30 Temmuz 2015 Perşembe

İMADUDDİN ZENGÎ

İMADUDDİN ZENGÎ VE MUSUL ATABEYLİĞİ
Bugün Irak’ın kuzeyinde en büyük şehir olarak tanınan Musul şehri, civardaki diğer şehir ve bölgeler gibi Selçukluların egemenliği altına girdi. Selçuklular burada eskiden beri hüküm süren Ukayloğulları’nı kendi yerlerinde bırakarak, kendi devletlerine bağladılar. Aslında bu tedbir Selçukluların yerli hükümdarlara karşı güttükleri siyasetin tabii bir neticesidir. Vasal hükümet durumunda olan Ukayloğulları, Selçuklu sultanları Tuğrul Bey, Alp Arslan ve Melikşah zamanlarında kendi yerlerini koruyabilmişlerdi. Fakat, Sultan Melikşah’ın ölümünden sonra Musul, doğrudan doğruya Selçuklu Devleti’ne bağlanarak, Selçuklu valileri tarafından merkezi idareye bağlandı. Bu valiler döneminde (489/1090-520/1126) Suriye bölgesi Haçlı saldırısına uğramış bulunuyordu. Bu yüzden Selçuklu sultanları Musul valilerinin Suriye cephesinde Haçlılara karşı mücadele edebilmeleri için buralara sürekli asker ve mühimmat sevkediyorlardı.
Suriye bölgesinde Haçlı tecavüzü giderek arttığı için buraya güçlü bir valinin atanması gerekiyordu. Selçuklu hükümeti, İmad ud-din Zengi’yi vali olarak Musul’a gönderdi. Bu olay Musul tarihinde yeni bir dönemin açılmasına ve böylece de ilerde yeni bir devletin kurulmasına yol açtı.
I. Zengi Döneminde Musul Atabeyliği 1. İmad Ud-Din Zengi’nin Ailesi
Musul ve çevresinde güçlü bir atabeylik kurarak Haçlılara karşı yaptığı savaşlarla ün kazanan İmad ud-din Zengi’nin ailesinden, yalnız babası Selçuklu Emiri Kasım ud-devle Ak-Sungur b. Abdullah’ı tanıyoruz. Ak-Sungur tarihçi İbn ulh-Adim ve Azmi’ye dayanarak, babasının adının Al- Turgan olduğunu ve “Sab-yu” kabilesine mensup bulunduğunu bildiriyor.Türk kabileleri arasında “Sab-yu” adlı bir kabîleye rastlanmamıştır. İbn Vasıl’a göre Ak-Sungur, Selçuklu Sultanı Alp Arslan’ın gulamlarından idi. O, her halde küçük yaşta Alp Arslan’ın hizmetine girmiş, Melikşah’la birlikte yetişmiş, onun yanında tahta oturuncaya kadar kalmış ve onun güvenini kazanmıştı. Zamanla mertebesi yükselerek Kasım ud-devle ünvanını almıştı.
Ak-Sungur’un Melikşah komutanları arasında otoritesi gittikçe arttığı için kendisini kıskanan vezir Nizam ül-Mülk, onun ortadan kaldırılmasını veya Melikşah’tan uzaklaştırılmasını düşünerek 479 (1086)’da Suriye’nin Selçuklu yönetimine geçmesiyle Melikşah’a onun Halep Valiliği’ne gönderilmesini önerdi. Böylece Nizam ül-Mülk, Ak Sungur’u Melikşah’tan ayırabildi. Sultan, aynı yılda Ak-Sungur’u 4 bin atlı ile Haleb’e gönderdi.
Ak-Sungur, Melikşah’ın ölümü üzerine, bölgede hükümran olan Melikşah’ın kardeşi Tutuş’a itaat etmek zorunda kaldı. Fakat daha sonra Berkyaruk Selçuklu tahtına oturunca, Ak-Sungur da kendisine bağlandı. Berkyaruk, onu bir askeri birlikle Tutuşa karşı Haleb’e gönderdi. Bunun üzerine Tutuş ile Ak-Sungur arasında vuku bulan Savaşta Ak-Sungur esir düşerek hayatını kaybetti. Ak-Sungur öldüğünde İmad ud-din Zengi adında sadece 10 yaşında bir oğlu vardı.
2. Zengi’nin İlk Günleri ve Musul Valiliği’ne Atanmasından Önceki Hayatı
Babasının valiliği sırasında 480 (1087)’de Haleb’de doğup orada büyüyen İmad ud-din Zengi, babasının ve mevkiden dolayı gerek Selçuklu Sultanlarının, gerekse babasından sonra gelen emirlerinin ilgisine mazhar olmuş ve bu emirlerin nezdinde yetişmiştir. 489 (1096)’da Selçuklu Sultanı Berkyaruk adına Musul’a elkoyan Kerboğa, Zengi’yi babasının gulamlarıyla birlikte bu şehre getirerek kendilerine iktalar ayırmıştır.  Böylece Zengi, gençlik çağlarını burada geçirmiş ve Musul’a atanan Selçuklu valilerinin himayesine nail olmuştur. Zengi,Musul valisi Mevdud’un ve daha sonraki valilerin Haçlılara karşı yaptıkları bütün seferlerine katılarak büyük bir şöhret kazanmıştır.
Böylece Zengi, gösterdiği bu önemli faaliyetten sonra büyük bir mevkiye sahip olmuştur. O, 516 (1122)’ye kadar Musul’da kalmıştır. Bu yılda Sultan Mahmud, Musul valisi olan Porsuki’ye Irak Şihneliğini verince Zengi de kendisine katılmıştır. Porsuki, Hille emiri Dubeys’le yaptığı seferde yenilince Zengi’ye daha çok güvendiğinden onu Vasıt Şihneliği’ne atamıştır. Basra şehrinin çöl Araplarının saldırı ve akınlara uğraması üzerine Porsuki Zengi’ye Vasıt’a ilaveten Basra’yı da vermiştir. Zengi buralarda güven ve asayişi mükemmel bir şekilde tesis etmişti. Onun burada kazandığı başarılar, hayatında bir dönüm noktası oluşturdu. O, Porsuki ile olan ilişkisini artık gözden geçirmenin vaktinin geldiğini anladı. Böylece 517 (1123)’de Irak Şihneliği’nden alınıp tekrar Musul işlerine getirilen Porsuki’nin nüfuzundan kurtulmayı düşünerek ondan ayrılmıştır. Bu sıralarda Basra’nın çöl Araplarının saldırısına uğradığı haberi sultana ulaştı. Sultan, Zengi’nin buraya gönderilmesini uygun görmüştü. Böylece Zengi, ilk olarak Selçuklu sultanı tarafından tayin edilmiş ve Selçuklu emirlerinin nüfuzundan kurtulmuştur.
519 (1125) yılına doğru Sultan Mahmud ile Abbasi Halifesi Musterşid’in aralarının açılması üzerine Halifenin Vasıt’a çıkardığı asker, bu sıralarda aynı şehirde bulunan Zengi tarafından püskürtülmüştü. Sultan Mahmud, Bağdad’a gelip halife ile anlaştıktan sonra çok güvendiği Zengi’yi Bağdad Şihneliği’ne getirmiştir ki, bu yolla o, Halifeye karşı yenilmez bir güç bırakarak Irak ülkesinden emin olmuş bulunuyordu. Ancak Zenginin burada kalma süresi dört ayı geçmemiştir.
3. Zengi’nin Musul Atabeyliği
Musul valisi Porsuki 520/1126’da öldürülmüştü. Bunun üzerine, yerini doldurabilecek ve Haçlılara karşı gelebilecek güçlü bir kişi olarak Zengi Musul valisi seçildi. Böylece Zengi kendi istek ve arzularını gerçekleştirebilmiş ve tek başına büyük bir devlet kurmak için ilk adımı atmış oldu.
Sultan, ayrıca Alp-Arslan ve Ferruhşah adlarındaki iki oğlunu da Zengi’ye teslim ederek Zengi’yi onlara atabey yaptı. Bu yüzden kendisine atabey adı verildi.O, bu tarihten itibaren artık bu adla anılmaya başlandı.
Bağdad’dan ayrılan Zengi, Musul şehrine varır varmaz oranın işlerini düzene sokmaya başladı. Nasır ud-din Çakar’ı Musul kalesine ve Musul’a bağlı bölgelerin yönetimine, Calah ud-din Yağısıyani’yi devlet hacipliğine, Baha ud-din Şehrizori’yi vilayetin ve ileride feth edilecek ülkelerin kadı’l-kudatlığına tayin etmiştir.
Zengi, Musul vilayetinde kaldığı sürede (521-541/1127-1146) kendisine ve ailesine özgü denilebilecek bir devlet kurmuştur. Bu devleti -görüleceği gibi- gittikçe genişletmiş, kendini bölgede büyük bir hükümdar durumuna getirmiştir. Onun, gerek Selçuklu Sultanlığıyla, gerekse Bağdat Halifeliğiyle olan ilişkisi sürekli olarak farklılaşan durum ve şartlara göre değişme göstermiştir. O, bunların kritik durumlarından yararlanarak gücünü arttırmış ve Haçlılarla giriştiği savaşlarda büyük bir ün kazanmıştır.
4. Zengi ve Selçuklu Sultanları
Dikkate şayandır ki, Irak Selçuklu Sultanı Mahmud’un Sultan Sancar’a boyun eğmesi, Zengi’nin Sultan Mahmud ile olan ilişkisini etkiliyordu. Gerçi bu ilişki ilk günlerde iyi idi. Hille emiri Dubbeys, Abbassi Halifesiyle arasının açıldığı sıralarda, Sancar’a giderek kendisine bağlılığını bildirdi. Bunun üzerine Sancar, kardeşinin oğlu Sultan Mahmud’dan Zengi’nin Musul’dan atılmasını ve yerine Dubeys’in getirilmesini istemiştir. Aslında Zengi ile Sancar’ın arasını bozacak bir şey yok ise de, Sancar, Dubeys’i Halifeye karşı bir güç olarak kullanmak amacıyla Hilafet merkezine komşu en büyük vilayette görevlendirmek istiyordu. Dolayısıyla Zengi, kendi yerini koruyabilmekte hiç de zorluk çekmeyecekti. Bağdad’da bulunan Sultan Mahmud’un hizmetine 10 bin dinarla gelerek Musul valiliğindeki yerini koruyabilmişti. Aslında Sultan Mahmud, bir yandan Haçlıların saldırısına karşı gelebilen Zengi gibi bir komutanın var olması gerektiğinden, bir yandan karışık olaylar çıkaran Dubeys’e güvenilmediğinden Zengi’yi yerinde bırakmıştı. Bunun üzerine Zengi, Sultan Mahmud’un ölümüne kadar (525/1130-1131) onun güvenine nail olmayı başarmıştır.
Sultan Mahmud’un ölümü üzerine Selçuklu ailesi arasında eskiden beri yerleşmiş olan taht kavgası yeniden baş gösterdi. Selçuklu emir ve komutanları, yanlarında bulunan Selçuklu hanedanına mensup kişileri tahta çıkarmak için bir süre mücadelelere giriştiler. Zengi de, yanında bulunan henüz çocuk yaşta olan Alp Arslan’ı Selçuklu tahtına oturtmak amacıyla Abbasi Halifesinden onun adına hutbenin okunmasını istedi. Ancak Halife, Alp-Arslan’ın daha çocuk olmasından, Sultan Mahmud’un kendi oğlu Davud’a vasiyet etmiş bulunmasından ve Bağdat camilerinde onun adına hutbe okunmakta olmasından dolayı bunu reddetti. Böylece Zengi, bu fırsatı kaçırarak büyük bir hayal kırıklığına uğradı. Çünkü aksi takdirde o, Alp-Arslan’ı Selçuklu tahtına çıkarmakla Irak işlerine de yeni sultanın adıyla el koyarak hem kendisini gerçek hükümdar, hem de Musul’u başkent yapacaktı. Zengi’nin bu arzusu başarısızlığa uğramakla birlikte kendisi, yine de Selçuklu sultanlarından yüz çevirmemiş, Selçuklu sultanlarıyla ilişkisini kesmemiştir. Zengi, Irak Selçuklu tahtını iddia etmekle mücadeleye girişen Mesud’un isteği üzerine kendisine yardımda bulunmayı memnuniyetle karşılayarak askerleriyle birlikte Bağdad yolunu tuttu. Fakat Selçuklulardan Selçukşah’ı tahta oturtmak isteyen Huzistan ve Fars hükümdarı Karaca Saki, Tekrit’te karşısına çıkarak kendisiyle savaşmıştır. Bu savaş sonunda yenilip ağır yaralanan Zengi, Musul’a çekilmek zorunda kalmıştır (526/1131). Tam bu sıralarda Sultan Sancar’ın Hemedan yörelerine varması haberi Bağdad’a gelince Halife, Mesud’a yazarak onu ittifaka çağırdı. Aralarında yapılan anlaşma gereğince Halife, Mesud’un sultanlığını ve Selçukşah’ın veliahtlığını tanıdı. Ayrıca Halife, bunların Sultan Sancar’a karşı sefere koyulmalarını öngördü. Bunun üzerine, Sancar, Zengi’ye yazarak Dubeys’le birlikte Bağdad üzerine yürümelerini istedi. Bu sıralarda Mesud ile Sancar arasında savaş sürerken Halife de müttefiki Mesud’a yardım etmek maksadıyla Hanikin’e gelmiş bulunuyordu. Sancar tarafından kendisine Bağdad şihneliğinin verildiğini iddia eden Zengi, Bağdad yakınlarında Halife tarafından püskürtülmüştür.
Zengi, buna bakmayarak, müttefiki olan Sultan Sancar’a karşı gelen Mesud’un ülkesine saldırmaktan da geri kalmıyordu. Öte yandan Zengi’nin kendisine karşı bir tehlike oluşturduğunu gören Mesud, onunla ilişkisini yeniden gözden geçirerek kendisini itaati altına almak istedi, çünkü Halife tarafından emin olmayan Mesud, Zengi’yi buna karşı bir güç olarak kullanmak istiyordu. O, bu arzusunu gerçekleştirmek için kendi ülkesinden bazı toprakları da Zengi’ye vermekten geri kalmamış ve Erbil şehrini ona bırakmıştır.
Bundan sonra sultan Mesud ile Zengi arasında 529’a (1134) kadar herhangi bir olay çıkmamıştır. Bununla birlikte Sultan Mesud, Halife Müsterşid’in 527’de (1132) Musul’u kuşatmasına hiç bir tepki göstermemiştir ve bunun bu sıralarda Selçuklu ailesinde ortaya çıkan taht kavgasıyla ilgili olduğu muhakkaktır. Bununla birlikte Sultan Mesud da, kendi mevkiini korumak ve güçlendirmek için Halifenin Zengi’yle arasının açılmasını arzu ediyor ve bu yolla Irak taraflarında kendisine karşı çıkacak olası bir kötü durumdan emin olmuş bulunuyordu.
Öte yandan Halife de aynı düşünceyi paylaşıyordu. Yani o da Zengi’yi Selçuklulara karşı bir güç olarak kullanmak istiyordu. O, 529 (1134)’de Sultan Mesut’la arası açılır açılmaz, Zengi ile olan anlaşmazlığını unutarak ondan yardım istemekten bile çekinmemişti. Böylece Halife Musterşit, bu sıralarda Şam kuşatmasında bulunan Zengi’ye yazarak derhal Bağdad’a gelmesini istedi. Zengi’nin bu isteği olumlu bir şekilde karşıladığı muhakkaktır. Ancak Halifenin Sultan Mesut’la Merağa’da giriştiği savaştan sonra öldürülmesi, Zengi’nin yıllardan beri içinde beslediği arzuyu boşa çıkardı ve elinden büyük bir fırsatı kaçırdı. Üstelik bu tutum, kendisini Sultan Mesut’la düşman durumuna getirdi. Ayrıca yeni Halife Raşid’in Sultan Mesut’la giriştiği mücadele sonunda Zengi’ye sığınması bu düşmanlığı daha da arttırdı. Bütün bunlara rağmen Zengi Selçuklu Sultanlığı’yla ilişkisini kesmemiş ancak bu kez Sultan Sancar’a bağlı kalmıştır. Sancar’ın isteği üzerine Zengi Halife Raşid’i Musul’dan çıkarmak zorunda kalmıştır. Böylece bu durum Zengi ile Raşid’in hasmı Sultan Mesud arasında yeni bir dönemini başlattı. Ve aralarındaki anlaşmazlıklar sürüp gitmekteydi.
5. Zengi ve Hilafet Merkezi
Atabey Zengi, Abbasi Hilafeti’yle oldukça iyi geçiniyordu. Ne var ki, Zengi’nin Selçuklu Sultanlarına bağlığı bu ilişkiyi etkiliyor ve bazen Halife ile arasını açıyordu. Ancak Zengi, bunu gidermeye çalışıyordu. Çünkü bir yandan Selçuklu sultanlarına karşı gelip bunların nüfuzundan kurtulmak isteyerek direnirken ve bir yandan da nezdindeki Şehzade Alp-Arslan’ın sultan olarak Halife tarafından tanınması için Halife ile olan ilişkisinin iyi olması gerekiyordu. Fakat -yukarıda da görüldüğü gibi- Zengi bu istek ve arzularında hayal kırıklığına uğramış ve Selçuklu sultanlarının gazabından korkarak yerini bu sultanlar nezdinde sağlamlaştırmaya çalışıp Halifeye karşı gelmiştir. Böylece - yukarda da belirttiğimiz gibi- Zengi, 526’da (1131) Sultan Mesud tarafını tutarak Halifeye karşı gelmiş ve Bağdad üzerine yürümüştür. Zengi bu olaydan sonra Sultan Sancar’a bağlandığı için bu sıralarda kendisiyle arası açılan Mesud’la elbirliği yapan Halife Müsterşid’i Sancar’a karşı savaşan Mesud’dan ayırmak amacıyla Bağdad üzerine yürümüştür. O, bu yolla Halifeyi geri dönderebilmişse de, ona yenilmiştir. Bunun üzerine Zengi ile Halifenin arası ciddi bir şekilde açılmıştır. Halife ertesi yıl Zengi’ye bir yazı yazarak kendisini kınadı. Ancak Halifenin elçisinin sert tutumu, Halifeyi Musul’a karşı sefere yöneltmiştir. Gerçekten Halifenin bu elçisiyle gönderdiği mektup bir sürtüşmeden başka bir şeyi ifade etmediği gibi Musul üzerine yürümek için de bunu bir bahane saymıştır. Dikkate şayandır ki, Halife, Selçuklu ailesinde baş gösteren taht mücadelesinden yararlanarak kendi gücünü arttırmak, ülkesini genişletmek ve Zengi beyliğini ortadan kaldırmak arzusunda idi. İşte buna dayanarak Halife, 30 bin kişilik bir orduyla Musul’a karşı sefere çıktı. Ancak Musul’u 3 ay kuşatmasına rağmen, burada hiç bir başarı sağlayamadan geri dönmek zorunda kaldı.
Fakat Halifenin asıl amacı Selçuklu sultanlarından kurtulmaktı. Bu yüzden etraftaki hükümdar ve emirleriyle iyi ilişkide olduğunu ispatlamak amacıyla, ertesi yıl (528/1133) Zengi’yle barış yapmıştı. Dostluğa dönüşen bu ilişki, daha sonra yeni Halife Muktedi zamanında da devam etmiştir.
6. Zengi ve Haçlı Seferleri
Musul Vilayeti Selçuklu valileri tarafından yönetildiği sıralarda Haçlılar, Suriye’nin önemli bir bölümünü işgal ederek büyük bir nüfuz sağlamış bulunuyorlardı. Burada dört Beylik kuran bu Haçlıların bölgede tecavüzleri giderek artıyordu. İslam aleminde büyük bir yankı yaratan bu duruma ancak Selçukluların karşılık verebilecekleri umuluyordu. Bu yüzden Zengi’den sonra Musul’a tayin edilen tüm valiler, bu meseleyle yakından ilgilenerek, Selçukluların buraya yani Musul bölgesine yerleştirdikleri askerlerle çeşitli seferler düzenlediler. Ne var ki, bu valilerin giriştikleri seferler kesin bir sonuç verememiştir.
Zengi, Musul valiliğine atandığı vakit, Haçlıların tecavüzleri haddini aşmış bir durumda idi. Zengi, Musul’da işe başlar başlamaz yukarıda da belirttiğimiz gibi, vilayetinin hududunu genişleterek bölgedeki en güçlü hükümdar olmayı tasarlıyordu. Sırasıyla geniş Cezire bölgesini, Halep ve Hama şehirlerini zaptederek kendi ülkesine kattı. Zengi’nin bu faaliyeti, bunu yakından izleyen Haçlıları bir endişe ve korkuya düşürerek büyük bir tepki yarattı. Zengi’nin üzerine yürüyen Haçlılar, Halep ile Antakya arasında, Zengi tarafından büyük bir yenilgiye uğratıldı (524/1130).
Zengi kaydettiği bu zaferden sonra Abbasi Halifesi ile arası açıldığından ve Selçuklu hanedanında baş gösteren taht mücadelesine karıştığından, Haçlılarla savaşmaya bir kaç yıl (1130-1316
1133) ara vermek zorunda kaldı. Ancak Haçlıların Zengi’nin Halep naibini sıkıştırmaları, kendisini yeniden harekete geçirdi (529/1134). Asi nehrinin doğusunda Haçlıları yenerek bir çok toprağı ve şehri geri aldı. 531 (1137)’de de Barin’i ele geçirdi. Zengi’nin Haçli seferleri safhasında gerçekleştirdiği önemli zaferlerden biri de, ertesi yıl Bizans imparatorunun Haçlı Antakya Hakimiyle Ruha Haçlı ordularıyla Halep üzerine hazırladıkları seferde kaydettiği başarıdır. O, bölgede bazı kale ve şehirleri işgal eden bu Haçlı ordusunu bozguna uğratmada ve bölgeden uzaklaştırmada başarı sağlayıp onları can ve mal kaybına uğratmıştır.
Zengi’nin Haçlılara karşı gerçekleştirdiği en büyük başarı, onların kurdukları dört beylikten biri olan Ruha (Urfa)’yı zaptederek (539/1144) bölge tarihinde yeni bir sayfa açmasıdır. Ruha’nın Zengi’nin eline düşmesi, Haçlılarda büyük bir korku ve telaş yaratarak II. Haçlı Seferi’ne yol açtı. Ayrıca bu askeri zafer, Zengi’nin bölgede kimi toprak ve mevkileri zaptetmesini kolaylaştırdı. Bu ölümsüz zaferle asıl şöhretini kazanan Zengi, Musul Atabeyliği’nde bulunduğu sürede hayatının büyük bir kısmını Haçlılara karşı giriştiği mukaddes savaşlarda geçirmiştir. Hatta o, Ca’ber kalesini kuşatırken ve daha azametinin doruğunda iken bir gulamı tarafından öldürülmüştür.
7. Zengi ve Atabeyliğinin Genişlemesi
Zengi, Musul’da vali olur olmaz, bölgede en güçlü hükümdar olmak hayaline kapılarak vilayetini genişletmek amacıyla bir takım seferlere girişmişti. Aslında Zengi’nin bu faaliyeti kendisince uygun görülmüştür. Çünkü o, bir yandan giderek artan Haçlı saldırısını önlemek, öte yandan onların işgali altında bulunan müslüman ülkeleri geri almak için etraftaki ülkelerden asker toplamak zorunda idi.
Böylece Zengi, komşu bölgelerden başlayarak ilkin Musul yakınlarındaki Ceziret İbn Ömer üzerine yürüdü ve şehri elde etti. Sonra sırasıyla Nusaybin, Sincar, Harran şehirlerini de yönetimi altına aldı. Ancak Zengi’nin en önemli ve takdire değer işi, Fırat nehrini aşarak Haleb şehrini elde etmesiydi. Çünkü Zengi, bunu almış olmasaydı, Haçlılar bütün Suriye’yi ele geçireceklerdi. Üstelik eskiden beri bu şehirden yapılacak Haçlı saldırısını önleyen Şam Atabeyi Tuğ-Tegin 522 (1128)’de ölünce, ülke herhangi bir koruyucudan tamamiyle yoksun kalmıştı. Böylece bu eylem Haçlıları korku ve telaşa düşürmüş ve onları seferberliğe itmiştir. Onlar, Zengi’nin üzerine yürümüşlerse de, Haleb ile Antakya arasında yenilmişlerdir.
Büyük ve geniş bir ülkeye sahip olan Zengi, Musul vilayeti dışında bir takım bölgeleri elde edince, sultanın onayını da alması gerekirdi. Çünkü Zengi’nin yaptığı bu işler, hiç olmazsa sultanın dikkatini çekecek ve ülkesinin büyümesi kendisini endişelendirecekti. Dolayısıyle o, 523 (1129)’de sultanın yanına giderek ondan kendi adına bir menşur almayı başarmıştır. Sultan onun Musul’a ilaveten Cezire, Rahbe, Haleb ve bütün Şam memleketi üzerine hükümdarlığını tanımıştır.
Suriye’deki Hama, Hims, Balebek şehirlerini zaptettikten sonra tekrar doğuya dönen Zengi, 524 (1129-1130) yılına doğru Dara’yı feth etti. Ayrıca Erbil şehrini de 526 (1131) Sultan Mesud’dan teslim aldı.
Zengi elde ettiği bu başarılardan sonra özellikle 528 (1133)’e doğru Kürt bölgesine girmeye başladı. Zengi, Musul yakınındaki Hamid oğulları Kürtlerinin beylerini aynı yerlerinde bırakmıştı. Fakat, Halife Müsterşid’in Musul’u kuşatmasında Kürtlerden İsa el-Humaydi kendisine yardımda bulunmuştu. Bu yüzden Zengi, Halife Müsterşid’in buradan çekilmesinden sonra İsa’nın Akr, Şuş kalelerini kuşatmış ve almıştı. Ayrıca Kürtleri de buradan sürmüştü. Zengi, aynı yılda Hakkari Kürtlerinin de kalelerini yönetimine sokmuş ve bunların en büyük ve sağlam kalelerinden Aşb kalesini 537 (1142)’de işgal etmiş ve burada bugüne kadar kendi adıyla anılan İmadiyye kalesini de yaptırmıştı. Ayrıca Zengi, büyük bir güce sahip olan Türkmen beyi Kıfçakoğlu Arslan’ın elinden Şehrizor ilini alarak burada yerleşmiş olan Türkmenleri egemenliği altına almıştır. Buna ilaveten de Zengi, 536 (1141) Muharişlerden Hadise şehrini almış ve kendilerini Musul’a getirerek yerleştirmişti. Ayrıca 538 (1143)’de Diyarbekir’e yürüyerek Siirt, Hızan şehirlerini Dok, Matlıs, Banseba ve Zil- Karneyn Kalelerini de zaptetmişti. Böylece Zengi’nin kurduğu büyük atabeylik bugünkü Irak’ın kuzeyini, Suriye’nin kuzeydoğusunu ve Türkiye’nin Diyarbekir ilini kapsıyordu.
8. Zengi’nin Yönetimine ve Yönettiği Bölgelere Toplu Bir Bakış
İmad ud-din Zengi vali olarak Musul’a atandıktan sonra kendisine Atabey ünvanı ve vilayetine atabeylik adı verilmiştir. Daha önce de belirttiğimiz gibi Sultan Mahmut onu Musul’a atadığında kendisine iki oğlunu teslim ederek onların atabeyi yapmıştır. Bu yüzden kendisine atabey denilmiştir.
Gerçekten Musul’un Zengi’den önceki valiler yönetimiyle Zengi’nin idaresi arasında büyük bir fark vardır. Bu valiler doğrudan doğruya sultana bağlı kalmakla yerlerini korumuşlardır. Zengi’nin kurduğu atabeylik ise, artık devlet denilecek bir durumdaydı. O, gerek Selçuklu sultanı, gerekse Abbasi Halifesinin nüfuzundan hemen hemen kurtulmuş, hatta yukarıda da belirttiğimiz gibi, Sultana veya Halifeye karşı gelmekten ve meydan okumaktan geri kalmamıştır. Fakat bir yandan kendi ülkesine göz dikmiş olan Abbasi Halifesiyle arası açıldığından, öte yandan Haçlıların gittikçe Müslüman ülkesine tecavüzleri arttığından, bir güce dayanmadan bir devlet kurmayı tasarlamıyordu. Aynı düşünceyi paylaşan Selçuklu sultanları, onun gerek Haçlılara, gerekse Halifeye karşı bir güç olarak kalmasını uygun görüyorlardı. Hatta yukarda görüldüğü gibi sultan Sancar’ın emrine rağmen Sultan Mahmud, Zengi’yi yerinden atmamış ve Dubeys’e asla aldırış etmemiştir.
Böylece Zengi yerine atanır atanmaz komşuları aleyhine yeni topraklar elde etmeye çalışmış, bunların askerlerinden gerek Haçlılara karşı gerekse kendi nüfuzunu korumak amacıyla yararlanmış ve zapt ettiği ülkelere yöneticiler tayin etmiştir.Tarihçi İbn ul-Esir’in belirttiğine göre Zengi, yalnız Musul vilayetinin yönetimiyle yetinmemiş ve komşu ülkelerden toprak parçaları kopararak ülkesini gittikçe genişletmiştir. Tekrit yakınlarına kadar uzanan Halife ülkesinden, Şehrizor’a kadar uzanan Sultan Mahmud devletinden Sökmenoğlu’nun Ahlat vilayetinden, bunun oğlu Davud’un Hısn-Keyfa vilayetinden ve Şam hükümdarlarının topraklarından, başka bir deyişle kendisine komşu olan bütün ülkelerden toprak koparıp almaktan bir an bile geri kalmamıştır.
II. Zengi’den Sonra Musul Atabeyliği 1. Zengi’nin Ölümü ve Musul Atabeyleri
541 (1146)’de Zengi, Caber Kalesi’nin kuşatmasında bulunurken gulamlarından Yerenkuş tarafından öldürülmüştü. Kimi Tarihçiler, bunun nedeninin Zengi’nin içki içip bu gulamı tehdit etmesi olduğunu yazmışlardır.
Selçuklular devletinde büyük bir otorite boşluğu doğuran Zengi’nin ölümü, kendisinin kurmuş olduğu büyük atabeyliği ikiye bölmüş: “Musul Atabeyliği ve Haleb Atabeyliği”. Musul kolonu ileride bir şehir hükümeti durumuna getirmişti.
Zengi’nin ölümüyle ordusu ikiye bölünmüştür. Bir kısmı oğlu Nureddin’le birlikte Haleb’e gitmiş, diğer kısmı olan Musul ve Cezire askerleri ise bu sıralarda orada bulunan Sultan Mahmud oğlu Melik Alp-Arslan ve Cemal ud-din İsfehani ile birlikte Musul’a dönmüştü. Musul ileri gelenlerinden Cemal ud-din, Zengi tarafından naib olarak Musul’da bulunan Zeynuddin Küçük’e yazarak kendisine durumu bildirmiş, Zengi’nin oğlu Seyf ud-din Gazi’yi Şehrizor’dan Musul’a getirmesini istemiştir. Bunun üzerine Zeynuddin, onu Musul’a getirmiş ve şehri kendisine teslim etmişti. Böylece Seyfuddin Gazi, Zengi’nin halefi olarak Musul ve Cezire bölgesine hakim olmuştur. Kendisi daha sonra kardeşi ve Zengi’nin torunlarından toplam 8 atabey 541’den (1146) 631’e (1233) kadar Musul atabeyliğinde hüküm sürmüşlerdir. Bu atabeyler şunlardır:
  1. Zengi oğlu Seyf ud-din Gazi 541-544/1146-1149
  2. Zengi oğlu Kutbud-din Mevdud 544-565/1149-1169
  3. Mevdud oğlu Seyf ud-din Gazi 565-576/1169-1180
  4. Mevdud oğlu İzzuddin Mesud 576-589/1180-1193
  5. Mesud oğlu Nuruddin Arslanşah 589-607/1193-1210
  6. Nuruddin Arslan Şah oğlu Kahir 607-615/1210-1219
  7. Kahir oğlu Nuruddin Arslan Şah II. 615/1218-1219
  8. Kahir oğlu Nasır ud-din Mahmud 616-631/1219-1233
Atabey Nuruddin Mahmud, Suriye ülkesini Zengi’nin kurmuş olduğu atabeylikten ayırınca, Musul Atabeyliği Musul, Erbil, Ceziret İbn Ömer, Şehrizor ve yöresi, Dakuka, Akr ul-Hamidiyye ve Hakkari kaleleri, Tekrit ve Sincar başka bir deyişle bugünkü Irak’tan ibaret kalmıştı. Bu şehir ve kalelere atabeylikten birer vali gönderiliyordu. Ancak buradaki valiler, atabeyin Musul kalesine atadığı naiblere doğrudan doğruya bağlanıyorlardı. Hatta 579 (1183)’de Musul Atabeyi İzuddin Mesud, naibi Mucahid ud-din Kaymaz’ı tutuklayınca valiler de kendisine karşı yer yer isyanlarda bulunmuşlar, Musul atabeyliğine karşı birer cephe almışlardı. Erbil ve Ceziret İbn Ömer, bağımsızlıklarını ilan ettikleri gibi Abbasi Halifesi de Dakuka’yı işgal etmişti.
2. Zengi’den sonra Atabeyliğin Dış İlişkileri A. Haleb Atabeyi Nuruddin Mahmud İle İlişkileri
Nuruddin ile Musul arasındaki ilişki daha Zengi’nin öldüğü sıralarda gerginleşmiştir. Tarihçi Ebul Farac’a göre Nuruddin Haleb’i elde ettikten sonra Musul’a da göz dikmiştir. Fakat bir yandan kardeşi Seyf ud-din‘in hilatlarına nail olduğu Irak Selçuklu Sultan Mesud’un varlığı, bir yandan da Haçlı saldırılarının artması yüzünden herhangi bir harekete geçememiştir. Buna rağmen Nuruddin’in kardeşinden korktuğu da belirtilmiştir. Buna bakmayarak Nuruddin, Haçlılara karşı giriştiği savaşların giderek genişlemesi nedeniyle kendisi tek başına savaşamayacağını iyice kavrayarak, Musul’a baş vurmaktan geri kalmıyordu. O, Haçlılarla sürekli bir çatışma durumunda olduğundan Musul’la olan ilişkisini hiç bir zaman gergin bir duruma sokmak istemiyordu. Bu yüzden iki taraf arasında ara sıra baş gösteren anlaşmazlıkların giderilmesi için elinden gelen her türlü fedakarlığı yapmaktan geri kalmıyordu. Bu durum Atabey Kutb ud-din’in ölümüne (566/1170) kadar devam etti.
Atabey Kutb ud-din’in ölümü üzerine (566/1170) yerine vezir Fahr ud-din Abdul Mesih’in çabasıyla oğlu Seyf ud-din Gazi II. getirildi. Bunun üzerine Nuruddin’in damadı ve Kutb ud-din’in büyük oğlu İmad ud-din Zengi, amcası Nuruddin’e baş vurdu. Kendisinin atabeylikte haklı olduğunu bildirerek şikayette bulundu. Bunu fırsat bilen Nuruddin, hemen Musul üzerine yürüyerek Rakka, Nusaybin, Habur ve Sincar şehirlerini zaptettikten sonra Musul’a girdi. Nuruddin, belki de bölgenin kritik bir durum yaşadığını ve Nuruddin’in daha da Becerekli olduğunu göz önüne alarak Seyf ud-din Gazi’yi iktidardan uzaklaştırmak için değil halkı Fahrud-din’in zulmünden kurtarmak için Musul’a geldiğini belirtti. Böylece Nuruddin Seyf ud-din’i yerinde bıraktı. Nuruddin, orada kaldığı sürede adıyla anılan ve bugüne kadar ayakta duran bir cami yaptırmıştır. Bu cami Irak camileri arasında minaresinin en uzun oluşuyla şöhret kazanmıştır. Seyf ud-din kendi yerini koruyabilmişse de Atabeyliğinin önemli bir kısmını kaybetmişti. Nuruddin, Musul atabeyliğine bağlı Rakka, Nusaybin, Habur ve Sincar şehirlerini kesip aldı. Bunlardan Sincar’ı İmad ud-din Zengi’ye ayırarak Sincar Atabeyliğinin doğuşuna yol açmıştır.
Bundan sonra Musul ile Nuruddin arasındaki ilişki oldukça iyi bir hava içerisinde geçti. Hatta 567 (1171)’da Musul birliklerinin Nuruddin’le birlikte Haçlılara karşı savaştığını görüyoruz.
Nuruddin’in ölümü üzerine (569/1173) Seyf ud-din Gazi, Nuruddin’in daha önce kendi ülkesinden kopardığı Nusaybin, Habur, Harran, Ruha, Rakka ve Sürüc şehirlerini geri aldı. Ancak Seyf ud-din, bununla yetinerek büyük bir fırsatı elden kaçırdı. O, Nuruddin’in ölümünden yararlanarak Haleb’i kolaylıkla ele geçirebilir veya hiç olmazsa kendisini Nuruddin’in henüz 11 yaşındaki oğlu üzerine vasi tayin edebilirdi.
B. Selçuklu Sultanlığı’yla ilişkiler
İmad ud-din Zengi’nin ölümüne doğru Irak Selçuklu sultanlarının etkisi, gerek Hilafet merkezinde, gerekse Musul’da zayıflamış ve zevale yüz tutmuş bulunuyordu. Fakat tam bu sıralarda Irak Selçuklu Sultanlığı’nda Sultan Mesud gibi güçlü ve kabiliyetli bir sultanın bulunması nedeniyle Selçuklu Devleti’nin nüfuzu Bağdad’da olduğu gibi Musul’da da artmış bulunuyordu. Bu yüzden Zengi’den sonra iktidara geçen Seyf ud-din Gazi’nin, kendi atabeyliğinde şerii olarak bulunabilmesi için Sultan Mesud tarafından onaylanması gerekiyordu. O, bu onaylamayı elde ettiği gibi sultandan hilat da almıştır. Musul Atabeyleri, Sultan Mesud’dan sonra çökmeye yönelen Selçuklu Devleti’nin onayına artık ihtiyaç duymuyorlardı. Buna rağmen bazen kendi hükümlerini güçlendirmek amacıyla Selçuklu ailesindeki taht kavgalarına karışarak kendi nüfuzlarını kullanmak istedikleri gibi, bazen de bunlara askeri yardımda bulunmaktan geri kalmıyorlardı.
Bununla birlikte Musul Atabeyliği’nde Selçuklu sultanları adına hutbenin okutulduğunu biliyoruz. Bu durum 581 (1185)’e kadar sürmüş ve bu yılda Salah ud-din eyyubi ile varılan anlaşma sonunda Selçukluların adı hutbe ve sikkeden tamamen kaldırılarak, yerine Salah ud-din’in adı geçmeye başlamıştır.
C. Abbasi Halifeleriyle İlişkileri
Zengi’den sonra Halife ile Musul Atabeyliği arasındaki ilişki oldukça iyi bir durumda idi. İlk Atabeyler zamanında -ki henüz Selçuklu Sultanları güçlü idi- Halifeler Bağdad’a kapanmışlardı ve diğer yakın bölgelerin kendilerine bağlanmasını tasarlamıyorlardı. Halifeler, herhalde kendi yerlerini kaybetmekten korkarak Bağdad’ın dışına bile çıkmamışlardı.
Irak Selçuklu Sultanlığı’nın son yıllarına doğru Selçuklularla Halife arasındaki ilişkiler oldukça gerginleşmişti. Hatta Halife bazen komşuları veya Musul zararına, ülkesini genişletmek amacıyla her fırsattan faydalanmak istiyordu. Böylece 579 (1183)’de Musul Atabeyi İzzuddin’in Musul Naibi Mucahid ud-din’in Kaymaz’ı tutuklamasıyla kendisine karşı yer yer isyan çıktığında Halife de, Musul’a bağlı Dakuka’yı ele geçirmişti. Buna rağmen, Halifenin adı, kesintisiz olarak Musul’da hutbelerde okunmuş ve sikkelerde belirtilmişti. Salah ud-din Eyyubi’nin Musul’a karşı yapiığı seferler sırasında, Halife ona bir elçi göndererek iki taraf arasında bir aracılık yapmıştı ki, her halde Halife bu yolla kendi manevi nüfuzunu kullanmak istiyordu.
Musul atabeyleri, işbaşına geldikleri zaman halifenin kendi hükümlerini tasdik etmesine veya kendi atabeyliklerini tanımasına gerek duymuyorlardı. Ancak atabeyliğin sonuna doğru Bedr ud-din Lu’lu’ ile bu durum yeni bir boyut kazanmaya başladı. Bu zat, iktidara getirdiği daha genç yaştaki atabeyler için halifeden hilat ve tasdik istemekten geri kalmıyordu. Ayrıca Bedr ud-din’in bu sıralarda yaptığı seferler hakkında Halifeye de bilgiler verdiğini biliyoruz.
Ç. Salah ud-din Eyyubi ile ilişkileri
Haleb Atabeyi Nuruddin Mahmud’un ölümü üzerine yerine 10 yaşındaki oğlu Melik Salih İsmail geçti. Bunun henüz küçük yaşta olması, emir ve komutanların devlet işlerine karışma hırslarını arttırdı. Bunların her birisi, kendini Melik Salih’in atabeyi veya vasisi yapmak istiyordu. İşte bu durum, Nuruddin’in kurmuş olduğu atabeyliğe göz dikmiş olan Salah ud-din Eyyubi’nin Haleb işlerine karışmasını kolaylaştırdı ve Musul Atabeyliği ile yeni bir ilişkinin başlamasına yol açtı. Dikkate değer ki, Salah ud-din, Musul Atabeyi Seyf ud-din Gazi’nin Haleb’e göz dikmesi kendisini kuşkulandırıyordu. Üstelik Seyf ud-din’in, Nuruddin’in ölümünden sonra sırasıyla Nusaybin, Habur, Harran, Ruha, Rakka ve Süruc şehirlerine el koyması onun bu kuşkusunu körüklüyordu. Hatta Salah ud-din’in Şam eşrafına hitaben “Nuruddin içinizde benden daha uyanık bir kimse bulunduğunu bilse idi, Mısır saltanatını ona verirdi. Ben geliyorum, çünkü efendimizin ve oğlunun saltanatını sizin değil benim idare etmem icab eder” şeklindeki sözü, bu hususta ne kadar titiz ve sert davrandığını gösterir. Buna bakmayarak Seyf ud-din’in tutumu Salah ud-din’i oldukça endişelendiriyor ve buna karşı çeşitli çareler düşünüyordu. Böylece Salah ud-din, Seyf ud-din Gazi’nin birinci derecede düşmanı olan amcası Sincar atabeyi İmad ud-din Zengi’ye yazarak atabey ailesinin büyüğü olmasından dolayı Musul atabeyliğine teşvik etmiş ve bu yolla onu elde edebilmişti.
Salah ud-din Musul üzerine yürümeden önce Haleb meselesine son vermeyi daha uygun görerek özellikle Şam, Hims, Hama şehirlerine el koyduktan sonra Haleb yakınlarına geçti (570/1174). Bu durum, Haleb’le Musul arasında yeni bir sorunun başlamasına yol açtı. Halebliler, Seyf ud-din Gazi’ye elçiler yollayıp “Salah ud-din’in Haleb’i almasına müsaade ederseniz Musul’un elinizde kalacağını sanmayın” şeklinde bir haber göndererek yardım istediler. Bunun üzerine Seyf ud-din, kardeşi İzzuddin komutasında görünüşte yardım etmek, gerçekte ise Salah ud-din’in işe karışmasından korktuğu için Haleb’e asker sevk etti. Salah ud-din, bir yandan Haçlı saldırısından, bir yandan da Musul birlikleri arasında kalmaktan korkarak, buradan çekilmek zorunda kaldı. İzzuddin Mesud, Musul askeriyle birlikte Haleb’e varınca Haleb ordusu kendisine katılıp Hama şehrini kuşattı. Bu sıralarda Salah ud-din’in barış teşebbüsü görülür ki, tarihçi İbn ul-Esir bunun asker toplamak için bir kurnazlık teşebbüsü olduğunu iddia etmiştir. Ancak bu teklifi kabul etmeyen Musul ve Haleb birlikleri Kurun Hama’da Salah ud-din’le giriştikleri savaşta ağır bir yenilgiye uğradılar (570/1174). Salah ud-din, Haleb’i ikinci kez kuşattı. Melik Salih onunla karşılaşmaktan çekinerek onunla barış yapmak zorunda kaldı. Bunun üzerine Salah ud-din Haleb’i terk etti ise de Melik Salih yalnız Haleb şehri yönetimiyle yetinmek zorunda kaldı. Ayrıca Salah ud-din, bunun adını hutbe ve sikkelerden kaldırdı. Böylece Salah ud-din, Nuruddin’in kurduğu devletin tek varisi olmuş oldu. Bu barışa yanaşmayan Musul Atabeği Seyf ud-din Gazi, Haleblilere yazarak sitem etmiş ve Salah ud-din’le vardıkları anlaşmayı bozmalarını istemiştir. O, bundan sonra asker toplayıp diğer bölge hakimleriyle birlikte Haleb üzerine yürümüştür. Burada Salah ud-din’le yapılan savaşta, ilkin Musul ve Haleb askerleri galip geldilerse de, daha sonra yenildiler ve Seyf ud-din, Musul’a dönmek zorunda kaldı (571/1175). Bunun üzerine Salah ud-din yine Haleb’e yöneldiler ve şehrin kuşatmasına koyuldu ise de, Haleblilerin barış istemeleri karşısında burayı terk ederek Haleb ve yöresini Melik Salih’e bırakmıştır (572/1176). Ogünden itibaren Salah ud-din ile Melik Salih arasında gerçek bir barış yapılmıştır.
Bundan sonra Musul atabeyliğinin Salah ud-din’le ilişkisi, Seyf ud-din Gazi’nin ölümüne (576/1180) kadar herhangi bir olaya sahne olmamıştır.
Haleb Atabeyi Melik Salih’in ölümü (577/1181) bu sırada Mısır’da bulunan Salah ud-din’in Musul atabeyliği ile ilişkisine yeni bir boyut kazandırmıştır. Melik Salih ölümünden önce, kendisinden sonra Haleb’in Musul Atabeyi İzzuddin’e teslim edilmesini emretmişti. Bunun üzerine İzzuddin de gelerek şehri almıştı. Öte yandan Haleb’e göz dikmiş olan Sincar atabeyi İmad ud-din Zengi, burayı istemiş, aksi takdirde Sincar’ı Salah ud-din’e teslim edeceği tehdidinde bulunmuştu. Bunun sonucundan korkan İzzuddin Haleb’i bırakıp buna karşılık Sincar’ı almıştı. Bu eylem, İzzeddun’in Salah ud- din’den ne kadar çekindiğini gösterir. Bu olup bitenleri kabul etmeyen Salah ud-din, Mısır’dan Şam’a döndü. Musulluların Haçlılara yazıp onları İslam ülkelerine karşı kışkırtmaları bahanesiyle Musul üzerine yürüdü. Tarihçi İbn Şeddad’ın ve İbn Vasil’ın belirttikleri bu bahanenin doğru olmadığını kesinlikle söyleyebiliriz. Çünkü Salah ud-din, özellikle Melik Salih’in ölümünden sonra Haleb’e el koymak istediği gibi Musul’un da hiç olmazsa bölgedeki faaliyetlerini durdurmak istiyordu. Fakat Salah ud-din’in daha önce başarı kazanamadığı Haleb şehrine şimdilik dokunmak istemiyordu. Çünkü, bunu kuşattığında buraya Musul’dan yardım geleceğini tahmin ediyordu. Böylece onun ilk hedefi Musul oldu. Üstelik, bu sıralarda Salah ud-din’i teşvik edenler de az değildi. Bunların başında Musul Atabeyliğiyle arası açılmış olan Harran valisi Muzaffer ud-din Gök-böri geliyordu.
Salah ud-din 578 (1182) yılının başlarında Musul’u kuşatmış, fakat muhkem oluşundan dolayı alamamış ve terk etmiştir. Sonra Sincar üzerine yürümüş ve şehri zorla almıştı.
Salah ud-din bundan sonra bir ara Musul’dan vazgeçmişse de yine de burayı ele geçirme fikrinden vazgeçmemişti. Bunun için uygun bir zaman ve fırsat bekliyordu. Hatta Musul’a yakın veya bağlı bölgelerde kendisine taraftar bulmaya da çalışıyordu. 579 (1183)’de Musul Atabeyi İzzuddin Mesud’un naibi Kaymaz’ı tutuklaması üzerine buna bağlı Erbil, Ceziret İbn Ömer, Şehrizor, Dakuka, Akr ul-Hamidiyye kalesi valileri Musul’a olan bağlılıklarını kestiler. Bunlardan Erbil ve Ceziret İbn Ömer bağlılıklarını Salah ud-din’e bildirdiler. Bununla birlikte Abbasi Halifesi Nasır’ın Musul atabeyi ile Salah ud-din’in arasını düzeltmek amacıyla teşebbüslerde bulunmuştu. Ancak Salah ud- din, bunun gönderdiği elçiye, Musul Atabeyliği ile herhangi bir anlaşmaya varılacak olursa, Musul’un ne Erbil ne de Ceziret İbn Ömer’e karışmaması şartını koşunca, bu teşebbüs başarısızlıkla sonuçlandı. Buna rağmen ne Musul atabeyi ne de Salah ud-din birbirine karşı herhangi bir harekete geçtiler.
Musul naibi Mucahid ed-din Kaymaz’ın tutuklanmasının yanlış bir karar olduğunu sonradan anlayan İzzuddin, onu hapisten çıkararak Musul’dan kopmuş olan bölgeleri tekrar geri almaya çalıştı. İzzuddin Mesud, Kaymaz’ı Hemedan ve Cebel hükümdarı Şems ud-din Pehlivan’a göndererek Salah ud-din’e karşı bir cephe kurmaya çağırdı. Bunu kabul eden pehlivan üç bin atlı askerle Musul birliklerine katılarak Salah ud-din’e bağlı olan Erbil üzerine yürüdü. Fakat yağma etmekle meşgul olup karışıklık cıkaran askerleri, Erbil atabeyi Zeyn ud-din Yusuf’un ansızın yaptığı baskınla bozguna uğradı (580/1184). Bunu fırsat bilen Salah ud-din, Musul üzerine yürüyerek şehri kuşattı (581/1185), fakat Ahlat hükümdarı Şah ermen’in ölümü üzerine burayı terk etmek zorunda kaldı. Salah ud-din, Ahlat sonra da Meyyafarik’in işlerini bitirdikten sonra tekrar Musul üzerine yürüdü. Bu kez, İzzuddin Mesud’la bu sıralarda hastalanmış olan Salah ud-din’in arasında barış uygun görüldü. Aralarında varılan anlaşma ile Salah ud-din isteğine kavuştu. Şehrizor ve yöresi, Karabeli vilayeti ve Zab nehri arkasındaki bütün bölgeler kendisine verildi. Ayrıca adı Musul’da hutbede okundu ve sikkelere yazıldı. Böylece Selçukluların adı bu bölgede hutbelerden tamamen kaldırılmış oldu. Bu anlaşma gereğince Musul atabeyliği, birkaç bölgeyi kaybettiği gibi bağımsızlığını da yitirmiş oldu. Artık Musul atabeyi, öteki şehir valileri gibi Salah ud-din’e bağlanmıştır. Böylece İmad ud-din Zengi’nin kurmuş olduğu büyük devlet, yalnız Musul şehrine sığdırılmış ve Salah ud-din’e tabi olarak bir vilayet halinde varlığını sürdürmüştür. Buna ilaveten de Musul Atabeyliği ilk olarak Salah ud-din komutasında Haçlılar seferine de katılmış ve Salah ud-din’in ölümüne kadar (589/1113) aralarında herhangi bir gerginlik çıkmamıştı.
D. Salah Ud-Din’den Sonra Eyyubilerle İlişkileri
Salah ud-din’in kurmuş olduğu Eyyubi devleti, ölümüyle (589-1193) parçalanarak oğulları ve kardeşleri arasında bölüştürülmüştür. Bu sıralarda Musul atabeyliğinde bulunan İzzuddin Mesud, Salah ud-din tarafından Musul’dan koparılmış olan toprakları geri almak teşebbüsüyle Erbil Atabeyi Gök-böri, Ceziret İbn Ömer Atabeyi Sancarşah ve Sincar Atabeyi İmad ud-din Zengi’ye yazarak kendilerini parçalanmış Eyyubi devletinin şehirlerini zaptetmek amacıyla ittifaka çağırdı. Eskiden beri Musul Atabeyliğiyle arası açılan Gök-böri buna cevap vermediği gibi Ceziret İbn Ömer Atabeyi de bunu kabul etmedi. Bunlardan yalnız Sincar atabeyi İmad ud-din ittifaka girmişti. Musul Atabeyi İzzuddin, Nusaybin’e yürüyerek burada olan kardeşi İmad ud-din’le birleşti. Sonra her ikisi askerleriyle birlikte Ruha üzerine yürümeye karar verdiler. Fakat İzzuddin, hastalandığı için Musul’a dönmek zorunda kaldı ve kısa bir müddet sonra orada öldü.
İzzuddin’in ölümünden sonra Eyyubiler’le Musul Atabeyliği arasındaki münasebet oldukça gerginleşti. Bu arada gerek Eyyubi Sultanı Melik Adil, gerek Musul Atabeyi Nur ud-din ve gerekse öteki bölge hükümdarları, bölgede birbirinin ülkesinden topraklar kopararak genişletme siyaseti gütmüşlerdi. Birbirine düşman kesilen bu bölge hükümdarları, birbiri aleyhine ittifaklara girmekten de geri kalmıyorlardı. Aralarında zaman zaman savaş ve çatışmalar patlak veriyordu. Ancak bu savaşlar, bölgedeki hükümdarların hiç birisini yerinden sökecek veya bölgenin jeopolitik durumunu değiştirecek bir mahiyet almamıştır. Ayrıca bu çatışmaların arasında ateşkes ve anlaşmalar da eksik olmuyordu.
3. Zengi’den Sonra Musul Atabeyliği ve Haçlı Seferleri
Zengi’den sonra Halep Atabeyliği kolunun başına geçen Nur ud-din Mahmut, babası gibi hayatının büyük bir kısmını Haçlı Seferleri’nde geçimiştir. Bu arada Musul Atabeyleri kendisini bu seferlerde yalnız bırakmamışlar, istediği vakitlrde askeri yardımda bulunarak bu seferlere iştirak etmişlerdi.
Musul ordusu, Nurud-din’in ölümünden sonra Salahud-din Eyyubi’nin Musul Atabeyliği’yle arasının açık olduğu sıralarda giriştiği Haçlı seferlerine katılmamıştı. Ancak iki taraf arasında ilişkiler düzelir düzelmez, Salahud-din Musul’dan asker istemekten geri kalmamıştı. Aslında o, bunu yapmak mecburiyetinde idi. Çünkü o, Suriye topraklarıyla yetinerek Haçlılara karşı gelemeyeceğini herkesten iyi biliyordu. Bundan dolayı o, İnsan gücü açısından zengin olan Kuzey Irak ordusunu da bu seferlere sokmak zorunda idi. Bunu göz önüne alan Salah ud-din, Musul ile her hangi bir anlaşma yaptığında oradan savaşçı asker istemeyi hiç unutmuyor, hatta bunu şart koşuyordu.
4. Bedr ud-din Lu’lu’ ve Musul Atabeyliğinin Çöküşü
Tarihçiler, Musul atabeyliğinin varlığını 631 (1233)’e dek sürdüğünü belirtiyorlarsa da, bunun Nureddin Arslan Şah’ın ölümüyle (607/1210) sona erdiğini söyleyebiliriz. Çünkü bunun gulamı ve naibi olan Bedr ud-din Lu’lu’ ondan sonra gelen atabeyler devrinde iktidara el koyduğu gibi, Atabeyliğin iç ve dış işlerini de kendisi yürütüyordu. Genç veya küçük yaşta olan bu atabeyler ise, Bedr ud-din tarafından iş başına getiriliyor, ya da atılıyorlardı. Hatta 615 (1218)’de Nuruddin Arslanşahoğlu Melik Kahir’in ölümüyle Bedr ud-din, bunun daha çocuk yaşta iki oğlunu işbaşına getirmiş daha sonra bunları öldürmüştür. Ermeni asıllı bir köle olup Nuruddin Arslanşah’a getirilen Bedr ud-din Lu’lu’, devlette büyük bir nüfuz sağladıktan sonra kendisini hükümdar ilan etmiştir. O, son Musul Atabeylerinin anneleri tarafından, dedeleri olan Muzaffer ud-din Gök-böri’nin ölümünden (630/1232) sonra, kendisine karşı gelen veya bu Atabeylerin hakkını arayan bir kimse bulunmayınca kendisini devlette sultan ilan etmekten de çekinmemişti.
Böylece Ortaçağ tarihinde önemli bir yer işgal eden Zengiler devletine son verilmiş ve Musul kolu ailesi tarihe kavuşmuştur.
Prof. Dr. Fazıl BAYAT
Al-ul-Beyt Üniversitesi / Ürdün Bağdat Üniversitesi Edebiyat Fakültesi / Irak
Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 4 Sayfa: 814-824

İNGİLİZ KEMAL (AHMET ESAT TOMRUK) (1892?-1966)

MİLLÎ MÜCADELE DÖNEMİ İSTİHBARATÇILARINDAN İNGİLİZ KEMAL (AHMET ESAT TOMRUK) (1892?-1966)
İngiliz Kemal Kurtuluş Savaşı sırasında, gerek Yunan ve gerekse İngiliz gizli servislerinin elinde bulunan raporları, Ankara’ya bildirerek Türk kuvvetlerinin savaştan başarılı çıkmasını sağlayan ünlü Türk casusudur.
Ahmet Esat Tomruk 1892-93 yılında İstanbul’da Altımermer’de doğdu.[1] Babası Evkaf Nezareti Varidât Kalemi Müdürü Mehmet Raşit Bey, annesi ise Sıdıka Hanım’dır. Mehmet Raşit Bey, eğlence hayatını seven birisi olmasından dolayı, bütün malını mülkünü bu yolda harcamış; geride çocuklarına sadece Bahçekapı’da bir dükkan bırakarak genç yaşta vefat etmiştir. Babası öldüğünde (1897-98) Ahmet Esat beş yaşında yetim kalmıştır.
Babasının vefatından sonra Ahmet Esat, o sırada Hazine-i Hassa Kalemi kâtibi olan dayısı Sezai Bey’in himayesine girmiş, annesi ve dayısı ile birlikte Beyoğlu-Taksim’de Kazancı mahallesinde kiraladıkları evde yaşamaya başlamışlardır. Ahmet Esat, kendini hatırlamaya başladığında artık dayısının himaye ve gözetimi altındadır. Dayısının maddi durumu iyileşince aile Boğaziçi’nde Emirgân’a taşınmıştır. Emirgân kırlarında koşup eğlenmeyi çok seven Ahmet Esat, sporla da çocukluktan itibaren yakınen ilgilenmeye başlamış; ilk spor derslerini de Hariciye müsteşarı olan komşuları Tal’at Bey’den almaya başlamıştır. Tal’at Bey, Ahmet Esat gibi mahallenin çocuklarına yüzme ve yelken dersleri vermiştir. Ahmet Esat’ın hayallerinde ise meşhur bir pehlivan olmak vardır.
Ahmet Esat, ilköğrenimini Emirgan’da tamamladı. Daha sonra dayısı tarafından Galatasaray Lisesine kayd edildi. Galatasaray Lisesi’ne kayd olduğunda okulun müdürü meşhur tarihçi Abdurrahman Şeref Bey’dir. Ders nazırı yani eğitim-öğretimden sorumlu müdür ise, Cemil Bey’dir. Galatasaray Lisesi’ne 679 numara ile kayd edilen Ahmet Esat’a dayısı haftalık olarak da 5 kuruş vermektedir. Galatasaray’a kayd olduğunda sınıfın en küçüğü olduğundan sempatiyle karşılanan Ahmet Esat’ın arkadaşları arasında Ruşen Eşref (Ünaydın), Fuat ve Kemal adlı öğrenciler vardır. Bu arkadaşlarının da kendisi gibi yetim olduğunu öğrenir. Ahmet Esat kendi deyimiyle bu arkadaşlarıyla birlikte okulda adeta bir yetimler birliği kurmuşlardır.
Galatasaray Lisesi’nde parlak bir öğrenci olan Ahmet Esat, özellikle Fransızcasını geliştirmiş; yurt dışından edindiği arkadaşları ile mektuplaşmaya başlamış; yurt dışından adına sık sık mektupların gelmesi dönemin iktidarının ilgisini çekmiş ve hafiyeler tarafından takibe alınmıştır. Hatta bu sırada Fransa’da yayımlanan Mon Dimanche gazetesi kanalıyla, edindiği yabancı arkadaşlarıyla kartpostal mübadelesine de başlar. II. Abdülhamit idaresinin takibinden dolayı Paris’te bulunan Ahmet Rıza Bey’den kendisine gönderilen bir kart, yakın çevresindekilerin haklı olarak endişelenmelerine yol açar. Ahmet Rıza Bey, Galatasaray öğrencisi Ahmet Esat’a gönderdiği kartta; “İstibdadın hür çocukları, sizi tebrik eder; ihtiyatlı olmanızı tavsiye ederim” tarzında bir ifade kullanmıştır. Ahmet Esat bu kartı dayısı Sezai Bey’e gösterince, endişeye kapılan dayısı kartı hemen yok eder. Ayrıca Galatasaray Lisesi’ndeki öğrenciliği esnasında, öğrenciler arasında yönetime karşı gizli teşkilat kurduğu gerekçesiyle de devamlı gözetim altında tutulmuş; hatta bir ara dönemin hafiyeleri tarafından tutuklanarak Yıldız Sarayı’na götürülmüş; suçsuz olduğu tespit edildikten sonra serbest bırakılmıştır. Ahmet Esat gerek okul içinde, gerekse okul dışında hareketleriyle kabına sığmayan, enerjik, zeki bir çocuk olduğunu göstermektedir. Bundan dolayı okul idaresi tarafından da deyim yerinde ise, belalı bir tip olarak tanınmıştır.
Ahmet Esat’ın annesi ve dayısı oğullarının hafiyelerin devamlı takibi altında olmasından dolayı endişelenmişler; özellikle dayısı yurt dışına çıkması konusunda yeğenini ikna etmiştir. Yurt dışına, dayısının tanıdığı bir Yahudi simsarın aracığılıyla bir İngiliz vapur kumpanyasıyla irtibata geçilmiş; Ahmet Esat kaçak olarak bu vapura binmiştir. Ahmet Esat muhtemelen 1908 yılında İngiltere’ye gitmiştir. Bu yolculuk esnasında gemi kaptanı ile dostluk kurar ve ona İngilizce baba anlamına gelen "Dad” kelimesiyle hitap eder. Henüz 16 yaşında olan bu kıvırcık sarı saçlı, mavi gözlü sarışın çocuğu, gemi kaptanı da sever ve "Körli” adını verir. Kaptanla Ahmet Esat arasında baba-çocuk ilişkisi başlar. Kaptana, İngiltere’de kimsesi olmadığını ve okumak istediğini anlatır. Londra’da gemiden indikten sonra, kaptanla birlikte evine giden Ahmet Esat, Kaptan’ın karısı Miss Wildim tarafından da sevgiyle karşılanır. Baba olarak hitap ettiği, İngiliz kaptan kendisine her zaman iyi davranmış; ara sıra yaptıkları sohbetlerde ise, ülkesini hiçbir zaman unutmaması gerektiğini hatırlatmış; Ahmet Esat’ın Türkiye’ye ait olduğunu unutmamasını tavsiye etmiştir. Ahmet Esat bu arada İngiltere’de "Navy College”e kayd olur. Galatasaray Lisesi’nde boksa ilgi duymuş, bazı kuralları öğrenmiştir. Navy College’de ise artık profesyonel olarak boks sporu ile ilgilenmeye başlamış; hatta okulda aldığı başarılarla ün kazanmıştır. Ahmet Esat, 1914 yılında Navy College’den mezun olmuştur.
Mezun olduktan sonra İngiltere’de bir müddet kalmış; bu arada Fransa başta olmak üzere diğer Avrupa ülkelerini de gezmiştir. İngiltere’de kaldığı yıllarda İngilizce bilgisini çok geliştirmiş; bir İngilizden daha fazla bu dilin ayrıntılarını, gramer kurallarını öğrenmiştir. O kadar ki, İngiliz dilinin her türlü şivesini rahatlıkla konuşabilecek düzeye gelmiştir.
Yurt dışında kaldığı süre zarfında, Batı uygarlığını, Batı insanının hayat tarzını çok yakından incelemiş; daha sonraki hayatında ise, bunları bir bir uygulamaya koymuş; bir Avrupalı gibi yaşamaya dikkat etmiştir. Avrupa’da yaşadığı süre zarfında Avrupa sosyetesi ile birlikte olan, onların meclislerine katılan Ahmet Esat Tomruk, eğlence hayatı ile de yakından ilgilenmiş; Avrupa şehirlerindeki hayatı, çoğunlukla zengin kişilerin devam ettikleri merkezlerde geçmiştir. Avrupa’nın çeşitli ülkelerine yaptığı seyahatlerle bilgi ve kültürünü arttırmıştır.
Ahmet Esat Tomruk, Galatasaray Lisesi’nde amatörce, Navy College’de öğrenci iken profesyonelce ilgilendiği boks sporu ile Avrupa’da artık bir profesyonel gibi uğraşmaya başlamış; ringlerde isminden bahsedilir olmuştur. Ahmet Esat Tomruk, 2 Ağustos 1914 tarihinde Birinci Dünya Savaşı başlayıp, Almanya’nın Fransa’ya savaş ilan etmesi üzerine ülkesine dönmenin daha uygun olacağına kanaat getirerek 1914 yılı Ağustos ayında İstanbul’a dönmüştür. Seferberlik ilan edildiğinden bir müddet sonra Ahmet Esat da Topçu Asteğmeni olarak Çanakkale cephesine sevkedilmiş; V. Ordu karargâhında göreve başlamıştır. Çanakkale cephesinde hastalanan Ahmet Esat’a bir müddet tebdil-i hava verilir ve İstanbul’a gönderilir. İstanbul’da kaldığı süre zarfında iznini ihlal edince, durum mahkemeye intikal eder; Enver Paşa’nın aracılığıyla kurtulur ve tekrar cepheye gönderilir. Özellikle Çanakkale cephesinden İstanbul’a gizli olarak gelen, İngiliz denizaltıları ile ilişkiler kuran Ahmet Esat Bey, Lawrens adıyla anılan ünlü İngiliz casusunun peşine takılmış, bir müddet onun faaliyetleri hakkında hükümete bilgiler aktarmıştır. Ahmet Esat Tomruk bu arada Büyük Cemal Paşa diye bilinen İttihatçıların meşhur lideri ile de yakın diyalog kurmuş, onun güvendiği kişiler arasında yer almıştır. Çanakkale muharebelerinden sonra İstanbul’a dönünce, yine boks sporuyla ilgilenmeye devam etmiştir. Bu sırada, öğrencilik yıllarından beri fikirlerini kendine yakın bulduğu İttihat ve Terakki Cemiyeti ile de yakın temasa geçmiştir. Cemiyetin İstanbul şubesinde faaliyette bulunmuştur. Ahmet Esat Tomruk bu arada, İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin askeri kanadı tarafından kurulmuş olan ve ülkenin her yanında çeşitli meslek gurubu, cins ve mezhepten insanların görev yaptığı Teşkilat-ı Mahsusa’nın örgütüne kayıt oldu. Teşkilat-ı Mahsusa’da önemli görevleri üstlendi. Ünlü İttihatçılardan Kara Kemal ve Dramalı Rıza Beylerden çetecilik dersleri aldı. Bir ara Kutulammare’de esir edilen İngiliz Generali Tawshen’in yanına haps edilerek ondan gerekli bilgileri almakla görevlendirildi.
Ahmet Esat Tomruk’un Birinci Dünya Savaşı dönemindeki faaliyetleriyle ilgili bilgilerimiz son derece kısıtlı bulunmaktadır. Teşkilat-ı Mahsusa’nın içerisinde yer aldığı, önemli görevler üstlendiği bir gerçektir. Anılarından öğrendiğimiz kadarıyla, Mütareke Dönemi’ndeki faaliyetleri hakkında bilgiler daha ayrıntılı olarak yansıtılmıştır.
1918 yılında İstanbul’un işgalinden sonra; İngilizler’in şehirdeki baskıları giderek artmıştır. İngilizler İttihat ve Terakki Cemiyeti’nin önde gelenlerini tutuklamaya başlamışlar; başkentte adeta bir İngiliz terörü estirilmeye başlanmıştı. Bu sırada İngiliz boksörlerle de ringlerde mücadele edip, başarılar kazanan Ahmet Esat Tomruk; sporcu İngiliz askerlerinin de ilgisini çekmiştir. Hatta bir İngiliz gibi bu dili konuşması; İngilizler tarafından sempati ile karşılanmasına neden olmuştu.
Ahmet Esat Tomruk’un, İngilizler tarafından tutuklanan İttihatçıları kurtarma yolundaki gayretleri ve İngilizlerle yürüttüğü pazarlık bir sonuç vermemiş; bu çabalarından dolayı İngiliz istihbaratı tarafından tutuklanarak Beyoğlu’ndaki İngiliz hapishanesine atılmıştır. Bu hapishanede pek çok işkenceye maruz kalan Ahmet Esat Bey; bir ara firar teşebbüsünde bulunmuş; yabancı bir gemiyle yurtdışına kaçarken Çanakkale Boğazı’nda yapılan arama sırasında yakalanmış ve tekrar İstanbul’a getirilerek hapse atılmıştır. Bir süre sonra da İstanbul’dan alınarak Çanakkale’de bulunan İngiliz Sahra Hapishanesi’ne gönderilmiştir. Orada Hintli Müslüman askerlerle yakın ilişkiye girmiş; onların sempatisini kazanmış; bir müddet sonra da buradan kaçmayı başarmıştır.
Ahmet Esat Bey, İngiliz Sahra Hapishanesi’nden kaçtıktan sonra karşı kıyıya geçmiş; uzun bir gece yürüyüşünden sonra Lapseki kasabasına varmış; rast geldiği köylerde karnını doyurarak, hırpani bir kıyafet içerisinde Biga’da Kuva-yı Milliyecilere sığınmıştır. Bir süre sonra oradaki milislerle yakın diyalog kurmuş; onlara başından geçenleri anlatarak kendini de tanıtmıştır. Ahmet Esat Bey, Biga’da kaldığı süre içinde burada bulunan Kuva-yı Milliye gruplarını ve halkın genel psikolojisini de yakından tanıma fırsatı bulmuştur.
Biga yöresinde Kuva-yı Milliye ile temasa geçtikten sonra 61. Tümen Komutanı Albay Kâzım (Özalp) Bey ile de tanışan Ahmet Esat Bey, mükemmel İngilizcesi sayesinde kendisine verilen özel görevlerde Amerikalı gazeteci kimliğine bürünerek gerekli bilgileri toplamayı başarmıştır.[2] Davranışları ve konuşma tarzı, fiziksel görüntüsü tıpatıp bir İngilize benzeyen Ahmet Esat Bey; Biga yöresi Kuva-yı Milliyecileri tarafından "İngiliz Kemal” adıyla anılmaya başlanmıştır. Ahmet Esat Bey, ise kendine bu teklifi yaptıklarında lakap adı olarak çok sevdiği boksörlerden Kemal (Bikof) Bey’in ismini almak istediğini belirtmiştir. Öte yandan ölümünden sonra gazetelerde yayınlanan bilgilerde ise bu ismin kendisine Atatürk tarafından verildiği yorumu yapılmıştır. Ahmet Esat Tomruk anılarında, Biga bölgesindeki Kuva-yı Milliyecilerin bu ismi kendisine layık gördüklerini belirtir. 1919 yılından itibaren Ahmet Esat Bey, artık İngiliz Kemal olarak anılmaya başlanacaktır. İngilizcenin her türlü aksanını rahatlıkla konuşan Esat Tomruk, sarışın, mavi gözlü biri olmasından dolayı siması ile de adeta bir İngilizi andırmaktadır. İngiliz Kemal, Balıkesir bölgesinde Anzavur ve Gâvur İmam’la yapılan mücadelelerde aktif olarak görev yapmıştır. Özellikle Anzavur’la, Amerikalı gazeteci kimliğine bürünerek Bandırma’da yaptığı mülakat ve aldığı bilgiler Albay Kâzım Bey için son derece önemli idi. Nitekim bu bilgiler değerlendirilerek Anzavur’a karşı yürütülecek politika belirlenmiştir.
Yunan ileri harekâtı başlayınca Balıkesir bölgesinden Bursa’ya oradan da Eskişehir üzerinden Ankara’ya ulaşan İngiliz Kemal; Türkiye Büyük Millet Meclisi Başkanı Mustafa Kemal Paşa, Genelkurmay Başkanı Albay İsmet (İnönü) Bey, Müdafaa-i Milliye Vekili Fevzi Paşa tarafından da kabul edilmiştir. Yapılan bu görüşmeden sonra, İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve Rumca bildiği de dikkate alınarak Genelkurmay Başkanlığı İstihbarat Şubesi’nde görevlendirilmiştir. Artık bundan böyle Ahmet Esat Bey, Genelkurmay Başkanlığı’nın bir istihbarat memurudur. Ahmet Esat Bey, Genelkurmay karargâhında kendisine görev verildikten sonra, Albay İsmet Bey’in huzuruna çıkarılmıştır. Anılarından öğrendiğimize göre, İsmet Paşa, karşısına oturttuğu Ahmet Esat Bey’e masada duran tabanca, bayrak ve Kur’an-ı Kerim üzerine elini koydurarak, "İcap ederse vatanı için canını feda etmekten kaçmayacağına dair” sadakat yemini ettirmiştir. Ahmet Esat Bey, anılarında, her an ölümün yakın olduğu bir yolun yolcusu olarak büyük bir gururla bu vatan görevini kabul ettiğini ifade eder. Ahmet Esat Bey’e Genelkurmay tarafından verilen görev, Yunan ordusu karargâhına girip gerekli bilgileri toplamak; bu bilgileri vakit kaybetmeden Ankara hükümetine aktarmak idi.
Ahmet Esat Bey görevini öğrendikten sonra, Mustafa Kemal Paşa, Fevzi Paşa ve İsmet Paşa ile vedalaşarak Ankara’dan ayrılır. Hedefi, İzmir’deki Yunan ordusu karargâhıdır. Artık hedefe ulaşmak üzere gerekli hazırlıkları yaptıktan sonra yola çıkar. Kara yoluyla Antalya’ya giden Ahmet Esat Bey, orada Amerikalı gazeteci Herri Williy kimliğine bürünerek gerekli belgeleri, pasaport vesaireyi de Trablusgarplı Sait takma adıyla İtalyan Konsolosluğu’ndan temin ettikten sonra Antalya’daki Hidiviye kumpanyası vapurlarından birine binerek Rodos’a geçer; Rodos’ta kendini Amerikalı gazeteci ve sinema muhabiri olarak tanıtır. O sırada Rodos’ta bulunan İzmirli Musevilerden tüccar Zaharof ile tanışır. Zaharof kendisine tercümanlık yapar. Rodos kumarhanelerinde bir gecede çeşitli oyun hileleriyle kazandığı 45.000 frank ile kendi deyimiyle İzmir’deki vatan görevine başlar.
Ahmet Esat Bey’in İzmir’deki hayatı bonkör bir Amerikalı gibi geçmiş; İzmir’in ileri gelen gayr-ı müslimleri ve Yunan subayları tarafından gıpta edilen bir kişi olarak görülmüştür. Kısa sürede gece hayatının aranan siması olan Ahmet Esat Bey, üst düzey Yunan subaylarıyla da samimiyetini arttırmış; hatta onların en gizli toplantılarına dahi katılmış; aldığı bilgileri İzmir’de kendisi gibi görevli bulunan Uşaklı Alaattin (Tiritoğlu) vasıtasıyla Antalya mutasarrıfı Aşir Bey’e aktarmıştır. Aşir Bey de aldığı bilgileri Genelkurmay Başkanı İsmet Paşa’ya günü gününe iletmiştir.
Ahmet Esat Bey (İngiliz Kemal), bu arada Yunan ordusu başkomutanı Papulas ile de gazeteci kimliğiyle mülakat yapmış; Yunan kralının Anadolu’ya yapacağı ziyareti takip edecek gazeteciler arasında yer almıştır.
Çerkez Ethem’in Yunan ordusuna sığındığı sırada Ethem’in adamları tarafından Yunanlılara ispiyon edilen Ahmet Esat Bey, kısa sürede Yunan makamları tarafından yakalanmıştır. Bir süre sanra Yunanlılar tarafından divan-ı harbe verilmiş; fakat o bu tutukluluk dönemi esnasında hiçbir şekilde Türkçe konuşmayarak kimliğinin meçhul kalmasını sağlamıştır. Hatta, Yunanlı hakimler bile onun Amerikalı olduğuna kanaat getirmişlerdir. Ahmet Esat Bey, bilahare İzmir’deki hapishaneden Yunanistan’a nakledilmiş; bir süre Atina’daki hapishanelerde kalmış; Yunan hapishanelerinde çok sıkıntılı günler geçirmiş; bir yolunu bularak Atina’daki hapishaneden kaçmayı başarmıştır.
Ahmet Esat Bey, parasız pulsuz bir şekilde Atina hapishanesinden kaçmış; el becerileri konusunda mahir biri olduğundan caddede dalgın şekilde dolaşan bir Rumdan çarptığı bir miktar para ile bir Fransız şilebine kaçak olarak binip İzmir’e gelmiştir. İzmir’e geldiği sırada Türk orduları, Yunanlıları denize dökmüş; bütün ordu karargâhı Bornova’da konuşlandırılmış durumda idi. Ahmet Esat Bey, bu sırada Genelkurmay karargâhına uğrayıp Fevzi Paşa ile görüşmüş, başından geçenleri anlatmış; kendisine onbeş gün kadar istirahat verilmiştir. Bu süre zarfında İzmir’i dolaşmış; birkaç ay evvel işgal altındaki İzmir’de geçen hatıralarını bir bir gözünde canlandırmıştır. Bu arada İzmir’de Balıkesir’den tanıdığı eski arkadaşları Albay Kazım (Özalp) Paşa, Vasıf (Çınar) Bey, Necati Bey ve Hüsnü Beylerle buluşur. Bir süre sonra da Başkomutan Gazi Mustafa Kemal Paşa tarafından kabul edilir. Başkomutan, hal hatırını sorduktan sonra Ahmet Esat Bey’in maceralarını dinler. Ahmet Esat Bey, bu arada Kâzım Paşa’nın kendisine verdiği 10 altın lira ile giyim kuşamını düzeltir, ihtiyaçlarını giderir.
Kendisine bu arada bir müddet Genelkurmay tarafından istirahat verilmiştir. Bir süre sonra tekrar Başkomutan Mustafa Kemal Paşa ile Fevzi Paşa’nın huzuruna davet edilmiştir. Bu defaki görevi ise Batı Trakya’dadır. Ahmet Esat Bey, Sofya üzerinden Bulgaristan’ın Rodofsk kasabasından geçerek Batı Trakya’ya girer. Batı Trakya’da ise o sırada Yunan ordusunun hizmetinde bulunan Ermeni generali Antranik’in karargâhının bulunduğu Gümilcine’ye gider. Kendisini yine Amerikalı gazeteci olarak tanıtır. O sırada Amerika’ya gitme sevdasında olan Agop adlı bir Ermeni ile dostluk kurarak, bu Ermeni gencinin aracılığıyla General Antranik’in yakınına ulaşır; gerekli bilgileri toplar. Görevi bittikten sonra tekrar Sofya’ya döner. Sofya’da bulunan TBMM hükümeti elçilik başkatibi Numan (Menemencioğlu) Bey ile de görüşür. Ahmet Esat Bey böylece bu görevini de başarıyla tamamlayıp Ankara’ya döner. Kendisi bu görevi hakkında fazla bilgi vermez; kanaatimizce Trakya’nın Türk orduları tarafından geri alınması hususuyla ilgili olması muhtemeldir.
Ahmet Esat Bey, 1924 yılında Genelkurmay’daki istihbarat görevinden ayrılmış; Milli Mücadele dönemini içeren anılarını yazıp yayınlamıştır. Ahmet Esat Bey, başkente dönünce kendi deyimiyle "herkesin cemaziyelevvelini (gizli saklısını) bildiğinden”, kendisinden çekinilen bir kişi olmuştur. Hakkında türlü türlü dedikodular çıkarırlar. Kimi Vahdettin yanlısı, hilafet yanlısı, kimi de hanedan üyesi gibi göstermeye çalışır. Bütün bu dedikodulara kulak asmayan Ahmet Esat Bey, İstanbul’a yerleşir. Dört yabancı dil bildiğinden tercümanlık yapmaya başlar; bazen de turizm rehberliği gibi işlerle uğraşır. Bu arada 1932 yılına kadar da hafif sıklet boks şampiyonluğunu kimseye bırakmaz. 1932 yılında boksu bırakır. Yüzme ve yelken sporuyla ise, yaşlılık dönemine kadar devam eder. Ahmet Esat Bey’e soyadı kanunu ile boks sporundaki başarısı ve vurduğu sert yumruklardan dolayı "Tomruk” soyadı verilmiştir.
Ahmet Esat Bey, II. Dünya Savaşı çıkınca tekrar aranan bir kişi olur. Balkan ülkeleriyle Avrupa ülkelerininde Türkiye Cumhuriyeti devletinin bir istihbarat görevlisi olarak çalışmış; topladığı bilgileri Ankara’ya göndermiştir. Savaş bitince tekrar ülkeye geri dönmüş, hayatını yine İstanbul’da sürdürmüştür.
Türkiye’ye döndükten sonra, bir müddet Anadolu Ajansı’nda görev yapan Esat Tomruk’un, bu görevine ait Anadolu Ajansı Genel Müdürlüğü ve arşivinde yaptığımız araştırmada, -arşivin 1945 yıllarında yandığından ve 1945 yılı öncesine ait bütün belgeler kül olduğundan- her hangi bir bilgiye ulaşamamıştır.
Ahmet Esat Tomruk uzun yıllar İstanbul Hilton Oteli’nin baştercümanlığını yapmış; fırsat buldukça da turist kafilelerine rehberlik ederek İstanbul’u tanıtmıştır. Ahmet Esat Tomruk bundan sonra hayatının büyük bölümünü İstanbul’da geçirmiştir. Ömrünün sonlarına doğru büyük sıkıntılar içerisine düşmüş; Emekli Sandığı’na yaptığı müracaat sonunda Vatana Hizmet Tertibi’nden, kendisine aylık 500 lira verilmesi kararlaştırılmıştır. 26 Haziran 1964 tarihinde kabul edilen kanunda şu maddelere yer verilerek kendisine maaş bağlandığı belirtilmekte idi:
"Md. 1. Millî Mücadele kahramanlarından olup, fevkalade hizmetleri görülen İngiliz Kemal namiyle maruf Ahmet Esat Tomruk’a hayatta bulunduğu müddetçe Vatana Hizmet Tertibinden 500 lira aylık bağlanmıştır.
Md. 2. Bu kanun yayımını takip eden ay başından itibaren yürürlüğe girer.
Md. 3. Bu kanun hükümlerini Maliye Bakanlığı yürütür.”[3]
Bu durum Resmi Gazete’nin 11748 tarihli sayısında da yayınlanarak, Esat Tomruk’a maaş bağlandığı ilan edilmiştir.
Resmî Gazete’de de yayınlanmasının ardından 1964 yılı Temmuz ayından itibaren Vatana Hizmet Tertibi’nden maaş alması gerekirken, bürokratik engeller ve aksamalarla karşılaşmıştır. Bu aksaklıklar, Esat Tomruk’un 27 Ağustos 1964 tarihinde Maliye Bakanlığı’na bir telgraf yazmasına ve bu durumu hatırlatmasına neden olmuştur. Esat Tomruk, Maliye Bakanlığı’na yazdığı telgrafta şunları dile getiriyordu: "Hıdemat-ı Vataniye faslından maaş bağlandığı halde şimdiye kadar buna mazhar olamadım; rahatsız ve perişan haldeyim. İlgililere emrin acele gönderilmesini rica ederim. Kuloğlu Sk. No: 12 S.O.S. Apt. İngiliz Kemal”[4]
Esat Tomruk’un yukarıda yazılı olan telgrafını alan Maliye Bakanlığı Emekli İşlemleri Daire Başkanlığı 9 Eylül 1964’te hemen Esat Tomruk’a bir telgraf yazarak, Vatana Hizmet Tertibi’nden maaş alabilmesi için resmî senet düzenlendiği bunun için de doğru ikametgah adresini bildirmesini istemiştir. Birkaç gün sonra Esat Tomruk, el yazısıyla kendi adresini yazıp 15 Eylül 1964 tarihinde Bakanlığa müracaatını yapmıştır.[5] Bakanlığa yapılan bu müracaatın ertesi günü, yani 16 Eylül tarihli yazıda Emekli İşleri Dairesi, ayda 500 lira verilmesi hususunu onaylamış ve Esat Tomruk’a bir resmi belge verilmesini kabul etmiştir. Yazışmaların bitmesini müteakip Ekim ayından itibaren Esat Tomruk, Vatana Hizmet Tertibi’nden 64. sırada maaş almaya başlamış; aylık olarak da 500 lira tespit olunmuş; ve 1 Mart 1963 tarihinden başlamak üzere öncekileri de topluca almıştır. Vatana Hizmet Tertibi’nden verilen maaşlar kanuna göre zamma tabi tutulmazken bir yanlışlık eseri olarak Esat Tomruk’un bir müddet zamlı maaş aldığı ve bu alınanların ölümünden sonra geri ödenmesi konusunun gündeme geldiği, fakat bakanlığın bilahare bunu geri istemekten vazgeçtiğini de belgelerden takip etmekteyiz.
İlk eşi Mevhibe Hanım’dan basında çıkan haberlere göre Günseli adında bir kızı olduğu[6] belirtilen Ahmet Esat Tomruk, bu eşinden ayrıldıktan sonra 11 Şubat 1943 yılında Dorothy Minnic adlı bir İngiliz aktrisle evlenmiştir. Bu arada İstanbul Beyoğlu Nüfus Müdürlüğü’nden temin ettiğimiz nüfus kaydında ise, Ahmet Esat Tomruk’un çocuğu olduğuna dair bir kayıt bulunmamaktadır.[7] Kanaatimizce nüfus kaydı sonraki tarihlerde düzenlediğinden çocuklarına ait bir kayıt yer almamaktadır. Ahmet Esat Tomruk, kabına sığmayan biri olduğundan bir süre sonra da, İngiliz asıllı eşi Mrs. Dorothy ile de aralarında geçimsizlik baş gösterecektir. Gerçi eşinden resmen ayrılmasa da ömrünün son yıllarına doğru ayrı yaşamaya başlamışlardır. Hayatının son yıllarını Beyoğlu’nda Kuloğlu Sokak S.O.S Apartmanı’ndaki 3 numaralı dairede geçiren Ahmet Esat Tomruk, 1964 yılında kısmi felç geçirmiştir. Felç tedavisi amacıyla kaldırıldığı hastahanelerde de durmak istemeyen ve ilk fırsatta kaçmaya çalışan Ahmet Esat Bey, 9 Şubat 1966 tarihinde beyin kanaması geçirmiş ve Fransız Pastör Hastahanesi’ne kaldırılmıştır. Arkadaşları tarafından hastahaneye götürülürken, "benim gibi bir adam ölmemeli. Fakat bu fırtınalı hayatın sonu her halde kötüye gidiyor” dediği duyulmuştur.[8] Fransız hastahanesinde beş gün komada kalan bu ünlü Türk casusu, 14 Şubat 1966 tarihinde sabaha karşı vefat etmiştir. Nüfus kayıt örneği ile birlikte elde edilen bilgilere göre kalp krizi neticesinde ölmüştür. İlk eşi Mevhibe Hanım’dan doğma kızı Günseli, nikahlı eşi Mrs. Dorothy ve İstanbul halkının katılımı ile 17 Şubat 1966 tarihinde Şişli Camii’nde kılınan ikindi namazından sonra Emirgan’daki aile mezarlığına defn edilmiştir.
İngiliz Kemal müstear ismiyle Türk İstiklâl Harbi döneminde büyük hizmetlerde bulunan bu ünlü Türk casusu, İngilizce, Fransızca, İtalyanca ve Rumca dillerini biliyordu. Kırmızı şeritli "İstiklal Madalyası”nı kimsenin ceraset bile edemediği zorlukların üstesinden gelerek hakkıyla kazanan ve bizzat Atatürk’ten bu madalyayı alan Ahmet Esat Tomruk, "Yacth Club London”, "Racing Club Southampton”, "National Sporting Club” ve "British Travel Asso” teşekküllerinin üyesi idi. Ahmet Esat Tomruk, profesyonel olarak boks sporu ile uğraşmış ve 1916-1932 yılları arasında hafif sıklet boks şampiyonluğunu korumuştur. Yüzme ve yelken sporlarıyla da ilgilenmiştir. İstiklal Harbi ve sonraki dönemde yaptıklarıyla Türk kamuoyunda silinmez izler bırakan Ahmet Esat Tomruk, deyimlerimize dahi konu olmuş; zeki birini tarif ederken "İngiliz Kemal gibi zeki adam” deyiminin çıkmasına neden olmuştur.
Esat Tomruk, öğrencilik ve gençlik dönemi ile Birinci Dünya Savaşı ve Kurtuluş Savaşı dönemine[9] ait hatıralarını Cumhuriyet’in ilk yıllarında İstanbul’da neşretmiştir.[10] Daha sonraları (1940-50 yıllarında) yazar Recai Sanay, Ahmet Esat Tomruk’u konuşturarak hayatının çeşitli dönemlerini kendi üslubunu da katarak romanlaştırmış ve İstanbul’da bulunan Nebioğlu matbaasında yayınlamış; bu eserler kamuoyunda adeta kapışılmış, birkaç baskısı yapılmıştır. Recai Sanay tarafından kaleme alınan İngiliz Kemal Serisi olarak tarihi romanların arasına katılan eserler şunlardır:
  1. Türk Casusu İngiliz Kemal İstiklal Harbi’nde c. I, c. II
  2. Türk Casusu İngiliz Kemal Yunan Zindanlarında,
  3. Türk Casusu İngiliz Kemal II. Dünya Harbi’nde,
  4. Türk Casusu İngiliz Kemal Lawrens ile Karşı Karşıya,
  5. İngiliz Kemal Yakınşark İhtilalcileri Arasında,
  6. İngiliz Kemal Kıbrıs Muamması Peşinde.
Bunların dışında İngiliz Kemal’in Kurtuluş Savaşı dönemindeki faaliyetlerini konu alan ve kendisi tarafından hazırlanmış olan hatıraları da bir değerlendirmeye tabi tutularak yayımlanmıştır.[11]
Dr. Zekeriya TÜRKMEN
Araştırmacı / Türkiye
Alıntı Kaynağı: Türkler Ansiklopedisi, Cilt: 16 Sayfa: 213-218

Dipnotlar:
[1] Ahmet Esat Tomruk’un doğum tarihi ihtilaflıdır. Ansiklopedilerde verilen bilgiler ise son derece yetersizdir. Yazar Recai Sanay, Esat Tomruk hayatta iken bizzat kendisinden dinleyerek kaleme aldığı anılarında 1887 yılında doğduğunu belirtir. Bk., Recai Sanay, Türk Casusu İngiliz Kemal İstiklal Harbi’nde, c. I, İstanbul Tarihsiz (Muhtemelen 1947). Esat Tomruk’un ölümü üzerine gazetelerde çıkan kısa özgeçmişlere bakıldığında bir kısmı 70 yaşında, bir kısmı da 73 yaşında vefat ettiğini yazar. Bk., Milliyet, 16 Şubat 1966; Cumhuriyet, 16 Şubat 1966.
[2] Kâzım Özalp, Milli Mücadele dönemiyle ilgili kaleme aldığı eserinde İngiliz Kemal’e de birkaç sayfa ayırarak yaptığı faaliyetleri özetlemiştir. Bk., Kâzım Özalp, Millî Mücadele 1919-1922, c. I, Ankara 1988, s. 81-114.
[3] T. C. Emekli Sandığı Arşivi nr: VH 000592, Esat Tomruk (İngiliz Kemal Dosyası).
[4] T. C. Emekli Sandığı Arşivi nr: VH 000592. Esat Tomruk (İngiliz Kemal Dosyası).
[5] Esat Tomruk bu telgrafında adresini şu şekilde yazmıştır: Kuloğlu Sk. No: 12, S. O. S Apt. Beyoğlu/İstanbul. Bk., T. C. Emekli Sandığı Arşivi, aynı dosya.
[6] Ahmet Esat Bey’in nüfus tezkiresinde çocuğu olduğuna dair bir kayıt bulunmamaktadır (Y.N).
[7] İstanbul-Beyoğlu Nüfus Müdürlüğü’ne 25 Haziran 1999 tarihli müracaatımızın sonunda Ahmet Esat Tomruk’un nüfus bilgilerini içeren bir belge gönderilmiştir. Bu belgede İngiliz Kemal’in kendisi ve İngiliz asıllı eşine ait bilgiler mevcut olup başka bir bilgi bulunmamaktadır. Bu belgeye göre Ahmet Esat Tomruk, İstanbul ili Beyoğlu ilçesi Hüseyinağa mahallesi nüfusuna cilt: 0018, kütük: 0023 numara ile kayıtlı bulunmaktadır. Yine bu belgeye göre Esat Tomruk’un çocuğu olduğuna dair bir kayıt bulunmamaktadır.
[8] Cumhuriyet, 16 Şubat 1966.
[9] Arşivlerimizde İngiliz Kemal’in faaliyetleriyle ilgili pek çok belgenin bulunması muhtemeldir. Nitekim bu belgelerin bir kısmı hâlâ tasnif edilmektedir. Genelkurmay Askeri Tarih ve Stratejik Etüd Başkanlığı Arşivi’nde bununla ilgili belgeler mevcuttur. Tasnif çalışmaları bitince bunlar da değerlendirilecektir.
[10] İngiliz Kemal’in, K. Esat rumuzuyla bizzat kendisinin, İstanbul’da 1340 (1924) yılında “İşgal ve Mücadele Senelerinde Bir İstanbul Gencinin Yaptıkları” adıyla yayınladığı, yalın anlatımı olan, başka bir yazarın katkı ve fikirlerini içermeyen hatıralardır. Esat Tomruk, bu eserini 1340-1344 yılında İstanbul’da Yeni Matbaa (Babıali Caddesi, Reşit Efendi Hanı) kitap olarak neşretmiştir.
[11] Bk., Zekeriya Türkmen, İngiliz Kemal: Ahmet Esat Tomruk, Millî Mücadele Dönemi Hatıraları, Kültür Bakanlığı Yay., Ankara 2000.