrı tutuyoruz), küçük kabile idarelerinin sayısının fazlalığı açıkça görülür. Çünkü Asya’da artık ne bir Hun, ne bir Kök Türk, ne de kısmen Uygur Devleti benzeri bir merkezi otorite etrafında ülkeleri ve toplulukları kendine bağlamış yönetimler yoktur. Mevcut teşekküllerden olan Kıtan, Tangut ve Cürcet devletlerinin varlıklarının bile esamesi okunmuyordu. Her nekadar Çingiz’in zuhuru sırasında, bu devletlere rastlıyorsak da, Kıtan ve Tangut tarihine baktığımızda, gerçek manada siyasi bir yapıya erişemedikleri gibi, millet olma düzeyine de gelememişlerdir. Yine bu esnada doğudaki Mançu- Moğol asıllı Cürcet Hanlığının uğraştığı saha Çin olup, zaten onlar da kısa bir süre sonra Çinlileşmişler, kendi akrabaları olan batıdaki halklarla yeterince ilgilenmedikleri bir yana, onlara çok hakir bir gözle bakmışlardır.
Tabiki bütün bu siyasi organizasyonlar ve toplulukların sosyal durumları ayrı ayrı araştırma konusudur. Ancak bizim yukarıda çizmeye çalıştığımız çerçeve dikkate alınınca, Çingiz veya bir başka kişinin bu tablo içerisinden sıyrılıp, yükselmesinin de mukadder olduğu, kaçınılmaz bir gerçektir. Çünkü Orta Asya’nın Türk ve Moğol halklarının kendilerine bir kurtarıcı bulmaları gerekiyordu. Hele hele Türkler, binlerce yıl Asya’da efendi durumundayken Çinlilerin ve Kıtanların oyuncağı haline gelmişlerdi ve bu durum onları içten içe hiddetlendiriyordu. Türklerle, Moğollar uzun yıllar birlikte yaşamış olduklarından ve Moğolların epeyce Türk idaresinde kalmaları yüzünden, dil ve kültür bakımından Türklere fazlasıyla yaklaştıkları da ortadadır. Yeni bir liderin etrafında birleşmemeleri için hiçbir neden yoktu. Yani demek istediğimiz, tarihi şartlar zaten teşekkül etmişti. Bütün bunlar göz önüne alınınca, her yönden Moğollardan kalabalık olan Türkler; hem güneydeki Öngütler (Sha-tolar), hem de Turfan bölgesindeki Uygurlar uzak durmadı. Herkes bir an önce eski günlere dönmenin özlemini çekiyordu. Bozkırın en savaşçı kabilelerinden olan Öngütler, Çin’in iki yüzlü politikalarından ve sürekli kan kaybından bıktığı gibi, Uygurlar da Kıtan ve Tangut baskısıyla ve onların beceriksizlikleri sebebiyle bozulan ticari ilişkiler için Çingiz Han’ın yanında olmayı tasa etmediler. Elbette ki Çingiz de Türklere yeterince önem veriyordu. En büyük komutanı bir Tuva Türkü (Uranhay) olan Subutay’dı ve onu ordularının başına atadı. Askerlerinin muharip gücünü başta Öngütler olmak üzere, diğer Türk kabilelerinden oluşturdu ve çocuklarıyla, halkının eğitimini Türk muallimlerin eline bıraktı. Devlet idaresinde okuma-yazma bilen herkesten yararlanmakla beraber, bu işte özellikle Uygur danışmanlara çok güvendi
Bununla birlikte o hakimiyetini meşrulaştırana kadar yine birtakım sıkıntılar çekti. Özellikle Çingiz’in kan kardeşi Camuka ile olan mücadelesi çok renklidir. Neticede Çingiz, kendisine karşı ayaklanan Camuka’yı mağlup etmiş ve eski Türk adetince yayının kirişi ile boğularak öldürtülmüştür. Belki Çingiz, Camuka’nın ölmesini istemiyordu, ama bu cesur rakip bizzat kendisi idam edilmeyi diledi. Çünkü bağışlandığı takdirde, sürekli olarak Çingiz, onun yeniden baş kaldıracağı düşüncesini taşıyacaktı. Bütün düşmanlarını tek tek ortadan kaldırdıktan sonra 1206 Bars yılında Onan Nehrinin kaynağı mıntıkasında toplanan kurultayda, büyük kağan atanmasıyla hanlığın kurulması ve dış seferleri başladı. Devlet teşkilatının esaslarının tespit edildiği Yasaklar da (kanun), bu mecliste kararlaştırıldı. Elbette bu yasalar da durup dururken ortaya çıkmadı. Bunlar Türk sülaleleri ile toplumunun içinde yaşıyordu ve o zamanın şartlarında bir ihtiyaç olduğu için gündeme geldi. Kaynaklar, Çingiz Han’a izafe edilen bu toplum kurallarının, Çingiz Han ve karısı Börte tarafından küçük yaşlardan itibaren büyütülmüş bir Türk olan Şiki-Kutuku’nun eliyle metal levhalar üzerine kazındığını aktarmaktadır. 1206 kurultayında Çingiz, Şiki-Kutuku’ya şöyle emrediyordu: “Bize tabi olan insanları sınıflandır; keçe çadırlarla, tahta evlerde oturanları ayır. Kimsenin sözlerine karşı gelmesine izin verme. İnsanların içinde hırsızları temizle, yalancıyı kontrol et, ölümü hak edeni öldür, cezayı hak edeni cezalandır, sonra bütün halkla ilgili alınan kararları Kök Defter’e kaydet”.
Çingiz kısa sürede Nayman, Oyrat ve Kırgızları yendi (1206). Kuzey Çin’deki Kıtan ve Tangutlara karşı savaşarak (1211), Pekin’i ele geçirdi (1214). Generallerinden Muhali Sarı Irmağın kuzeyindeki bölgeleri zapt etmiş (1217), Doğu Türkistan’daki Uygurlar (1209), Yedi-su bölgesindeki Karlukların hükümdarı Arslan Han (1211) ve Almalık (Kulca) hükümdarı Bozar Çingiz Han’a gönüllü olarak katılmıştı. Yine komutanlarından Kurt Cebe Noyan, Cungarya ve Doğu Türkistan’ı geçerek Kaşgar ve Hotan üzerinden Pamir’e varmış; Çingiz’in ikinci oğlu Çagatay İrtiş’ten hareket edip, Baykal Gölünün kuzeyinden ilerlemiş; büyük oğlu Cuci, Kaşgar, Oş ve Hokand üzerinden Maveraünnehir’e ulaşmıştı (1217).
Bu arada bozkırda hüküm süren Harezmşahlar hanedanlığı da mühim bir kuvvet olarak göze batıyordu. Çingiz her zaman devletini ve milletini düşünen bir devlet adamı olarak belirirken, Harezmşah Muhammed de tutarsız tavırlarıyla o çağda dikkati çekiyordu. Her şeye rağmen Çingiz Han ile aralarında bir barış andlaşması söz konusu olduğu için kendisini güven içerisinde hissediyordu. Bu sırada Sır Derya üzerinde bulunan Otrar şehrine 1218 yılında, Çingiz Han’dan gelen bir kervan mallar getirmişti. Söylendiğine göre, kervancıların arasında Çingiz Han’ın casusları da bulunuyordu. Hiç soruşturma yapılmadan ve Harezmşah’a haber verilmeden dörtyüzelli kişilik kervanın mallarını Harezm’in Otrar valisi yağmalattı ve tüccarları da öldürttü. Çingiz Han, Sultan Muhammed’e tazminat istemek için üç elçi gönderdi. Bunlardan biri Türk, ikisi Moğol idi. Sultan Muhammed, İslam adına Türk elçinin kafasını vurdurduğu gibi, Moğolları da azarlayarak ve sakallarını keserek, geriye gönderdi. Neticede iki devlet arasında savaş çıkması kaçınılmaz oldu. Çingiz Han, ordusu ile bütün Sır Derya boyunu ele geçirdi. Otrar şehrinde taş üstünde taş bırakmadı. Yakalanan valinin göz ve kulaklarına eritilmiş gümüş dökülerek, infaz olundu. Çingiz önünde tutunamayan Alaaddin Muhammed, Hazar Denizi üzerindeki adalardan birine sığınmış, bir süre sonra da hastalanarak ölmüştür (1220).
Kudbeddin’in oğlu Celaleddin de onun önünde bir varlık gösteremedi. Bu vesileyle kaynaklarda şöyle ilginç bir nota rastlamaktayız: Celaleddin Harzemşah 1220 yılında, Çingiz Han’la Hindistan’da bir harp yapmıştır. Moğollarla gün boyu yapılan çarpışmada yorgun düşmesine rağmen, halâ mücadeleyi bırakmamıştı. Çingiz Han da onu mutlaka sağ ele geçirmeyi arzuluyordu. Tam yakalanacağı sırada henüz dinç olan bir atın üzerine bindi, giydiği zırhları da atarak, İndus Nehrine bu atı sürüp, karşı kıyıya çıktı ve kurtuldu. Celaleddin, bu atı Tiflis’in fethine kadar (1226) yanından hiç ayırmadı ve üstüne hiç binmedi. Bu at benim hayatımı kurtardı diyerek, ona büyük bir saygı gösterdi.
Daha sonra Çingiz’in küçük oğlu Tuluy güney-batıdan yürüyerek Merv’i aldı (1221), Tebriz ve Tiflis üzerinden Kafkasya’yı geçti ve Dneper’e kadar ulaştı (1222). İran’ın zaptı tamamlandıktan sonra, güney orduları Anadolu’nun içerilerine kadar sokuldular. Çingiz’in kendisi de Hindukuş’u aşarak (1221), İndus yakınlarında Harezmlilerin geri kalanlarını dağıtıp; Pencap’ı istila etti (1222). Fakat o, güney Çin’deki karışıklıklar yüzünden geri dönmek mecburiyetinde kaldı. Tangut seferi sırasında attan düşerek yaralandı ve 1227 Domuz yılında öldü.
Çingiz’in zuhurundan sonra, Türk boylarının bir kısmı barış yolu ile bir kısmı da savaş neticesinde ona tabi oldular. Sayı bakımından devlet içerisinde azınlığa düşen ve kültür bakımından Türklere nazaran aşağı seviyede olan Moğolların mühim bir kısmı zamanla İslamiyeti kabul ederek Türkleşmiş, kalanları da Moğolistan’a dönmüştür.
Çingiz Han ölmeden önce, üçüncü oğlu Ögedey’in han olmasını istemiştir. O, 1228’de toplanan kurultayda Çingiz’in vasiyetine uyularak han seçildi. Ögedeyi kardeşi Çagatay tahta oturttu. Onun zamanında Kore toprakları da Türk-Moğol hanedanlığı sınırlarına katıldı. Çin tamamıyla itaata alındı ve 1237-1241 arasında ise, Rusya ile Doğu Avrupa toprakları Çingiz Devletine tabi oldu.
Savaşçılık kadar bilime de önem veren Çingiz Han, oğullarının terbiyesi için Uygur muallimleri görevlendirmiş, dolayısıyla başlangıçtan itibaren Moğollar arasında Türk töresi ve dili yayılmış idi. 1206’daki kurultayda Türk töresini ve yasasını uygulayacağına dair and içmişti ki, onun ölümünden günümüze kadar bu yasa ve töreler geçerliliğini korumuştur. Adam kullanmasını ve devlet idaresini çok iyi bilen Çingiz Han, askerleri arasında vatan ve millet sevgisini uyandırarak milliyeçiliği alevlendirmiştir.
Hernekadar dünyanın en otoriter hükümdarı olarak görünse de, her savaştan önce mutlaka kurultay toplardı. Çingiz’in fetihlerinde en önemli rolleri onun büyük komutanları durumundaki Cebe Noyan, Subutay, ve Bugurcu üstleniyorlardı. Cebe tıpkı daha önceki atalarının yaptığı gibi Çin Seddi’ni geçerek, bu ülkeyi yağmaladı. Çingiz, harp planlarında komutanlarının sözlerini her zaman dinledi. Bütün bunlar onun büyük bir devlet adamı olduğunu göstermeye yeter.
Yüce amaçları olan bu devlet adamının vefatından sonra, oğulları ve torunları mirasını layıkıyla koruyup, sürdüremediler. Bu yüzden koskoca Türk-Moğol Devleti de günden-güne çöktü. Çingiz Han’ın çok önceden tahmin ettiği gibi, bozkır avcılarının torunları ihtişamın ortasında, yerleşik hayatın zevk ve sefasının içinde varlıklarının sebebini unuttular. Ama olan, kalabalık bir Türk toplumu ile bir avuç Moğol’a oluyordu. Son bir defa Mengü Kağan bu kötü gidişe tepki göstererek, eski sadeliğe geri dönmek istemişti, ama ömrü yetmedi. Kubilay Kağan da hanedanını kesin bir şekilde Çinlileşmeye, yerleşik hayatın nimetlerine alıştırmaya yöneltti. Onlar, artık tarihteki Türk-Moğol kudretini koruyamayacak kadar kendi benliklerini yitirdiler. Saray hayatı, zevk ve eğlencenin aşırılığı ile çok fazla gevşediler. Etraflarını saran kadınlar ve Çinli devlet adamları yüzünden, dış dünyadan koptular ve ne olup-bittiğini anlayamadılar.
Bütün bunlardan sonra bakış açısına ve sosyal olayların neticesine göre Çingiz Han, zaman zaman göklere çıkarıldığı gibi, bazan da yerin dibine batırılmaya çalışılsa da, gerçek olan bir şey var, o da; dünyanın sonuna kadar yaptıkları ve yapmadıklarıyla adı unutulmayacak bir şahsiyettir.
Prof.Dr. Saadettin GÖMEÇ
Alıntı Kaynağı: Orkun, Sayı 92, İstanbul 2005, “Türk Tarihinin Kahramanları: 33- Çingiz Han”



Cengiz Han Moğol mu yoksa Türk mü tartışmalarıyla ilgili....

Cengiz Han'ın ırk kökeni hakkında yapılan incelemeler sonucu çeşitli görüşlere varılmıştır.Bu görüşlerin en geçerli olanına göre Cengiz Han, Türk'tür. Bunun kanıtları olarak şunlar gösterilebilir:

1. Cengiz Han, Moğolca ile birlikte Türkçe de konuşmakta idi.

2. Cengiz Han konuşmalarında kendini Türk olarak tanımlamıştır.

3. Cegiz Han'ın soyu Çinliler'ce ''Şa-To'' adı verilen Türkler'e dayanır ki bu Türkler, Kök-Türkler'in devamıdır.

4. Cengiz Han, (3. maddeye bağlı olarak) tıpkı Kök-Türk kaganları gibi kumral ve açık renk gözlüdür.

5. Efsaneler, Cengiz Han'ın soyunu (tıpkı Türkler'in Bozkurt Destanı'nda olduğu gibi) Bozkurt'a bağlar. Eğer Cengiz Han Moğol olsa idi efsaneler onun soyunu kurda değil köpeğe bağlardı; çünkü Moğol geleneğinde kurt değil köpek önemlidir ve Moğol kültüründe Cengiz Han'dan önce kurt önem taşımamaktadır.

6. Cengiz Han, bugünkü Afganistan'da kendisini ziyeret eden Kadı Vahideddin Fuşanci'ye ''Peygamberimiz Hz.Muhammed her şeyi önceden bilmiş diyorsunuz; acaba benim ortaya çıkışım için ne demiş ?'' diye somuş; kadı da ''Uturkû al-Turka mâ tarakûkum, yani Türkler size dokunmadıkça siz de onlara dokunmayınız'' demiş olduğunu nakletmiş ve Cengiz Han da bunun çok bilgece bir söz olduğunu söyleyerek kendisinin Türk olduğunu belirtmiştir.

7. Bir Arap, Cengiz Han'ın oğlu Ögedey Kağan'a, babasını düşünde gördüğünü ve kendisine bir söz söylediğini naklettiğinde Ögedey Kağan ona ''Babam bunu sana hangi dille anlattı'' diye sormuş. O da Arapça anlattı deyince Ögedey, babasının Türkçe ve Moğolca'dan başka bir dil bilmediğini söylemiştir. Sonuç olarak Cengiz Han, Türk soyundan gelir. Fakat Türk ve Moğollar'ca ortak olarak hükümdar kabul edilmiş ve saygı duyulmuş bir kişidir.

CENGİZ HAN ve BOZKURT

''Moğollar'ın Gizli Tarihi'' adlı eski eser, Cengiz Han'ın soyu hakkında şunları söyler: ''Cengiz Han'ın kökeni, yücelerdeki göğün takdiri ile doğmuş ''Börteçine (Gökkurt, Bozkurt) idi.''
Bu açıkça, Türk Bozkurt Destanı'nın moğollaştırılmış halidir. Fakat burada önemli olan, Cengiz Han'ın tıpkı Eski Türk kaganları gibi, Bozkurt'a bağlanmak istenilmesidir. Türkler'de, önemli şahsiyetler ile Bozkurt arasında bir ilişki kurmak gelenektir. Ve bu gelenek Cengiz Han'la birlikte, Türkler'den Moğollar'a da sirayet etmiştir.

***********

Cengiz Han büyük bir Türk Başbuğudur.Türk'ün kutlu ülküsü TURAN'ı gerçekleştirmiştir.

Nihal ATSIZ ATA'dan alıntı yapıyorum.

"ÇENGİZ HAN" VE "AKSAK TEMİR BEK" HAKKINDA

Millî şuurun ve ilmî tarihçiliğin hâlâ gereğince gelişememesi, dinî taassubun hâlâ ruhlara hükmetmesi dolayısıyla tarihimizin bazı büyüklerine karşı saygısızlıkta bulunmak, yahut Türk ırkının şu veya bu bölümlerini birbirine düşman saymak gibi yanlışlıklar sık sık yapılmaktadır. Bunların arasında en yaygını Çengiz ve Temir düşmanlığıdır. Bu düşmanlığı yapanlar arasında Şarlman'la Şarlken'i birbirine karıştıran felsefeciler bulunduğu gibi tarihçi geçinenler de vardır.

Bu tarihçi geçinenlerden biri Türk soyunun güzelliği hakkında yazdığı bir gazete makalesinde yine dinî taassup sebebiyle Çengiz ve Temir'den "mahlûkat" diye bahsederek onların sarı "Moğol" ırkından olduğunu Türklerin ise beyaz ırkın mümessili olduğunu ileri sürdü.

Artık ilmî bir değeri kalmayan bu eskimiş sarı ırk, beyaz ırk tabirleri yanında muharririn Çengiz ve Moğollar hakkındaki son neşriyattan da habersiz olduğu, bu yazıları kırk yıl önceki ilmin kırıntılarıyla yazdığı anlaşılmaktadır.

Burada tafsilâta girişerek, bazı gençlerin sorularını cevaplandırmak üzere, şimdiye kadar varılan ilmî sonuçların özetini vereceğim:

1- Türklerle Moğollar iki kardeş millettir. Altay grubu denen akraba milletlerin en mühim iki tanesidir. Türkçe ve Moğolca eskiden tek dil olup ancak Hunlar çağında iki ayrı dil haline gelmiştir. "Hun - Türk münasebetleri" adlı tebliğ ile bunu iddia ve ispat eden Türk, Moğol ve Çin dilleri bilgini Von Gabain olmuştur. (İkinci Türk Tarih Kongresi, s. 895- 911, İstanbul, Kenan Matbaası).

2- Moğol kelimesini tarihe tanıtan Çengiz Han olmuştur. Kendisinden önce Moğollar'a (yani Moğolca konuşan boy ve uruklara) ne dendiği kesinlikle belli değildir. Sekizinci yüzyıla ait Orkun yazıtlarında görülen "Otuz Tatar" ve "Dokuz Tatar" adlı birliklerin Moğol olduğu ileri sürülmüşse de bu, bir faraziyeden ibaret kalmıştır: Çünkü bugün Moğolistan denilen eski Gök Türk ülkesinin ancak onuncu yüzyıldan başlayarak Moğollar'la dolduğu ortaya konduktan sonra Sekizinci Yüzyılın Otuz Tatar ve Dokuz Tatarlar'ın da Türk olduğu kendiliğinden belli olmuştur. Gök Türkler çağında adı geçen "budun"lardan Moğol olduğu kesinlikle bilinen ancak Kıtaylar'dır ki daha sonraki zamanlarda da tarihe Moğol olarak geçmişlerdir.

3- Fakat Çengiz'in "Moğol" topluluğu etnik değil, tıpkı "Osmanlı" tabiri gibi siyasî bir isimdir ve aralarında Türkçe konuşan veya Türk olan boylar ve uruklar da vardır.

4- Eserini On Birinci Yüzyılda yazan Kaşgarlı Mahmud, Tatarlar'ı, ayrı lehçeleri olan bir Türk kavmi olarak göstermiştir.

5- On Üçüncü Yüzyılda Büyük Çengiz İmparatorluğunu gezen Marko Polo, "Tatar" kelimesini Türkler'le Moğollar'ın ikisini birden kapsayan bir deyim olarak kullanmıştır.

6- Türkler'in kendileri de "Tatar"ı Türkler'in bir parçası ve belki de Doğu Türkçe'siyle konuşan Türkler olarak saymışlardır. Âşıkpaşaoğlu, tanınmış tarihinde Süleymanşah'la birlikte Anadolu'ya gelen Türkleri "elli bin miktarı göçer Türkmen ve Tatar evi" olarak kaydeder.

7- Osmanlı padişahlarından II. Murad zamanında, hicrî 843'te yazılıp tarafımdan yayınlanan bir tarihî takvimde Çengiz, Ögedey, Güyük, Mengü, Hülegü, Abaka, Keyhatu gibi Müslüman olmayan Çengizli kaanlar rahmetle anılmıştır. (Osmanlı Tarihine ait Tarihî Takvimler, s. 92-94, İstanbul 1961, Küçük aydın Basımevi). Yani On Beşinci Yüzyıl ortalarına kadar Türkiye'de aydınlar arasında bir Tatar düşmanlığı, Müslüman olmayan Türk'e düşmanlık diye bir şey yoktu. Bu müsamahakârlık Doğu Türkleri'ni veya Tatarlar'ı yabancı saymaktan, Çengiz Hanedanını millî bir hanedan saymaktan ileri geliyordu. Umumî bir müsamaha olsaydı aynı hoşgörürlük Bizanslılara, Ermeniler ve Gürcülere, Batılılara karşı da gösterilirdi.

8- Türkler'le Moğollar aynı kökten gelen iki kardeş millet olmakla beraber Çengiz Han, Moğol değil, Türk'tü. Çengiz'in Türklüğü tarihî geleneklerin dışında tarafsız çağdaş Çinlilerin tanıklığı ile de sabittir. Profesör Zeki Velidi Togan, 1941'de yayınladığı "Moğollar, Çengiz ve Türklük" adlı küçük eserinde, (s. 18) ve 1946'da yayınladığı "Umumî Türk Tarihine Giriş" adlı büyük ve değerli eserinde (s. 66) Çengiz Kaan'ı 1221'de ziyaret eden Çao-hong adlı bir Çin elçisinin verdiği bilgiyi nakletmiştir. Bu elçi, Çengiz'in eski Şato Türklerinden indiğini gayet açık olarak belirtmiştir. Şatolar ise, bilindiği üzere eski Gök Türkler'den inen büyük bir uruktur. Çengiz'in tipi hakkındaki tarihî bilgiler de (uzun boy, kumral saç, beyaz ten, yeşil göz) eski Gök Türk kağanlarınınkine uymaktadır. Çengiz'in aile adı olan "Börçegin", "Börü Tegin'in Moğolca söylenişinden ibaret olduğu gibi "Çengiz" kelimesi de "Tengiz" yani "Deniz" kelimesinin Moğolca söylenişinden başka bir şey değildir. Türkçe'de "t" ile başlayan kelimelerin Moğolca'da "ç" ile başladığını Altay dilleri uzmanları söylemektedir.

Çengiz'in ailesi hiç şüphesiz eski Türk devlet geleneğine uygun olarak çok eski zamandan beri Moğollardan bir kısmı üzerinde (belki de Moğollaşmış Türkler üzerinde) beğlik eden bir Eçine Hanedanı kolu idi. Bu hanedanda Türk geleneklerinin devam etmekte olduğu Çengiz'in oğullarından Çağatay ve Ögedey'in adlarından gözükmektedir. "Çağa" ve "Öge" bilindiği üzere, Türkçe kelimelerdir.

9- Aksak Temir Bek'in bir Barlas gibi olması ve Barlasların Moğol uruğu sayılmasında Temir'in Türklüğüne engel değildir. Temir'in ailesi de Çengiz ailesinin bir kolu olup Barlas uruğu üzerinde beğlik etmiştir. Ruslar tarafından Temir'in mezarını açmak suretiyle yapılan incelemeler onun da uzun boylu ve beyaz tenli olduğunu ortaya koymuştur ki eski Arap ve Fars edebiyatlarındaki Türk tavsifine tamamen uygundur. Üstelik Temir'in anadili de Türkçe'dir.

10- Ne Çengiz ne Temir Bek, Aryanî tipinde değildi. Klâsik Türk tipi bazı sahtekârların iddia ettiği gibi Hind Avrupa tipi olmayıp Çinlilerle Aryanîler arasında orta bir tiptir. Mezarlardan çıkan kafatasları, eski heykeller, eski duvar resimleri ve tarihî tavsifler bunu gösterdiği gibi Arap ve Fars şiirlerinde de çekik gözlü Türk güzellerinin övülmesine dair birçok örnek vardır. Milâdî 1114'te, yani daha Çengiz'in ve Moğollar'ın ortaya çıkmasından ne kadar önce ölmüş olan Zemahşerî'nin bir Türk güzeli hakkında yazdığı şu şiirlere bakın:

"O ne kutlu bir gündü ki Yâfes kızlarından güzel ve cilveli bir kıza malik olmuştum. O güzel gözleri her ne kadar dar ise de sihir kârlık bakımından geniştir. Baktığı vakit gözlerinin karası görünürse de güldüğü zaman bu siyahlığın hepsi kaybolur."

* * *

"Türk"' neslinden bir güzel kız beni kendi isteğimle ölüme doğru götürmektedir. O kızın kendi fettan, gözleri de öldürücüdür. Zaten Türk'ün öldürücülüğü meşhur değil midir? Bu kızın kardeşinin kılıcı ne kadar kesici ve öldürücü ise de bu hususta onun gözü erkek kardeşinin kılıcından daha kesicidir. Kardeşi, aldığı esirleri azad ederse de bunun esirleri azad kabul etmez. Kardeşi bazı insanların kanını dökerse de bu herkesin kanını dökmektedir. Kardeşinin elinde kâfirler feryad etmektedir. Bu ise Müslümanları inletmektedir. Ben onun hicranı ile ağladıkça o benim karşımda güler ve güldüğü vakit büsbütün darlaşan gözleri kalbimi yaralar."

* * *

"Su'dâ (1) ya şöyle söyle: Bizim sana ihtiyacımız yoktur ve biz iri siyah gözlüleri istemeyiz. Dar gözler ve dar gözlüler bizim düşüncemizi ve hayalimizi doldurmuşlardır. Onlar baktıkları vakit yalnız gözlerinin siyahlıkları görünür. Fakat gülecek olurlarsa o siyahlık da görünmez olur. Türk yüzü-ki Tanrı onları kem gözden esirgesin-gökteki ay gibidir" (Atsız Mecmua, Sayı: 15, 15 Temmuz 1932, Sayfa: 66-67.)

11- Oğuzlar'ın da vaktiyle tam klâsik Türk tipinde olduklarının en büyük delili daha Selçuklu devleti kurulmadan önce ölmüş bulunan Mes'ûdî'nin kaydıdır. Mes'ûdî "Oğuzlar çekik gözlüdür. Fakat onlardan daha çekik gözlü olanlar da vardır." demektedir. Genellikle Oğuzlar'ın torunları olan bugünkü Türkiye Türkleri'nin arasında da bu tipin tam veyâ biraz değişik örnekleri çok sayıda göze çarpmaktadır.

12- Aksak Temir'in Türkiye Türkleri ile çarpışmasını bir millî dâvâ haline getirmeye çalışmak millî bir ihanetten başka bir şey değildir. Aksak Temir'in Yıldırım Bayazıda karşı savaşan ordusunda pek çok Doğu Anadolulu Türkmen vardı. Bu savaş gerçekte Osmanlı-Karaman, Osmanlı - Akkoyunlu, Osmanlı - Safevî vuruşmaları gibi bir iç savaştır. Osmanlı - Karaman ve Osmanlı - Safevî savaşlarında gösterilen sertlik Osmanlı - Çağatay savaşındakini bastıracak niteliktedir. Bu çarpışmalar Türk tarihinin oluşundaki bir kader sonucudur. Türk tarihi pek çok iç çârpışmalarla doludur. Nitekim Osmanlı tarihinde de prensler arasındaki kıyıcı savaşlar büyük bir bölüm teşkil eder.

13- Son zamanlarda Kül Tegin anıtının bulunduğu yerde keşfedilip Kül Tegin'e ait olduğu iddia edilen heykelin tipi arkaik Orta Asya tipidir. Herhalde Kül Tegin'in veya Gök Türkler'in de "Moğol" olduğu iddia edilemez.

14- Selçukluların İranlı saray şairlerinden "Dih Hudây Ebu'l-Ma-âlîyi'r Râzi" Selçuk sultanının sarayındaki Türk kölemenlerden bahsederken şöyle demektedir: "Hepsi Kırgız ve Çin kökünden olan servi boylular, hepsi Yağma ve Tatar tohumundan olan gül yüzlü güzeller. Aralarında gümüş çeneli Oğuz ve Kıpçak güzelleri, mis yüzlü ve ay gibi Kay ve Kimekler de var. Tanrım, bu Türk çocukları ne güzel şeyler ki onlara bakan insanın gözleri bahar gibi olur."

Buradaki Çin'den maksat uzakdoğu Türkleri ve belki de Moğollardır. Tatarlar'ın Yağmalarla birlikte gül yüzlü güzeller olarak gösterilmesi onların su katılmamış Türklüklerine en büyük delildir.

15- Bugün özellikle "Tatar" denilen Türkler Kazanlılarla Kırımlılardır. Kazanlılar eski Bulgar Türklerinin, Kırımlılar da Kıpçakların torunlarıdır. Yani bugün siyasî ve hatta coğrafi bir anlamı olan Tatar kelimesini bir Moğol uruğu, yahut Türk'ten başka bir şey diye düşünmek imkânsızdır.

Bu şartlar içinde Türk tarihinin iki büyük şahsiyeti olan Çengiz Han ile Temir Bek'i Türk'ten gayrı ve hele Türk düşmanı olarak görmek, göstermek ve düşünmek tarihi tahrif etmekten başka bir şey değildir. Özellikle Tatar kelimesini Moğol veya gayrıtürk bir millet anlamında kullanmak hiçbir şey bilmemek demektir.

Türkler, Türk tarihinin birinci sınıf insanlarından bazılarını tenkit etmek, beğenmemek, sevmemek hakkına maliktirler. Fakat hanedanlar arasındaki rekabetler dolayısıyla bunlardan birini tutarak onun hasmını millî düşman diye ilan edemezler. Irk davalarında coğrafyanın hiçbir değeri yoktur.

Türkler'den bazılarını millî düşman diye göstermek hem tarihi değiştirmek, hem de yarınki Türk birliğini baltalamak olur. Bu baltalama, tarihî düşmanlarımızın ekmeğine yağ sürmektir.


(1) "Su'dâ", Zemahşerî'nin Arap sevgilisinin adıdır. Bu şiirleri o zaman Kelâm Tarihi profesörü, sonra Diyanet İşleri Başkanı olan Şerefeddin Yaltkaya tercüme etmişti.

Nihal ATSIZ
Ötüken, 23 Temmuz 1966, Sayı: 31 � 32

Gül Mehmet - Molla Abdullah

İki Türk'ün Avustralya'ya Savaş İlanı
BİR KİTABIN DÜŞÜNDÜRDÜKLERİ
Hatice YALÇIN
Geçen gün bir toplantıda, bir öğrencim bana bir kitap gösterdi. “Bakar mısınız hocam?” dedi.
Eserin Adı: İki Türk’ün Avustralya’ya Savaş İlânı
Yazarı: M. Türkay Ilıcak
Başlığı görünce tamam dedim. Bunlar da bizim Donkişotlar. Oysa eserin konusu: Avustralya’nın Broken Hill kasabasında yaşayan iki Türk’ün 1 Ocak 1915’te, yılbaşı gününde hareket halinde olan trene ateş açmaları. Trendeki bazı kişilerin polise haber vermeleri, olayı dışarıdan gören bir kasabalının da durumu asker, polis ve mavzer tüfek teşkilatına bildirmesi. Polislerin, askerlerin ve silahlı sivillerin kahramanlarımıza saldırmaları...
Olay, kahramanlarımızın (Gül Mehmet ve Molla Abdullah’ın) 1 Ocak 1915 günü saat 10.00 gibi trene ateş açmalarıyla başlar. Tren hızla hareketine devam ettiği içini, Gül Mehmet ve Molla Abdullah da ilerideki ak kayalıklara doğru koşup siper alırlar. Ölümüne savaş bir, bir buçuk saat kadar sürer. Önce Gül Mehmet ağır yaralanır. Sonra Abdullah da mücadelenin sonunda şehit olur. Silahların sustuğunu gören kasabalı, kahramanlarımızı adalete teslim etmek niyetinde değildir. Kendileri cezalandırmak isterler. Birinin ölü, diğerinin ağır yaralı olduğunu gördükleri halde üzerlerine hunharca saldırırlar. Sonunda 17 yerinden ağır yaralanan Gül Mehmet de hastaneye götürülürken yolda şehit olur. Kasabalılar emniyet teşkilatında ve hastanede şehitlerimizin aleyhinde taşkınlıklar yaparlar. Müslümanlardan oluşan devecilerin yaşadığı kampa saldırmak isterler. Zar zor önlerine geçilir. Askerlerin, polisin ciddî gayretleriyle şehitlerimiz toprağa verilir, ama hiçbir kasabalı nereye gömüldüklerini öğrenemez.
Kahramanlarımızdan Gül Mehmet 25 yaşlarındadır. At arabasıyla dondurma satarak, madence zengin Broken Hill kasabasında hayatını sürdürmektedir. Molla Abdullah da 65 yaşlarındadır. Afganlıların yaşadığı Deveciler kampında ki burası bir mülteci kampıdır, kasaplık yapmaktadır. Resmi görevi kamp imamlığıdır. Başında sarığı vardır. İslamî bir kıyafet içindedir. Bu yüzden kasabanın gençleri, çocukları tarafından rahatsız edilir, tacize uğrar. Uygun yerde kurban kesmiyorsun diye yetkililerce cezalandırılır. Deveciler Kampı’nda Gül Mehmet ile arkadaş olur.
Şehitlerimizin ceplerinden çıkan mektuptan Gül Mehmet’in millî duygularının çok yüksek olduğunu öğreniyoruz. Savaş için birkaç kez Türkiye’ye gidip Padişahla görüşmüş. Ben Türkiyeliyim, Abdülhamit’in memleketindenim, diye yazıyor. Molla Abdullah’ı tren baskınına ikna ediyor. Kimsenin kendilerini yönlendirmediğini, kendi kararlarıyla bu olayı gerçekleştirdiklerini yazıyorlar.
Zaman, I. Dünya Savaşı’nın hızla yaşandığı bir zaman. Osmanlı, Devleti Âli de 29 Ekim 1914’te savaşa girmiş, İngiliz İmparatorluğu ile savaşmakta. İngilizler, Avustralya’dan, Yeni Zelanda’ya kadar olan sömürgelerinden paralı asker toplayıp Avrupa’ya, Ortadoğu’ya gönderiyor. Bu savaşlar yalnız Avrupa’yı, yalnız Ortadoğu’yu değil, bütün dünyayı ilgilendiriyor.
20 bin km. uzakta yaşayan Gül Mehmet ve Molla Abdullah da bu savaşla ilgilenenlerden. Çünkü yaşadıkları Broken Hill’den savaş için trenlerle asker sevkiyatı yapılmaktadır. Kahramanlarımız durup dururken tren baskınına karar vermiyorlar. Olaya macera gözüyle bakmıyorlar. Avustralyalılar bile olayı yayın organlarında “İki Türk’ün Avustralya’ya Savaş İlanı” diye yayınlıyorlar. O zamanın bir başka Avustralya gazetesinde; “Dondurmacı Gül Mehmet ile Molla Abdullah birleşerek Avustralya’ya karşı bir ordu kurdular. Bu savaşta ölmeye yemin ettiler.” diyor. Yine Avustralya Tarih kitaplarında bu olay: “Avustralya dâhilindeki I. Dünya Savaşı” olarak geçer. Bu savaşta (6) kişinin öldüğünü (7) kişinin de yaralandığı duyururlar.
Düşünün bir kere, binlerce kilometre ötelerde iki Türk, kendi diktikleri Türk askeri kıyafetini giyip, Türk bayrağına sarınıp, dondurma arabasına da bir mavzer tüfek, tabanca, bıçak, hayli mermi koyup, asker sevkiyatı yapan trene ateş açarlar. Peki, onlara bu saldırıyı yaptıran güç nedir?
Bu sorunun cevabını Akif’in Balkan bozgunu sonrasında ve İstiklal Harbi öncesinde kaleme aldığı aşağıdaki dizelerde aramak lazım.
Eş hele bir dağları örten karı
Ot değil onlar, dedenin saçları
..............................................
Korkma sönmez bu şafaklarda yüzen al sancak
Sönmeden yurdumun üstünde tüten en son ocak
O, benim milletimin yıldızıdır, parlayacak
O benimdir o benim milletimindir ancak...
Arkadaş yurduma alçakları uğratma sakın
Siper et gövdeni dursun bu hayâsızca akın
Doğacaktır sana vaat ettiği günler Hakkın
Kim bilir belki yarın belki yarından da yakın
.......................................................................
Yine bir başka şairimizin;
Bu vatan toprağın kara bağrında
Sıra dağlar gibi duranlarındır.
Bir tarih boyunca onun uğrunda
Kendini tarihe verenlerindir.
............................................
dizelerinde aramak lazım, vereceğimiz cevabı.
M. Türkay Ilıcak’ın “İki Türk’ün Avustralya’ya Savaş İlanı”ndan öğrendiğimize göre Avustralyalılar olayın üzerinden hayli zaman geçmesine rağmen ciddi araştırmalar yapıyorlar. “Bazı adaletsizlikler için ve hiçbir ümitsizliğe kapılmadan uzaktaki ülkeleri uğruna canlarını verme pahasına böyle bir harekete kalkışan etrafları sarılmış iki Türk.” diye bahsediyorlar. Konuyla ilgili filmler çeviriyorlar. Senaryo yazıp tiyatrolarda oynuyorlar. Peki ya biz, bizler bu iki şehidimiz için neler yaptık, neler yapmalıyız?
M. Akif olsaydı Çanakkale Şehitlerine yaptığı gibi, Kâbe’yi şehitlerimize taş olarak diker, gök kubbeyi yıldızlarıyla şehitlerimizin üstüne çeker, nisan bulutlarından türbelerine tavan yapar, Ülker yıldızını avize olarak getirir, yine de ruhu tatmin olmaz;
“Ey şehit oğlu şehit isteme benden makber
Sana aguşunu açmış duruyor, Peygamber!” deyiverirdi.
1977’de Türkiye’nin Avustralya büyükelçisi Bilal Şimşir harekete geçer. Avustralya’daki Türk vatandaşlarıyla görüşür. Kasabanın Belediye Başkanı Mr. Blak ile konuyu görüşür ve anlaşmaya varır. Hatta başkan, daha ileri giderek dikilecek abidenin zemin betonuna kadar yapabileceklerini söyler. Anıt için çizimler yapılır. İş orada kalır. O gün, bu gündür ortada bir şey yok. Oysa bu iki şehidimin oradaki varlığı bizim şerefimizdir! Şairin;
Dur yolcu, bilmeden gelip bastığın
Bu toprak, bir devrin battığı yerdir.
Eğil de kulak ver bu sessiz yığın
Bir vatan kalbinin attığı yerdir.
dediği gibi;
Bu ıssız, gölgesiz yolun sonunda
Gördüğün bu tümsek Avustralya Broken Hill kasabasında
İstiklâl uğrunda, namus yolunda, bayrak uğrunda
Can veren Gül Mehmet’in, Molla Abdullah’ın yattığı yerdir.
Onlar inandıkları değerler uğrunda canlarını verdiler. Biz onlardan bir anıtı esirgemeyelim, sakınmayalım. Büyükelçimiz Bilal Şimşir’in başlattığı çalışmaları şehitlerimize layık bir abide ile taçlandıralım. İçimizden “Acaba dostluğumuza, diyalogumuza halel gelir mi?” diye bu abidenin yapılmasına sıcak bakmayanlar, engel olanlar çıkacaktır. Onları Allah’a havale ediyorum. Bu abidenin yapılması için ben emekli bir edebiyat öğretmeni Hatice Yalçın olarak maddi, manevi ne gerekiyorsa yapmaya hazırım.
ŞEHİTLERİMİZİN RUHU ŞÂD OLSUN

TONGA TİGİN / AFRASYAB

Tarihte Türklerin kurmuş olduğu en güçlü hanedanlıklardan biri olan Kök Türk Kağanlığı zamanı bize göre, pek çok açıdan modern devlet yapısını bünyesinde barındırmaktadır. Bu elbette ki kendinden önce var olan hükümetlerin tecrübelerini çok iyi süzerek, geliştirmekten kaynaklanıyor. Bununla beraber, Kök Türk Kağanlığının hakim olmaya çalıştığı çevre ile Türk boyları göz önünde bulundurulunca, onların çok zor bir işi başardıkları anlaşılır. Çünkü kendi devletlerine dahil ettikleri Türk kabileleri de, çok kuvvetli bir bağımsızlık arzusuna sahiptiler. Tarihi durum bunu açıkça göstermektedir. Onların kendi soydaşları olan Tarduşlar, Türgişler, Karluklar ve Kırgızlar ile yaptıkları savaşları hatırlayacak olursak, bunu daha iyi müşahede edebiliriz. Bu Türk devlet anlayışının bir gereğidir. Yani Türk soyundan gelen herkes devlet idaresinde söz sahibi olabilir. İşte bu yüzden, başta bulunan kağan veya bey öldüğünde çocukları ya da diğer akrabaları arasında ülkenin idaresi konusunda kavgalar çıkıyordu. Öyle ki, 687 yılında Tokuz Oğuzların hakimiyeti altındaki Ötüken bölgesini yeniden ele geçirmek için İl-teriş, Kapgan ve Tunyukuk’un Baz Kağan ile yaptıkları savaşın sebebi de buydu ve belki de Türklerin Çaldıran’dan önce kendi aralarında vuruştukları en kanlı kavgalardan birisiydi. Yine burada bir hususu daha belirtmek istiyoruz: Türk boylarının kendi aralarında yaptıkları harpler, yabancı halklarla olan kavgalarına hiçbir zaman benzememektedir. Onların birbirleriyle vuruşmaları o kadar acımasız oluyordu ki, bazen savaş meydanında taraflardan birinin tamamen imha edildiğini görüyoruz. Çünkü onlar kendileriyle eş gördükleri kardeşlerine teslim olmaktansa, her vakit ölmeyi seçmişlerdir.
Kök Türk Kağanlığında kardeş kavgaları yaşandığı ve çalkantı geçirdiği yıllarda, komşu devletler de aynı düşüncede idiler. Mesela, İpek Yoluna yalnız başına hâkim olacak bir gücün ortaya çıkması Çin imparatorluğunu korkuttuğundan, kağanlığa karşı isyanları kamçıladığını çok iyi biliyoruz. Zaman zaman Kök Türklere bağlı boylara casusları vasıtasıyla ayaklanmaları yolunda telkinlerde bulundukları gibi, bazen bizzat onların yanında Kök Türk Kağanlığına karşı harplere giriyorlardı. Bundan başka, 8. yüzyılda batıda Arap ordularının İslam’ı yaymak gayesiyle giriştikleri faaliyetleri de unutmamak gerekir ki, 8. asrın başlarında (708-709’lar) Kuteybe’nin Temir Kapı bölgesine gelmesi büyük bir kargaşaya sebep oldu. Aslında burada şunu da açıkça dile getirmekten kaçınmamalıyız. Türkler sanıldığı gibi İslamiyet’i de çok çabuk kabul etmediler. Türkler İslamiyet’e kitleler halinde girene kadar, Araplar akla gelmedik işkenceler ve katliamlar uyguladı. Dolayısıyla 711’lerde Arapların sebep olduğu kargaşayı düzeltmek amacıyla İni İl Kağan komutasındaki bir ordunun Türkistan taraflarına gönderildiğini biliyoruz. Belki de bu hadiselerin bir devamı olarak kağanlığa bağlı sandığımız Beş Balık bölgesinde de bazı karışıklıklar söz konusudur. İşte 713 yılında, Kök Türkçe yazılı belgelerden anladığımıza göre; “Kök Türk ordularının Beş Balık üzerine bir seferi vardır ve burada altı kere savaşılmıştır”.
Çin kaynaklarından edindiğimiz bilgiler, 713 yılında Beş Balık’a gönderilen ordunun, 714’te İni İl Kağan, Tonga Tigin ve Kapgan’ın eniştesi İlteber Sir Beğ (Huo-pa Hie-li-fa Schi-a-Schi-pi) kumandasında Beş Balık’ı kuşattığı yolundadır. Bu Beş Balık seferi sonunda Kök Türk ordusunda büyük bir felaket yaşanıyor ve askerler de yasa boğuluyordu. Çünkü Beş Balık’ın kuzeyindeki Po-t’ing adlı şehrin muhasarası sırasında bir gün Tonga Tigin, tek başına ata binerek şehrin surlarının dibine kadar sokulmuştu. Etrafta saklanan ve pusu kuran Çin askerleri onu yakalayıp, öldürmüşlerdi. Tonga Tigin’in vefatından habersiz olan Kök Türkler, kurtarmak için çok uğraşmışlar, fakat öldüğünü anladıkları zaman her şeyden vazgeçerek, üzüntü içinde kalmışlardır. Hatta bu sefere katılan eniştelerinin Tonga Tigin’i kaybettiği için memleketine dönme cesaretini bulamadığı ve karısı ile birlikte Çin’e sığındığını öğreniyoruz. Belki de o, Tonga Tigin’in ölümünden kendisinin sorumlu tutulacağını ve Kapgan’ın hışmına uğrayacağını sandığından ülkesine geri gitmemişti.
İşte biz burada, bu Tonga Tigin’in kimliği üzerinde ve Türk tarihindeki yeri hususunda birkaç şey söylemek istiyoruz. Bilindiği gibi Tonga Tigin, cihan fatihi Kapgan Kağan’ın büyük oğludur. Bunu Çin kaynaklarının verdiği bilgiler neticesinde öğrenebiliyoruz. Ancak Türk tarihinin ve kültürünün abide eserlerinden biri olan Divanü Lûgat-it-Türk’te Kaşgarlı Mahmud “Alp” kelimesini açıklarken aşağıdaki şu şiir kaydetmiştir:
Alp Er Tonga öldü mü?
Isız acun kaldı mı?
Ödlek öcün aldı mı?
Emdi yürek yırtılır.
Yine bir şahıs ismi olan “Kaz” kelimesini izah ederken de, “bunun Afrasyab’ın kızı olduğunu, Kaz’ın babası Tonga Alp Er’in Afrasyab olarak tanındığını” söylüyor. Kaşgarlı buna bağlı açıklamalarına başka yerlerde de sürdürüyor. “Tonga” kelimesi hususunda “kaplan cinsinden bir hayvandır. Çok kere kişi adı olarak kullanılır. Tonga Han, Tonga Tigin denir. Türklerin büyük hakanı Afrasyab’ın asıl Türk adı Tonga Alp Er’dir” der. Yusuf Has Hacib de, meşhur eseri, Kutadgu Bilig’de, Taciklerin Afrasyab dediği bir kahramandan bahseder. Bu bize şunu kesinlikle gösteriyor ki, şu veya bu şekilde Afrasyab ve Tonga Tigin’in adı Kaşgarlı Mahmud ile Yusuf Has Hacib devrine kadar gelip, onların tarafından da bilinmektedir.
Afrasyab başka bir tarihi kaynakta da karşımıza çıkıyor, o da Firdevsi’nin “Şeh-nâme” adlı eseridir. Bilindiği üzere Gazneli hanedanlığının en kudretli hükümdarı Sultan Mahmud (998-1030) edebiyata, güzel sanatlara ve ilime önem veren bir şahsiyetti. Bu bakımdan sarayını ilim ve sanat adamlarına açmıştı. Hemen hemen her gün ve gece şiir ve tarihî konularda onlarla sohbet eder, onların anlattıklarını dinlerdi. Bu sırada Farsçada saraya girmişti. Sultan Mahmud eski İran hikâyelerini ve masallarını dinlemekten başka, onları da topluyordu. Ama bunların düzenli halde bir araya getirilmesi gerekiyordu. Bu durum Gazne’ye gelip, saraya girmenin bir yolunu arayan Firdevsî için de bir fırsat oldu. Sultan Mahmud, ona sarayda bir oda verdi. Bu odanın duvarları eski kahramanların, padişahların, harp silahlarının ve hayvanların resimleriyle donatılmıştı.
Firdevsi’nin kaleme aldığı bu İran-Turan savaşlarında adı geçen Afrasyab, Turan komutanı Peşenk’in oğludur. Babasından Farsların Türklere karşı yaptıkları zulmü duyunca intikam hırsıyla harekete geçmiştir. Babasının tarifine göre o; “cesur bir timsah, av gününde erkek bir arslan, savaş zamanında da bir savaş fili gibidir”. Babası ona, “dedelerinin intikamını almayan bir torunun soyu şüphelidir” der.
Bundan başka, Cüveynî’nin Uygurların türeyişiyle alâkalı olarak anlattığı efsanelerde geçen Bögü Han, ki bizim tarihten tanıdığımız Börü Kun (Moyun Çor) Kağan’ın oğlu, Afrasyab ile birleştirilmektedir. Bögü Kağan da (759-779) Türk tarihinde ve kültüründe önemli bir kişidir. Bu bakımdan Türklerin bu hükümdarına da Afrasyab denilmesi dikkat çekicidir. Ancak Cüveynî’nin eserini yazdığı 13. yüzyılda artık İran kültürü ve Farsçanın bozkırın konar-göçerlerinin hayatına çok fazla tesir ettiğini unutmamak gerekir. Belirli bir zamandan sonra, belki de 9. yüzyıldan itibaren Afrasyab geleneği Türklerin arasına iyice yerleşmiş olabilir. Ama bize göre Afrasyab ile Tonga Alp Er’i ayırmak gerekir. Eğer ikisi aynı olsaydı, Cüveynî de Kaşgarlı gibi, Afrasyab konusunda bir açıklamada bulunmalıydı. Demek ki, Afrasyab ile Tonga Tigin veya Tonga Alp Er ayrı kişilerdir. Bilindiği üzere Selçuklular da otuzbeşinci nesilden kendilerini Afrasyab’a dayarlar. Afrasyab bütün Türklerce kabul edilen bir ata olduğuna göre (tıpkı Umay geleneği gibi), onun 8. yüzyılın ilk yarısında ölen Tonga Tigin ile irtibatının olmaması gerekir. Ama Tonga Tigin, Kaşgarlı’da geçen Alp Er Tonga olabilir.
Tonga Alp Er olarak kabul edilen Afrasyab, M. önce 7-6. yüzyılda Kang-kü veya Kengeres diye adlandırılan bölgenin Türk hükümdarı şeklinde gösterilmektedir. Daha sonraki yüzyıllarda ise, Afrasyab’ın Kök Türk Börülü (Aşina) ailesinin de ceddi olduğuna dair açıklamalarda bulunulurken, Afrasyab’ın İran Zerdüştlüğünün baş düşmanı Budizm’le ilgisi dikkate çekiliyor ve Budizmin de İran coğrafyasına Kök Türk Kağan soyunun bir kolu tarafından getirildiği iddia ediliyorsa da, Ak Hun faktörünü de unutmamak lazımdır.
Yine bazı ilim adamlarının zamanla İran’ın elinde bulunan gücün Türklerin eline geçtiğini, Afrasyab’ın kardeşinin Sogd’da hükümdar olduğunu belirtmeleri bize ister-istemez, Bumın ile kardeşi İstemi’yi hatırlatmaktadır. Kanaatimizce, Batı Türkistan bölgesinde İran’ın üstünlüğünü Türklere devretmesi 6. yüzyılın ikinci yarısından sonra, Ak Hunların ortadan kaldırılarak, İran’ın Bizans ile savaşlara başlamasıyla gerçekleşmiştir. Bilindiği gibi Bumin Kağan hanedanlığını kurup, devletini herkese kabul ettirdikten sonra, kendisi Ötüken’deki merkezde, yani Kağanlığın başında yer alırken, kardeşi İstemi’yi de Tölöslerin batı ucunu meydana getiren On Ok topraklarına göndermişti. Ancak, şunu da göz önünde tutmakta fayda vardır ki, İranlılar Oğuz Han’a da Afrasyab diyebilirler. Dolayısıyla yukarıdaki bilgilere de baktığımızda, Afrasyab’ın Çin kaynaklarında Türklerle alâkalı ilk efsanevi sülale Hsia ve bu sıradaki Ta Ye-hu (ya da T’ang ve Yü), yani Türkçe karşılığı “Büyük Yabgu”, Börü Tonga (Mo-tun) ve Bumin’le ilgisi olabileceği de insanın aklına gelmektedir. Eğer Afrasyab’ı 10. yüzyıldan sonra bütün kaynaklarda görüyorsak, bunun bir sebebi olmalıdır. Fakat Afrasyab ile Alp Er Tonga’nın aynı kişi olduğunu söylemek bizce biraz iddialıdır. O vakit aklımıza şu soru gelebilir; acaba, 11. yüzyıla kadar geçen süre içinde Afrasyab hikâyeleriyle, Alp Er Tonga veya bizim Tonga Tigin’in kahramanlıklarını Kaşgarlı Mahmud karıştırmış olabilir mi?
Şimdi gelelim Tonga Tigin bahsine: Önceden de söylediğimiz gibi Tonga Tigin, 714 tarihinde, Beş Balık savaşları sırasında adı zikredilen gerçek bir şahsiyettir ve öyle sanıyoruz ki, Köl Tigin ile Tonga Tigin kişilik olarak birbirlerine çok benzemekteydiler. O da aynen Köl Tigin gibi ömrünü milleti için harcamış, hiçbir zaman gözü mal ve mülkte olmamış bir şahıstır. 8. yüzyılın başlarında bu iki kahraman, yani hem Köl Tigin, hem de Tonga Tigin Türkler arasında çok seviliyorlardı. Hatta bize göre, 716 yılına kadar Tonga Tigin yaşamış olsaydı, bu senedeki taht kavgası daha kanlı geçebilirdi. Belki de Bilge ve Köl Tigin kardeşler bu mücadeleden galip de çıkamayabilirlerdi. Bunları bir kenara bırakacak olursak; Köl Tigin ve Bilge Kağan Yazıtlarında Tonga Tigin’in kardeşi İni İl Kağan’ın adı geçmemesine rağmen, Tonga Tigin’in ismi zikredilmektedir. 714 yılında ölen Tonga Tigin’in yoğ merasiminin, Köl Tigin’inkine benzer bir şekilde 715 yılında, bir sene sonra yapıldığını görüyoruz. Bu sırada, yani Tonga Tigin’in yoğ merasimi zamanında Oğuzlara bir darbe vurulmuştur. Kısaca bazı ilim adamlarının sandığı gibi kitabelerde yoğ merasiminden bahsedilen Tonga Tigin ile Afrasyab aynı kişi değildir. Ama Tonga Tigin ile Kaşgarlı’nın bahsettiği Tonga Alp Er bize göre aynı kişilerdir. Hatta Doğu Türkistan’da Bezeklik harabelerinde, ağzında ve elbiselerinde kan lekesi görülen ve resmin bir yerinde “Tonga Tigin”, diğer yerinde “Tonga ol” yazısı bulunan minyatür bizzat Tonga Tigin’e ait olabilir.
Son olarak şunu söylemek istiyoruz: Türk milleti tarihinin hiçbir zamanında kendisine yapılan kötülükleri unutmadığı gibi, iyilikleri de unutmamıştır. Mesela Kür Şad, Tonga Tigin gibi şanslı değildir, ama adı unutulmuş olmasına rağmen, arkadaşlarıyla beraber yaptığı fedakârlık hafızalarda yaşamış ve onların hatırası “kırklara karışmak” şeklinde günümüze kadar gelmiştir. Tonga Tigin de devleti ve milleti uğruna birçok yiğitliklerde bulunmuş, kahramanca yaşamış ve yiğitçe ölmüştür. O yüzden milletin nazarında büyük bir kişi olduğu için Kaşgarlı zamanına kadar unutulmamıştır.
Prof. Dr. Saadettin GÖMEÇ
“Tonga Tigin’in Kimliği Üzerine”, Türk Dünyası Tarih ve Kültür Dergisi, Sayı 170, İstanbul 2001

Râziye Begüm Sultan

RAZİYE BEGÜM SULTAN
Türk-İslâm Tarihinin Yegâne Kadın Hükümdarı
RAZİYE BEGÜM SULTAN
Hindistan’a Müslümanlığı X. asırda Gazne Türkleri götürdü. O zamandan itibaren XIX. asırdaki İngiliz işgaline gelinceye kadar bu kıtayı asırlarca Türk asıllı hanedanlar idare etti. Bu Müslüman Türk devletlerinden birisi de Kutubşahlardır. Taht şehri Delhi’deki en eski eserler ve dünyanın en zarif ve yüksek minarelerinden Kutub Minar bunlardan kalmadır. Sultanları köle asıllıdır. Tıpkı Mısır’daki Memlûkler gibi liyakat ve talihleri yardımıyla sultan olurlardı. Bunların en meşhurlarından birisi de İltutmuş‘tur. Yerine geçen kızı Râziye Begüm ise Türk-İslâm tarihinin yegâne kadın hükümdarıdır. Begüm, bey kelimesinin müennesidir. Hindistan’da hükümdar ailesinden hanımlar için kullanılır.
Raziye_Begum_Sultan[1]
“Oğullarımdan üstündür!”
İltutmuş’un ömrü seferlerde geçti. Ehl-i sünneti Bâtınî cereyanlara karşı korudu. Cengiz Han tehlikesini Hindistan’a sokmadı. 1236 senesinde seferde vefat etti. Oğulları bulunduğu halde, cesaretine şahit olduğu ve âdet hilafına evlendirmediği kızı Râziye‘yi yerine vasiyet etti. Vezirler, bir kadının ordu kumandanı olamayacağı, kadınlarla erkeklerin beraber yaşamasını engelleyen din prensipleri çerçevesinde Râziye’nin halkça hüsnü kabul görmeyeceğini söyleyerek itiraz ettiler. Hazret-i Peygamber’in “Devletin başına bir kadını geçiren millet iflah olmaz” sözünü hatırlattılar. Ancak İltutmuş dinlemedi. “Benim oğullarım zevklerine düşkündür. Hiçbirisinde memleket idare edecek kabiliyet yoktur. Râziye kadındır ama zekâ ve basiret bakımından biraderlerinin hepsinden üstündür” dedi.
1236’da İltutmuş vefat edince vezirler Râziye’yi başa getirmek istemedi. İltutmuş’un oğlu Firuzşah‘ı sultan yaptı. Firuzşah, nâzik, cömert, fakat fevkalâde müsrif idi. Fil üzerinde sokaklardan geçerken sağa sola altın saçardı. Vezirlerin nasihatlerine kulak asmadı. Firuzşah’ın annesi, oğlunun saltanatını garantiye almak için İltutmuş’un Râziye ile aynı anneden doğan oğlu Kutbeddin‘i öldürttü. Râziye’yi de öldürtecekken, galeyana gelen halk ve bazı beyler sarayı kuşatıp sultanın annesini tevkif etti. Bu buhrandan istifade eden Râziye, memleketi sadece kendisinin kurtaracağına dair vezirleri inandırarak tahta geçti. İlk işi, Firuzşah ve annesini öldürtmek oldu.
Tahta çıkar çıkmaz bir Bâtınî isyanı ile karşılandı. Şiîlerin aşırılarından olan isyancılar Delhi’deki meşhur Cuma Mescidi‘ni basıp Müslümanları katle cüret etmişti. Râziye Begüm usta siyasetiyle bizzat harekete geçip isyanı bastırmaya muvaffak oldu. Ancak beylerin bir kısmı kendisini tanımamakta direniyordu. Râziye Begüm ordusuyla bunların üzerine yürüyüp hepsine boyun eğdirdi. Böylece Hindistan’daki mahallî hükümdarlar Râziye Begüm’e itaat etti. Râziye Begüm bu defa Hinduların kuşattığı Bedenpur üzerine yürüdü. Hinduları yenip buradaki Müslümanları kurtardı. Sonra karışıklıklar çıkan Guvalyor üzerine yürüdü. Sükûnu sağladı.
Râziye Begüm tahtını sağlama alabilmek için mühim mevkilere kendisine yakın gördüğü kişileri getirdi. Habeş asıllı imrahor Yakut, melikenin en yakını hâline geldi. Bu ise memnuniyetsizliği arttırdı. Üstelik beyler, kadın elbiseleri giymediği, erkek gibi cüppe giyip yüzü açık bir şekilde file binerek halkın arasında dolaştığı için Râziye Begüm’ü tenkid ediyorlardı.
Delhi_Humayun[1]
Çölde Son Yemek
Bu sebeple kendisine karşı muhalefet giderek yayıldı. Râziye Begüm, muhaliflerinden bazılarına makam ve mevki vererek aralarındaki iş birliğini önleyeceğini zannettiyse de yanıldı. 1240 senesinde Türk beyleri ayaklanarak Yakut’u öldürdü. Râziye Begüm de tevkif edilerek bir kaleye hapsolundu. Yerine kardeşi Behramşah geçirildi. Râziye Begüm bir çare düşündü. Kalede tutuklu iken, güzelliğiyle tesiri altına aldığı beylerin ileri gelenlerinden Melik Altunay ile evlendi. Kocasının birliklerine halktan topladığı gönüllüleri de katarak Delhi‘ye yürüdü. Ancak yenildi. Kocası öldü. Birlikleri kendisini terk etti. Kihtel yakınlarında sahrada tek başına yorgun, aç ve susuz bir hâle düştü. Hindu bir köylüden ekmek istedi. Sonra da yorgunluğun tesiriyle uyuyakaldı. Üzerindeki kıymetli elbiselere tamah eden köylü, Râziye Begüm’ü öldürüp bir tarlaya gömdü. Sonradan vaziyet anlaşıldı. Cesedi teşhis edilip dinî merasimle tekrar aynı yere gömüldü. Saltanatı 4 sene sürdü. 31 yaşındaydı. Oğlu Seyyid, seneler sonra 1299’da annesinin tahtını iddia ettiyse de muvaffak olamadı. 6 asır sonra Râziye’nin tahtına yine bir kadın oturdu: Kraliçe Viktorya.
ŞİRİN-İ DEHLEVİ
Râziye Begüm, Hindistan’ın en mühim hükümdarlarından olduğu gibi, Türk-İslâm tarihinin de en enteresan şahsiyetlerinden birisidir. Küçük yaşta tahta çıkan hükümdarlara nâibelik yapan anneleri sayılmazsa, Türk-İslâm tarihinin yegâne kadın hükümdarıdır. Tarihçiler iyi bir tahsil gördüğünü, güzel Kur’an-ı kerim okuduğunu söyler. Âlimleri hoş tutar, cömert ve adaletli bir hükümdardı. Şirin-i Dehlevî mahlasıyla Farsça yazdığı güzel şiirleri vardır. Bir tarihçi “Fakat yaradılışta erkeklerin hesabından nasibini almamıştı. Bu sebeple müstesna sıfatları ona fayda vermedi” der. Saltanatının son zamanlarında tam bir erkek hüviyetine bürünmüştü. Yay kuşanır, ata biner, erkek kıyafetleri giyip yüzünü örtmezdi. Fil üzerinde halkın arasına çıkar, toplantılara katılırdı. Halbuki hükümdarların asker ve halk içine çıkıp yüzünü fazla göstermesi hoş karşılanmazdı. Râziye Begüm, demir yumrukla tahtını bir müddet daha elde tutabildi. Saltanatını babasından yâdigâr Türk beylerine dayandıracak yerde, Habeş asıllı köleleri tercih etti. Bunları mühim makamlara getirdi. Güç sahibi beyleri küstürdü, hatta düşman etti. Bu, en büyük hatasıdır. Bedelini tahtını, hatta hayatını kaybederek ödedi.
RAZİYE BEGÜM VE KUTUB MİNAR
Hindistan’ın en mühim hükümdarlarından biri olan Raziye Begüm, Türk-İslâm tarihinin de en enteresan şahsiyetlerindendir. Dünyanın en zarif ve yüksek minarelerinden biri olan Kutub Minar ise, Kutubşahlar’dan kalan çok önemli bir eserdir. 
Kutab_Minar[1]
Prof. Dr. Ekrem Buğra Ekinci