“KÖKÜ MÂZÎDE BİR ÂTΔ İBNÜ’L-EMİN MAHMUD KEMÂL
İNAL
Yasin ŞEN / 18 Aralık 2013
Hayatı:
İbnülemin Mahmud Kemâl İnal, Yusuf Kâmil Paşa’nın
mühürdarlarından Seyyid Mehmet Emin Paşa(ö.1908)’nın oğlu olarak 17 Kasım
1871(1288 hicrî yılının 5 Ramazan Cuma gecesinde)tarihinde İstanbul’da
babasının Bayezıt’ta Mercan Mahallesindeki konağında dünyaya geldi.Annesi
Hamide Nergis Hanım’dır. İbnülemin dört kardeştir ve kardeşleri Ahmet Tevfik,
Mehmet Selim ve İsmail Hakkı Beylerdir.
Hüseyin Vassaf’ın ifadesine göre babası, “istihâre ederek
vâki olan işaret üzerine Mahmud Kemal’i tesmiye eylemiştir” . Mizacı asabi ve
hassas bir yaratılışa sahip olduğundan küçük yaşlardan itibaren anne ve babası
Mahmut Kemal’i incitmemeye dikkat etmişlerdir.
İbnülemin’in ve kardeşi Ahmed Tevfik Bey’le eğitime nasıl
başladığını kadim dostu Hüseyin Vassaf şöyle anlatıyor:
“Bu iki nâzenîn-i hayatın tahsil zamanı hulûl edince
evvelemirde teyemmünen ve teberrüken icra olunan bed’[-i besmele] cemiyet-i
müteyemminesinde Mercan Ağa Sıbyan hocası tarikat-ı Hâlidiye sâliklerinden ve
Gümüşhaneli Şeyh Ahmed Ziyaeddin Efendi hazretlerinin müridânından Osman
Efendi’den besmele-keş-i irfan olup ba’dehu Şehzade Mekteb-i Rüşdiyesi’nde
tarîk-i tahsile şitâbân oldular; dağdağa-i hayat-ı âleme katılmağa
hazırlandılar. Peder-i pür-faziletleri her ikisine bihakkın telkin-i fazilet
etmek maksadıyla emr-i tahsillerine bizzat itinakâr olup müktesebât-ı fezâil-i
irfaniyesinden onları hissedar ederdi. Eyyâm-ı sabâvetlerinden beri ale’d-devam
hususi muallimler Mercan’daki konağa celbolunur; onlardan da taallüm eylerler
idi.”
Kardeşi Ahmed Tevfik Bey’le babasından ve devrin ulemâsından
husûsî sûrette eğitim gören İbnülemin Mahmud Kemal, Mehmed Âkif’in babası
İpekli Tâhir Efendi’den de ders aldı . Arapçayı öğrendi. Hasan Tahsin
Efendi’den yine kardeşiyle birlikte sülüs ve nezih dersleri görüp bir müddet sonra
icazet aldı. İbtidâî ve rüşdî mekteplerinde okudu. Mekteb-i Mülkiye ve Mekteb-i
Hukuk’a, ayrıca medrese ve cami derslerine devam etti. Sağlık problemleri
yüzünden Mekteb-i Mülkiye’yi terk etti. Trabzonlu Hüsnü Efendi’den tefsir,
hadis ve Farsça dersleri aldı. Şehzadebaşı Camii’nde Buhari-i Şerîf, Bayezıd
Camii’nde Tefsir-i Keşşâf okudu. Mûsikî dersleriyle meşgul oldu. Fransızcayı
Leon Efendi’den öğrendi.
Babasının memuriyeti dolayısıyla Sivas, Adana,
Mamuretülaziz, Ankara, İzmir ve Adaları gezdi. Çocuk denilecek yaşta babasının
eski kalem arkadaşlarından Tevfik Bey’in yardımıyla Sadâret dairesinde
“eyâlât-ı mümtâze ve muhtare” kalemine maaşsız olarak devama başladı. Dokuz ay
sonra kırk kuruş maaşla vazifelendirildi. Sadrazam Cevad Paşa’ya birkaç risalesini
sunmasıyla “rabia” rütbesiyle taltif edildi. Ardından Babıâli’de teşkil olunan
teftiş-i ıslahat komisyonunun baş kitabetine tayin edildi. Birkaç sene hizmet
ettikten sonra görevinden istifa etti ve mektubî kalemine geri döndü. Tekrar
eyâlât-ı mümtâze ve muhtare kalemine atandı. Bir müddet sonra bir daha hükümet
memuriyetine girmemek kaydıyla görevinden istifa etti; fakat, babasının
görevinden azledilmesiyle “kemâl-i nefretle” mektûbî kalemine girdi. Bir müddet
sonra müdür muavini rütbesi verildi. Said Paşa’nın yedinci defa sadârete
gelmesiyle sadâret mektûbî kalemine tâyin olundu. Kâmil Paşa’nın yeniden
sadrazam olmasıyla tekrar eyâlât- mümtaze ve muhatare kalemine nakledildi.
1909’da Sultan Abdülhamid’in hall edilmesinden sonra resmî
evrak ve jürnalleri kontrol edecek komisyona seçildi. İstanbul’un işgali
yıllarında evi de işgal edildi; pekçok yazma eser ve koleksiyonu eviyle
birlikte tahrip edildi. Evkâf nâzırı Hayri Efendi’nin teklifi ile Evkâf-ı İslâmiye Müzesi (İslâm Eserleri
Müzesi)’ni kurdu(1914). Hoca Tahsin Efendi’nin Mektebi’inde hat öğretimi için
Medresetü’l-hattatîn’in açılmasına yardımcı oldu(1914). 1916’da Âsâr-ı Atîka
Müzesi(Arkeoloji Müzesi)’nde teşkil olunan komisyona evkâf nezaretini temsilen
katıldı. Şûrâ-yı Devlet azası oldu. Takvim-i Vekâyi gazetesinin
müdürlüğüne(1921), daha sonra da beş bin kuruş maaşla Divan-ı Hümayun
Beylikçiliğine getirildi(1922). Memuriyetten ayrıldı. Tarih-i Osmanî üyeliğine
seçildi(1923). Bu arada çok sevdiği ve hiç yanında ayırmadığı kardeşi Ahmet
Tevfik Bey vefat etti.
Divan-ı Hümayun Beylikçiliğinin kaldırılmasından sonra
İstanbul Üniversitesi’nde kurulan Türk Tarih Encümeni Azalığına getirildi.
Maddî sıkıntılar sebebiyle dostlarından Halil Nihat Bey’in yardımıyla Düyûn-ı
Umumîye’de görev aldı(1924) . Sekiz ay sonra işine son verildi. Tokkapı sarayı
arşivlerinin tasnifi için kurulan Vesaik-i Tarihiye Tasnif Heyeti Başkanlığı
yaptı(1924). Komisyonun lağvedilmesinden sonra kurucuları arasında bulunduğu
İslâm Eserleri Müzesi müdürlüğüne getirildi(1927) ve oradan emekli oldu(1935).
Prenses Hatice Abbas Halim’in yardımıyla hacca gitti(1936).
Çeşitli çalışmalarından dolayı Alman imparatoru II. Wilhelm,
Avusturya-Macaristan Kralı Şarl, İran Şahı Ahmet tarafından kendisine nişanlar
verildi. Maarif vekili Hasan Âlî Yücel tarafından Kütüphaneler Tasnif İşleri
İlmî Müşavirliğine getirildi. Mısır veliahdı Mehmet Âli Tevfik’in daveti
üzerine Kamil Akdik ile Mısır’a gitti(1939) ve yeni yapılan Türk ve İslâm
Eserleri Müzesi’ni düzenledi. 24 Mayıs 1957’de 87 yaşında ahirete intikal etti.
Kabri Merkez Efendi kabristanlığındadır.
Bazı Eserleri
Kemalü’l-Hikme, Kemalü’l-İsmet, Kemalü’l-Meşahir, Tarihçe-i
Evkâf ve Teracim-i Ahvâl-i Nüzzâr, Son Asır Türk Şairleri (Kemâlü’ş-Şuara),
Osmanlı Devrinde Son Sadrazamlar (Kemâlü’s-Sudur), Son
Hattatlar(Kemâlü’l-Hattatîn),Hoş Sada, Sabih, Rahşan,Bir Yetimin Sergüzeşti,
Divan-ı Yahya, Divan-ı Galib, Menakıb-ı Hünerveran, Hulasa-i Ziraat.
Şahsiyeti
İbnülemin medeniyetimize has duruşuyla hayatı anlayan ve onu
seven bir mazi hazinesidir. Ayrıca hayatın içinde kendinden emin bir şekilde
yaşamanın sırrına vâkıf bir İstanbul beyefendisidir. Mahmut Kemâl Bey geçmişle,
gelecek arasında köprü olmayı ısrarla istemiş ve âdetâ Tanzimat döneminden
çıkıp gelmiş intibaı veren renkli şahsiyetiyle bunu başarmıştır.
İbnülemin mâziye bağlanan medeniyet köprülerinin atıldığı ya
da öyle sanıldığı bir devirde bunun imkânsız olduğunu göstermiştir. Tanpınar’ın
“Üstat aramızda mazi hâtıralarının yed-i emini sıfatıyla bulunuyor” demesi
biraz da bundandır. Onunla geçmiş, bizi kıskıvrak yakalayan bir el gibidir.
Bununla ifade etmek istediğimiz şey, İbnülemin’in geleceğin, geçmişin devamı
olan bir süreç olduğu bilincini daima kendinde taşımış ve yaşatmış olmasıdır.
Bu yüzden belki hep yeni görünmek isteyenlere inat eskimeyen mazi olarak
kalmıştır ve belki bu sebeple hep insanları kendisine çekmeyi başarmıştır.
Hasan Âli Yücel’in “Mahmud Kemal Bey, mazi gibi görünen haline rağmen tamamıyla
bugündür” sözleri ondaki mazi-müstakbel terkibini ifade etmesi bakımından son
derece önemlidir.
İbnülemin ayrıca edeb-i Muhammediyeyi kendine düstûr edinmiş
bir kültür adamıdır. Onun edeple kaynaşmış renkli hayatını anlamak ve kendisini
daha iyi tanıyabilmek için yakın arkadaşı Hüseyin Vassaf’ın şu sözleri bize
yardımcı olacaktır:
“Mahmud Kemâl Bey asabiyyü’l-mizacdır, ciddidir,
serî’u’l-infialdir, fevkalâde hassastır. Bu hâli nehâfet-i vücudiyesinin ve
fart-ı zekâ, vefret-i dehasının tesirindedir. Edep ve terbiyeyi ve hakikat-i
hâle mugayir gördüğü ufak bir şeyden, hele en ufak bir bed-muameleden müteessir
olmak müşârün ileyhin tabiat-ı zâtiyesi icabındandır. Onunla görüşen ve
meclis-i sohbetinde bulunan bir kimse her hâl ü hareketinde hazm u ihtiyata
riayetkâr olmak mecburiyetindedir. Terbiyesizliği, saygısızlığı, laübâliliği,
boşboğazlığı, zemmâmlığı, temellüku, fessâllığı hoş görmez. Meclisinde etvâr-ı
bî-edebâneyi takınmak isteyenlere derhal edîbâne, zarifâne bir surette kâlen
mümkün olmazsa hâlen irşâdkâr olacak vaz’ u tavr alarak o kimseyi daire-i edebe
davet eder, bu babda ihtiyata, cebr-i nefse, sabr u tahammüle tab’ında meyil
azdır.”
İbnülemin’i yakından tanıyan ve onunla “hem-bezm ü sohbet”
olan Hüseyin Vassaf, kadim dostu hakkında yazdığı Kemâlü’l-Kemâl adlı eserinde
bunları söylüyor. İbnülemin Mahmud Kemal’in insan davranışlarında aradığı
incelikler ve kendisinin daima âdâb-ı muâşerete dikkat etmesi kendisinde var
olan asâleti ve kemâli göstermesi bakımından dikkate şâyândır.
Dikkatle baktığımızda İbnülemin’de bizleri bir araya
getirecek bir birikimin bulunduğunu görürüz. Yani insanların birbirini
kırmadığı, fikirlerine saygısızlık etmediği, insanların düşündükleriyle mahkûm
edilmediği bir âlemin güzelliklerini kastediyorum. Bunun abartı olmadığını bize
İbnülemin’in şahsiyeti ve konağı söylüyor. Onda ve orada, kim olursa olsun ve
ne düşünürse düşünsün, pekçok kesimden insanların bir araya geldiğine, buluşup
muhabbet ettiklerine şahit olmaktayız. Bizim de istediğimiz bu değil midir?
İşte bu yüzden İbnülemin’i dikkatle incelemek ve onun konağındaki –şahsiyetler
ne kadar zıt düşüncelerin temsilcisi olursa olsun- birlik temeli üzerine kurulu
hayatından fikirler devşimek mecburiyetindeyiz . Bu konuyla alakâlı Mehmed
Çavuşoğlu’nun şu sözleri ondaki bu özelliği bize daha iyi gösterecektir:
“Tanzimat fırtınası birçok ahlâkî ve fikrî kıymet hükümlerini
altüst ederken ortaya çıkan yeni aydın tipleri arasında Mahmud Kemâl Bey, Yahya
Kemâl’in tâbiriyle “kökü mâzîde âtî” olarak kalabilmiş nâdir insanlardandır.
Onun içindir ki, çevresinde Hasan Âli Yücel, Kâzım İsmail Gürkan, Tevfik Remzi
Kazancıgil, Mükrimin Halil Yınanç, Süleyman Nazif, Ahmet Hamdi Tanpınar,
Hamamîzâde İhsan gibi farklı düşünce ve karakterde bir hayranlar halkasını
ölünceye kadar muhafaza edebilmiştir.”
İbnülemin, eskilerin tabiriyle “nevi şahsına münhasır”
insanlardan biridir. Yahya Kemal, Süleyman Nazif’le müşterek söylediği bir
beyitle bunu çok güzel ifadelendirmiştir:
Hezâr gıbta o devr-i kadîm efendisine
Ne kendi kimseye benzer ne kimse kendisine.
İbnülemin modernizmin içinde geleneği temsil eden bir üslûp
insanıdır. Bütün hayatı boyunca ve bütün eserleriyle nereden beslenmemiz
gerektiğini ısrarla savunmuştur; fakat bu savunma sessiz ve alttan alta devam
edegelen bir mücadele hâlindedir . Bizim olmayana, bizi ifade etmeyene karşı
çıkması bundandır. Batıcılık diyerek bu milletin asırlarca ortaya koyageldiği
âbide eserlere karşı takınılan tavır her şeyden önce İbnülemin gibi insanları
üzmüştür. İşte Mahmut Kemal Bey, böyle bir durumda ve zamanda kültürün öz
dinamiklerini kendi şahsında barındırabilmiş, bu sayede sohbet mesclisleri ve
eserleriyle asla hafızlardan silinmeyecek hizmetini gerçekleştirmiştir.
İbnülemin, insanı “herkes ya da hiçkimse” olmaya çağıran bir
hayat şekline karşı çıkan realitemizdir. Yeri ve zamanı gelince
farklılıklarımızı yok eden yenilik görünümündeki çürümeye ve şahsiyetsizliğe
hücum eden geçmişimizdir.
Bizler medeniyetimizin ortaya koyduğu ârif insanı
çözebildiğimiz ve anladığımız zaman medeniyetimizin büyüklüğünün kodları da
elimize geçmiş olacaktır. İbnülemin de Tanpınar’ın deyimiyle “hayatı ve
insanları seven ve kıskanılacak derecede canlı” olan, bizi biz yapan değerlerin
pekçoğuna belki hepsine birden mâlik olan bir ârif insandı. Osmanlı ve daha
sonra Cumhuriyet’in ilk yıllarında devam eden sohbet geleneğinin merkezinde
birçok bilim adamı ve sanatçı gibi İbnülemin de bulunmuştur. Onun konağında
yapılan sohbetler, mûsıkî fasılları devam etmek için çırpınan bir geleneğin
uzantılarıdır. Sohbet, özellikle Osmanlı’da başlıbaşına bir eğitim şekliydi.
Zaten, İbnülemin’in kendisi de böyle mekânlarda yetişmiş, feyz almış bir ilim
ve kültür adamıdır. Babası Mehmed Emin Paşa’nın konağında düzenlediği sohbetler
İbnülemin’e küçük yaşlardan itibaren ilmin lezzetini tattıran ve onu geleceğe
hazırlayan fırsatlar olmuş ve İbnülemin bu fırsatlardan en güzel surette
istifade etmesini bilmiştir.
Bir “İstanbul efendisi” diyebilmek için asırlar geçmesi
lazım gelmiştir. Ancak büyük medeniyetler kendi üslûbunu yakalayabilir ve
dünyayı kendine hayran bırakan eserler vücûda getirebilir. Aynen “İstanbul
efendisi” tabiri gibi “kökü mâzîde bir âtî” dediğimiz İbnülemin ve onun renkli
şahsiyeti de uzun asırların mahsülüdür . Ancak bunları söylerken İbnülemin’in
şahsiyeti ve onun çevresinde çok mühim bir rol oynayan tasavvufu unutmamak
gerekir. Tasavvuf bu büyük medeniyetin âdetâ mayasıdır. Pek tabiî ki,
tasavvufun sayesinde kıvamını bulmuş bu güzel medeniyetin ortaya koyduğu
insanlar da cezbedici ve birleştirici olacaktı. İşte İbnülemin’in şahsiyetinin
bahçesinde gezmek için tasavvufu bilmek
ve anlamak gerekiyor. Fatih M. Şeker, Mahmud Kemal Bey’e dair bu bahis için
şunları söyler:
“İbnüemin’in yazıları bir bütün halinde okunduğu zaman
görülür ki tasavvuf hazfedilirse bütün bir Osmanlı sönükleşir. Peki, neden
tasavvuf ve neden Nakşîlik? (…) her şeyden önce İbnülemin’in mensup olduğu,
eserleriyle geride bıraktığı dünyayı besleyen iklim tasavvuftur. Osmanlı
Türklüğünü kuran terkibin en başında tasavvuf vardır. Zihniyet dünyasına ve
sosyal hayatına tasavvuf yön verir.”
Tasavvuf, Osmanlı medeniyetininde sosyal hayatın merkezinde
bulunuyordu. Tabiata bakışta, hayatı yorumlayışta, hâdiseleri karşılayışta
tasavvufun mühim bir rolü vardı. Bu hayatın içinde iyi ve kötünün, güzel ve
çirkinin meydana getirdiği terkip vazgeçilmez bir bütün hâlinde birlikteliğini
devam ettirebiliyordu. İşte İbnülemin böyle bir kaynaktan besleniyordu. Hayatı
ve insanları bu kadar çok sevmesinde tasavvuf tesir bakımından, ilk sırada
gelir diye düşünüyorum; çünkü, bu saha sadece İbnülemin’in hayatında değil
bütün bir Şark coğrafyasında, insan davranışlarından başlayarak, mimariye,
sanata, tefekküre ve geniş bir yelpazeye hükmeden bir yaşam biçimiydi.
İbnülemin Mahmud Kemâl, Nakşbendiliğin Halideye koluna
mensuptu; fakat, diğer tarikatlere devam etmek ve tekkelerde “Mahmud Kemâl
Bey’in her sabah Kur’an Tilâvet etmek ve Delâil-i Hayrât’dan bir hizb okumak ve
tarikat-ı aliyyeye nisbetinden dolayı râbıta ve zikr-i şerif ile meşgul olmak
mutâdıdır.”
Kültür Tarihimiz ve İbnü’l-Emin Mahmud Kemal
“Semere-i hayât, hayır ile yâd olunmaktır” diyen İbnülemin
Mahmud Kemal, bu millete ve vatana hizmet etmeyi şerefli bir vazife telakki
eder. “Vatanımızda yetişen erbâb-ı mârifeti bilen ve bilmeğe çalışan da
kalmadı. Kimden öğrenip kime öğretelim?” diyerek hemen işe girişen bu “kalem ve
kelâm efendisi” büyük insanın, bizlerden, yaptığı güzel hizmetlere karşılık tek
istediği hayırla yâd edilmek ve duadır. Eğer Son Sadrazamlar, Son Asır Türk
Şairleri, Son Hattatlar, Hoş Sadâ gibi tezkirecilik geleneğinin devamı olan o
kıymetli eserler ortaya konulmasaydı, Türk kültür hayatı büyük bir boşluğun
içinde kalacaktı. Meselâ bu eserlerin içinde Son Asır Türk Şairleri’nde
edebiyat tarihimizde yer alan pekçok şair olduğu gibi, isimleri sadece bu
eserle bilinecek olan birçok kişi de vardır. Peki İbnülemin ve edebiyat
tarihimiz bu eserle en mükemmel şairlerden üçüncü dördüncü seviyedeki şairleri
de bilmekle ve en hurda teferruatlara kadar girmekle ne kazandı? Kuşkusuz büyük
bir eser ve büyük bir bakış açısı kazandı. Nasıl Himalayaların en yüksek
noktası Everest, bu yüceliğini kendisini vücûda getiren dağ silsilelerine
borçluysa; şiirleriyle sevindiğimiz, hüzünlendiğimiz, Türkçemizi
güzelleştirdiğimiz büyük şairlerin ve sanatlarının ortaya çıkmasında da bu
basit ve sıradan insanların kurduğu kültür meclislerinin büyük rolü olmuştur.
İbnülemin Mahmud Kemal’in diğer bir özelliği eserlerinin
merkezinde daima kendisinin bulunmasıdır. Kuşkusuz gelenekten gelen bu
hususiyet, tezkireciliğimizin son temsilcisi İbnülemin’e de tesir edecekti. Bu
konuya bir örnek teşkil etmek üzere Tanpınar’ın şu sözlerini nakletmek yerinde
olacaktır:
“İbnülemin Mahmud Kemal Bey, sonradan gelen bir tanık gibi
yazardı. Onun için aktüalite ve polemiğin muayyen bir zaman hududu yoktu. Bu
yüzdendir ki, eserlerinin mevzuu ne kadar değişirse değişsin, daima kendi
tercüme-i hâli imiş hissini verir. Son Sadrazamlar’ı, belki Son Asır Türk Şairleri’ne
ilave ettiği kendi tercüme-i hâli kadar şahsına bağlıdır. Çünkü bize, Mahmud
Kemal Bey’i içinde yetiştiği müessese ve etrafındaki insanlarla verir.”
Tanpınar’ın belirttiği üzere İbnülemin anlattıklarında daima
hâdiselerin merkezindedir . Kişiler ona ya dostluk mevkiinde ya adavet üzere
bulunurlar ya da akrabalık bağıyla bağlıdırlar. Tabir caizse, İbnülemin bütün
eserlerinin başrol oyuncusudur. Tam da Tanpınar’ın dediği gibi eserleri “daima
kendi tercüme-i hâli imiş hissini verir.”
İbnülemin’in kültür tarihimizde oynadığı en önemli rollerden
biri de Evkaf-ı İslamiye Müzesi’nin açılışındadır. Müze, bu adıyla 27 Nisan
1914 (1 Cumadelahire 1332) tarihinde açıldı. Bugün adı Türk-İslam Eserleri
Müzesi olan bu kültür yuvasının teşekkülünde İbnülemin’in hayatî hizmetleri
olmuştur. Yaşadığı maziyi atiye intikal ettirmesini bilen bu maharetli adam bu
hizmetiyle de vatanın üzerine millet nâmına en güzel mühürlerden birini
nakşeylemiştir. İbnülemin bu müzenin teşekkülünde bizzat çalışmış, İstanbul’da
gücünün yettiği her yere gitmiş, hiç ummadığı yerlerden topladığı kıymetli
sanat eserleriyle Türk kültür hayatını bir kere daha ihya etmesini bilmiştir.
İsterseniz bu müzenin hikâyesini, biraz da kendisinden dinleyelim:
“Uzun müddet enva-ı müşkilata mukavemet edilerek İstanbul ve
havalisindeki camiler, mescidler, tekkeler, vakıf mektepler, türbeler, mamur ve
harab sair mebani-i Hayriye, mahzenler, bodrumlar ve tavan araları arandı. Ümid
edilmeyen yerlerden pek mühim ve nadir asar ve eşya meydana çıkarıldı. Mimar
Sinan merhumun eseri olan ve pek berbad bir halde bulunan Süleymaniye İmareti
tathir ve tamir ettirildi. Eşya tanzir ve tasnif edildi. (…)
“Bu müze tesis olunmasaydı mefahir-i milliyeden madud olan
nefis ve nadir eserler-emsali gibi- Avrupa ve Amerika müzelerini tezyin
edecekti ve bir kısmı da yangınlarda yahut birtakım kıymet na-şinasların
ellerinde mahvolub gidecekti.(…)
Vatana ve millete edilen hizmetleri, Allah zayi etmez,
ecrini ihsan buyurur.
Evet, Allah vatana ve millete edilen hizmetlerin ecrini boşa
çıkarmaz. Ülkenin en zor zamanlarında cephede askerlerimizin yaptığı müdafaayı,
içte kültür hayatımızda yapan bu harikulâde insanın güzel hizmetleri bunlarla
sınırlı değil elbette. “İsimleri unutulmuş, nesilleri kesilmiş, bir fatiha
okuyacak kimsesi kalmamış” sanat, edebiyat ve ilim erbabımızın, özellikle de
bizlerin İbnülemin’e kuşkusuz büyük bir vefa borcu vardır. Otuz yılı aşkın bir
zaman diliminde hazırlanan eserler; tezkireler; vatan sathında çürümeye,
yağmalanmaya ve onun ifadesiyle “kıymet nâ-şinasların eline” terkedilmiş paha
biçilmez sanat eserlerinin ihyası… Bunlar kelimelerle ifade edilmez. Bunlar
kıymet bilmekle anlatılabilir şeylerdir.
“Henüz on altı on yedi yaşımda iken gazetelere yazı yazmağa
başlamıştım.” diyen İbnülemin, tam yetmiş yıl o kalemi elinden düşürmemiştir.
İbnülemin, yukarıda da çeşitli vesilelerle kaydettiğimiz
gibi bizim olanı, bize ait olanı anlatıyordu. Onun bize bu kadar sıcak
gelmesindeki hikmet belki buna dayanır. Nasıl ki, insan her an uzaklaştığı
hatıralarından bir şeye tesadüf edince tuhaf, tatlı bir ıztırap hissi duyarsa,
İbnülemin’i okurken de böyle duygulara kapılmak pek mümkündür. İnsanların
süratle tek düzeleştiği, sıradanlaştığı, yerli kıymetlerin kozmopolitlik uğruna
yok edildiği bu devirde bizim olana, bize kimliğimizi veren kültürümüze ne
kadar çok ihtiyacımız vardır! Bu sebeple İbnülemin’i dikkatle okumalıyız. Onun
eserlerini her fırsatta tanımalı ve tanıtmalıyız. Bir Selçuklu mimarisinin
kapısındaki ihtişam nasıl bizi mest ediyorsa, bir Osmanlı çeşmesinden dökülen suların
şırıltısı bizi nasıl eski âlemlerin güzelliklerine davet ediyorsa, aynen bunlar
gibi İbnülemin de bizim olanı hissettiren şahsiyeti ve eserleriyle hepimizi
etkileyecek ve kendisine hayran bırakacaktır. Söz buraya gelmişken Nihat Sâmi
Banarlı’nın Kitaplar ve Portreler isimli eserinden, İbnülemin’in Son Hattatlar
kitabı vesilesiyle yazdığı “Son Hattatlar” başlıklı yazısından şu satırları
nakletmek yerinde olacaktır:
“Son Hattatlar, aziz müellifinin diğer eserleri gibi, Maarif
Vekâleti neşriyatı arasında yayınlanmıştır. Kitabında müellifin üslûbundan
imlâsına kadar eski bizi, yâhut, hakikî bizi, hassâsiyetle muhafaza eden birçok
ince husûsiyetler yer almış… Bu imlâda, bu ifâdede ve bu cümlelerde kendimizi,
kendi yarattığımız medeniyeti daha iyi tanıyoruz. Son hattatlar, vukuf dolu,
özlü bir mukaddimeden ve “Menâkıb-ı Hünerverân”dan beri, hattatlara dair
yazılan eserler hakkında, aynı vukufla, bir kitâbiyat bilgisi verdikten sonra,
bize alfabe sırasıyla son hattatlarımızı tanıtıyor. Bu, 840 sayfa tutarında
özel bir himmet eseridir.”
İbnülemin’in yaptığı son hizmetlerden biri de zengin
kütüphanesini İstanbul Üniversitesine bağışlamış olmasıdır. Bu kütüphanenin
zenginliği ve kıymetini herhalde en güzel, kitap kurtları takdir edebilir.
Yangınlara ve yağmalanmalara rağmen bağışlanan eserlerin kültür hayatımıza
nasıl hizmetler edeceğini zaman gösterecektir.
İbnülemin’in Konağı
İbnülemin’in dillere destan özelliklerinden biri de
konağında tertip ettiği mûsikî fasılları, ilmî ve edebî sohbetlerdir.
Kapısından girildiği andan itibaren farklı bir zamana sefer edilmiş hissini
veren bu konakta, duvardaki hatlar, çini ve vazo koleksiyonları, kütüphane,
evdeki eşyalar ile İbnülemin’in kendisi bu dünyanın vazgeçilmez unsurlarıydı.
Burada süregelen gelenek, bize dünyaya rüştünü isbat etmiş koca bir medeniyetin
varlığını hissettiriyordu. Denilebilir ki, bu konakta zaman “yekpâre bir ân”dı.
Dışarıdaki mevcut hayat ile bu konak arasında, kapının eşiği mazi ve hâli
ayıran yegâne çizgi gibiydi. Mithat Cemal Kuntay’ın ifadesiyle bu konakta;
Tanzimat’ın ilan edileceği günün gecesi Reşit Paşa’nın sabaha kadar kaç kahve
içtiğini bilen Aziziye fesli, Pertev Paşa’nın torunu Aziz Bey; elindeki
pertevsizle Sahaflar Çarşısında Nedim’in kabrini arayan Ali Emiri Efendi; sesi
ihtara benzeyen şair Adanalı Hayret; Avlunyalı İsmail Kemal’in arkadaşıdır diye
Yanya mektupçuluğundan atıldığı için herkesin hürmet ettiği şair Adanalı Hakkı
Bey; iki eliyle şalvarının iki dizinde dümtek vurarak Itrî’nin bestelerini
okuyan yetmiş yaşında Halil Efendi, şair Nedim’den başka bir şair Nedim daha
olduğunu söyleyen Faik Reşat Bey; Muallim Naci’den başka büyük şair olduğu
kendisine isbat edilemeden ölen şair Halil Edip Bey bu konağın müdavimlerini
oluşturuyordu.
İbnülemin’in yakın dostu Süleyman Nazif’in buluşuyla
“darü’l-kemâl” olarak adlandırılan bu ilim irfan yuvası konak, pek çok bilim,
fikir ve sanat adamının, ediplerin, devlet adamlarının buluşmalarına sahne
olmuştur. Bizzat bu konakta bulunmuş Mithat Cemal’in, bu meclisi tanıtan şu
ifadelerini aynen buraya alıyorum:
“Bu odanın dört tarafından ikisinde Türk ve Acem
hattatlarının el yazıları…
Bu
yazıların Türkçe olanları bile lâmelifleriyle bana o zaman Arapçadır hissini
verir, îrabında yanlış yapacağım diye korkumdan yüksek sesle okuyamazdım.
Üçüncü duvarda çürük kaplı, ruhanî
ciltli kitaplarla dolu kütüphane…
İçinden 1.
Abdülhamit’in, III. Selim’in el yazılarını İbnülemin Mahmut Kemal Beyin çikarip
misafirlerine uzaktan gösterdiği cilbendler…
Dördüncü
duvar hep pencere…
Ve bu
pencerelere asıldığı için perde sandığım sevailler, Buhara işlemeleri…
Bu odada
dünya içkilerinden yalnız ikisi malûmdu:
Deve tüyü
renginde kulpsuz fincanlarda Yemen kahveleri… Bir de misafirleri yudum yudum
içmezlerse İbnülemin Mahmud Kemal Beyin halâvetine yandığı turunç şerbetleri…
Bu odada
levhaların, kitapların üzerindeki tozlar bir veli türbesinin toprak zerreleri
gibi mukaddesti. Hizmetçi bu mukaddes şeylere ancak ev sahibinin izniyle yalnız
ayda bir defa el sürebilirdi.
Burada her
şey eskiydi; okunan şiirler eski; oturulan sedirler eski; kelimeler eski; hattâ
sesler bile eski.
Bu odadan sokağa çıktığım zaman bir
devrin cenaze namazından dönüyorum sanırdım. Fakat lâakal iki asır eski olan bu
odanın maziliğine rağmen burada manevi bir aydınlık vardı.
Buraya
gelenler Fuzuli’nin bir imalesinden başka tûl-i emel bilmezler, burada
Naima’nın bir nüktesiyle bütün mahrumiyetler unutulurdu.
Ve bu oda
mukaddes bir mahremiyetin rutubeti içinde yazın bile serindi. Ancak bu serinlik
servilerden inen gölgeler kadar loştu. Buradan çıkınca sokaklara, insanlara
şaşırarak bakardım.
Bu odada
mühim ilim vak’aları olurdu: Ali Emiri Efendi bir yazma kitapta bir sineğin bir
damla münasebetsizliğini diliyle ıslatıp eliyle silerek Revan sekarının Revan
seferi olduğunu bu odada keşfederdi. Ve 93 âyanından Bursalı Rıza Efendinin
Şehname’yi ezbere bildiğini, tarihi edebiyat müellifi Faik Reşat Bey gözlerini
açarak bu odada söylerdi. Namık Kemal’in temiz ve beyaz çoraba meraklı olduğunu
da şair Adanalı Hayret Beyden yine bu odada ögrenirdim…”
Böyle renkli bir mekanın âdetâ “mürşidi” konumunda olan
İbnülemin, misafirlerin ilim sanat erbabı olmasına oldukça fazla önem
veriyordu. Bu meclisde asla terbiyesizliğe, lüzumsuz konuşmalara, gereksiz hâl
ve hareketlere yer yoktu. Aksi takdirde İbnülemin, Hüseyin Vassaf’ın güzel ifadeleriyle
“derhâl edîbâne, zarifâne bir surette kâlen mümkün olmazsa hâlen irşâdkâr
olacak vaz’ u tavr alarak o kimseyi daire-i edebe davet eder, bu babda
ihtiyata, cebr-i nefse, sabr u tahammüle tab’ında meyil azdır. “Umûmiyetle bu
meclislere kadınlar alınmıyordu. Bunun haricinde İbnülemin bu konakta her
meslekten ve her görüşten insanı bir araya toplamayı başarabilmişti.
Dursun Gürlek ise bu konağın müdavimleri ve burada
konuşulanlar hakkında şu bilgileri veriyor:
Mükrimin Halil Yınanç, Ord. Prof. Dr. Kazım İsmail Gürkan,
Osman Nuri Ergin, Hakkı Tarık Us, Ahmet Hamdi Tanpınar, Ebululâ Mardin, Sadi
Irmak, Süheyl Ünver, Fethi İsfendiyaroğlu, Cavit Baysun, Ekrem Karadeniz,
Necati Başara gibi her meslekten ve sınıftan şairlerin, yazarların,
musikişinasların ve diğer bazı sanat erbabının devam ettiği bu konakta geçmiş
devirlerin özellikleri ve güzellikleri
dile getirilir, tarihin derinliklerinde hâzineler aranır, en hurda teferruata
kadar inilir, ezcümle Tanzimat döneminin ünlü vezirlerinden Âli Paşa’nın odasında
armut yerken kâtibi Sâib Bey’i nasıl kovaladığı anlatılır, Abdülaziz’in kanına
giren cuntanın lideri Hüseyin Avni Paşa’nın babasına niçin “Eşekçi Ahmet”
denildiği araştırılır, Plevne savaşında Gazi Osman Paşa’nın kullandığı kılıcın
sağ yüzündeki yazıyı kimin yazdığı tartışılırdı.
Konağın müdavimlerinden biri olan Ahmet Hamdi Tanpınar da bu
renkli konağı şöyle tasvir ediyor:
“Fakat onu(İbnülemin’i) daha ziyade kendi muhitinde, evinde
tanımak lazımdır. Muharrik, âdeta isim üzerinde duran ve her an misafire hürmet
etmek lâzım geldiğini hatırlamak mecburiyetinde kalan bir mizacın muhtelif
cilveleri arasında, üst üste gelen çok lezzetli nüktelerin bir nevi şehrayin
gibi renk ve ışıkla doldurduğu bir musahebe için bu ev, muasırı olduğumuz
hayattan birdenbire ayrılır ve bütün duvarlarını, raflarını, kıyı bucağını
dolduran sayısız mazi yadigârlarının ait olduğu, daha doğrusu temsil ettiği bir
zamandan, olduğu gibi kalmış istisnaî bir köşe olur ve biz orada ev sahibini,
herhangi bir muasırdan çok daha yüksek bir şey, geçmiş devirlerin en güzel ve
iyi taraflarının gelecek nesillere intikalini temine çalısan ilmin kendisi ve
sohbetin sihriyle dinleyicilerini şaşırtıp teshir eden bir sanatkâr olarak
buluruz.
Fakat İstanbul’un işgal yıllarında bu konağın tarih içinde
geçirdiği felaketlere bir yenisi daha eklenir. En zor günlerinde sadece
dostlarına değil, bir vesile ile kendisine cephe almış insanlara yardımda
bulunma ihtiyacı hisseden bu yüce gönüllü insan, nezarethaneye alınan Said ve
Abbas Halim Paşaları da sık sık ziyaret eder. Fakat Fransızlar bu korkusuz
adamı yıldırmak için evinin işgal edileceğini bildirirler ve yirmi dört saat
içinde konağın boşaltılmasını isterler. O günkü şartlarda bu konağın yirmi dört
saat içinde boşaltılması mümkün değildir. Aksi gibi İzmir’in işgalini protesto
için kepenk indiren esnaf o gün çalışmıyordur ve eşyaların taşınması için araba
bulmak da hayli zordur. Neticede bazı dostlarının yardımıyla bir kısım eyşa
taşınır, bazılarını yine arkadaşlarına emanet eder; fakat, yağmur taşınan bu
eşyaları perişan etmiştir. Pekçok gazete, mecmua koleksiyonu ve bazı kıymetli
eşyalar konakta bırakılır. Ne yazık ki onlar da konağın bir buçuk yıllık işgal
döneminde Fransız, İngiliz askerler ve göçmenler tarafından yağma edilir.
İbnülemin evinin işgal süreci hakkında şunları söylüyor:
Fransızlar verdikleri mühletin hitamında bizi cebren
çıkardılar. Yarım asırdan beri ikamet olunan ve Süleyman Nazif merhumun bir
makalede bahsettiği vechile erbab-ı kemal tarafından “darü’l-kemâl” nâmı
verilen bir evin yirmi dört saatte tahliyesi nasıl mümkin olurdu?
Binlerce
cilt kitabı ihtiva eden dolaplar ve raflar bir oda dolusu eski ve yeni gazete
ve mecmua koleksiyonları, eşya-yı nefise, antika masnuat, elvah-ı bedia ve
saireyi yirmi dört saatte değil, en müsaid zamanda bile üç dört günde taşımak,
bahusus o gün İzmir’i Yunanlılar istila ettiklerinden-alamet-i matem olarak-
İslam dükkanları mesdud, arabalar işlemekte mesnu, mesken bulmak muhal ve
şiddetle yağmur yağmakta iken nereye ve nasıl nakledilebilirdi?
İbnülemin, evinin işgali sırasında kendisinin ve ailesinin
uzun yıllardır biriktirdiği sanat eserlerinin, kitapların, çeşitli evrak ve
yazıların işgal sırasında insanın söylemekten haya edeceği çeşitli maksatlarda
kullanıldığını söylüyor ve şu çok mânidâr cümleyi sözlerine ekliyor.
Garb
medeniyetinin ne demek olduğunu zaten bilirdik, bu defa daha iyi öğrendik.
Avrupalıların kendi evine yaptıklarını böyledile getiren
İbnülemin, konağının başına 1964 yılında gelenleri bilseydi acaba ne derdi? Garb’ın
bizim büyük medeniyetimizin izlerini derin bir aşağılık duygusuyla ve
çapulculukla yok etmek istemesi bir noktaya kadar anlaşılabilir. Peki milletine
ve vatanına hayırlı hizmetlerde bulunmayı bir vazife bilmiş, bütün hayatını bu
çizgide devam ettirmek için gayret göstermiş bir büyük insanın, öğrencilerin
kalması için vakfettiği evinden ne istenir ve güzel buluşmalara tanıklık etmiş
bu güzide konakhangi zihniyetle ve acımasızca nasıl yıkılabilir? Anlamak
gerçekten çok zor!
Sonuç
“Nevi şahsına münhasır” insanlar yetiştirmek asırların
getirdiği tecrübeyi incelikle işleyip mensuplarına aktarabilen kültürlerin
başarabileceği bir şeydir. Kültür, insanın ebediyet iştiyakının eşyaya,
düşünceye ve söze yansımış bir şeklidir. Bu sebepten mevcut birikimini taşıyabilecek,
onu gelecek nesillere emanet edebilecek kudrette bir şahsiyet yetiştirmek
kültürün varlığının tabiî bir neticesidir.
İbnülemin Mahmud Kemal Bey de aktıkça çoğalan, çoğaldıkça
zamana ve hayata taşan büyük bir medeniyetin mensubu olduğunu biliyor, bu
bilinçle yaşıyor, bu düşünceyle eser veriyordu. İbnülemin’i tanıyanların onu
bir Tanzimat efendisine benzetmeleri medeniyetin kendisinde mevcut bir direnci
İbnülemin’de tecelli ettirmesinden başka bir şey değildir. Çünkü medeniyet
birikimdir. İnsanlık tecrübelerinin en iyisi, en güzeli ve en sağlamı
medeniyetin kendisini meydana getiren malzemeyi teşkil eder. İbnülemin de bu
malzemeyi renkli şahsiyetinde biriktirmeyi başarmış ârif bir insandı.
İbnülemin’in milli kültürümüze eserleri, sohbet meclisleri
ve dönemin kültür ve edebiyat adamlarına tesirleri yoluyla yaptığı hizmetlerin
kıymetini takdir etmek, en azından bu hizmetleri bilmek hepimizin boynunun
borcudur. Şahsiyetleri yeni nesillerin yoluna ışık tutan böyle insanları
sevmeli ve sevdirmeliyiz. Bu sayede hiç değilse onların aziz hatırasını yâd
etmek haklı bir kadirşinaslık örneği olacaktır. Sözlerimi İbnülemin’in şu güzel
vecizesiyle bitirmek istiyorum:
Ehl-i hünerin kadrini bilmek de hünerdir.
Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi-İbnüleminMahmud
Kemâl-Kemâlü’l-Kemâl (Hazırlayanlar: Fatih M. Şeker, İsmail Kara), Dergâh
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2009, s. 80.
“Mizacım asabî, teessürüm şedîd, kalbim rakîk, intikal ve
infisalim seri olduğundan o şefakatli ve faziletli baba ve anne, beni hüsn-i
muamele ile büyütmeğe ve kalbimi incitmemeğe itina etmişlerdir.”İbnüleminMahmud
Kemal İnal, Son Asır Türk Şairleri, “Kendime Dair”, Cilt 4, s. 2201.
Hüseyin Vassaf, a.g.e.,s.83.
İbnülemin, hocası Tahir Efendi hakkında şunları söylüyor:
“Pederinin üstadlarından ve rical-i ilmiyyeden Kırşehirli Hoca Mahmud Efendi
merhum, en faziletli mezunlarından olan Tahir Efendi’yi eyyâm-ı sabavetimizde
muallimliğimize intihab etmiştir. Benimle beraber biraderim Ahmet Tevfik Bey
merhumu, amcamızın çocuklarını, diğer müteaalikâtımızı kışın İstanbul’daki
hânemizde okuturdu. Yazın ailesiyle birlikte Yakacık’taki sayfiyemizin bir
dairesinde ikametle bizleri müstefid ederdi. Son Asır Türk Şairleri, C.1,
s.131.
İbnülemin bu memuriyette iken meşgalelerinden birini şöyle
naklediyor: “Boş vakitlerde Kâmil, Halil Nihad, Fâzıl Ahmed, Ahmed Hâşim ve
Hüseyin Dâniş gibi- dairede bulunan-maruf edibler ve şairlerle buluşarak ilmî
ve edebî musahabeler ederdik, hepimiz safâyâb olurdu.” Son Asır Türk Şairleri,
C. 4, Kendime Dair, s.2219.
Daha geniş bilgi için bkz.: Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman
Efendisi-İbnüleminMahmud Kemâl-Kemâlü’l-Kemâl (Hazırlayanlar: Fatih M. Şeker,
İsmail Kara), Dergâh Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2009/ İbnü’l-Emin Mahmud
Kemal İnal, Son Âsır Türk Şairleri “Kendime Dair”, Cilt 4, 3. Baskı, Dergâh
Yayınları, İstanbul 1998 / Editör: Mustafa İsen, Şair Tezkireleri, Grafiker
Yayınları, 2. Baskı, Ankara 2009, s. 175-181.
Bu eserlerinin yanında İbnülemin’in, çeşitli gazete
köşelerinde kalmış yazıları da vardır. Bunların bir araya getirilip
yayınlanması hem bir vefa örneği olacak, hem de medeniyetimize büyük bir hizmet
olacaktır.
A.H. Tanpınar,Edebiyat Üzerine Makaleler(Haz. Dr. Zeynep
Kerman),Dergâh Yay., İst. 2005,s.416.
Hasan Âli Yücel, Hürriyet Gene Hürriyet 3,
“Üstat”,(Der.:Canan Yücel Eronat), Kültür Bakanlığı Yayınları, Ankara 1998,
s.72.
Hüseyin Vassaf, a.g.e. s.110.
Bu meseleyle ilgili olarak Hasan Âli Yücel’den şu cümleleri
nakletmede yarar olacağını düşünüyoruz: ”Meclislerinde seksenlik Abdülhak
Hamit’ler, altmışlık Hakkı Tarık’lar, ellilik bizler, yirmilik üniversiteliler
yan yana oturmuşuzdur. Üstat, bu muhtelif çağdaki dostlarıyla hem-sin olmasını
bilmiştir. Muhataplarının kendince tayin edilmiş mertebelerine göre nazarında
ve önde yerleri vardır. Hepsiyle bir ittisal noktası bulmuş; hepsiyle sohbet,
hepsiyle lâtifeler etmiştir. Etrafı da daima onda kendinden bir şey bulabilmiş,
ona yakınlık duymuştur. Üstadın bu kadar taze bir ruhu vardır. Bedenini, bu
eskimeyen ruhun kalıbı olarak daima yıpranmamış bir zarf halinde saklamıştır.
Onu bugün görmüş olanlar, gençlik resmine tesadüf ettikleri zaman derhal ve
kolaylıkla kendisini tanıyabilirler. Yaşamak sanatına ciddi vukufu, bu uzun ve
değişen devreler içerisinde üstadın hiç değişmeyen tarafını yaratmıştır. Bu
bakımdan insanı hayran eden en mühim eseri, bizzat kıymetli varlığıdır.” Hasan
Âli Yücel, a.g.e., s.73
Mehmed Çavuşoğlu, “Son Şuara Tezkiresi ve Yazarı Hakkında”,
Son Asır Türk Şairleri, Dergâh Yayınları, 3. Baskı, İstanbul 1998, Cilt 1, s. X
.
İbnüleminMahmud Kemal İnal, a.g.e., s.1533.
Burada yeri gelmişken Fatih M. Şeker’in şu sözlerini
nakletmeliyiz: “İbnülemin Cumhuriyet devrinin budadığı, biçimsizleştirdiği,
artık “hayâl-i muhâl” hükmüne giren bir çok şeyi, bir dönem hayatı beraber
idrak ettikleri Mustafa Sabri ve MekmetÂkif’ten farklı olarak, sistemin içinde
kalır gibi gözükerek ihyâ etmiş, maziye can vermiştir.” H. Vassaf, ag.e., s.25
Öyle ki, Tanpınar, İbnülemin’i şöyle tarif etmekten kendini alıkoyamıyor:
“Çok hususî şekilde bizim olan bir devrin bütün fârikalarını taşıyan bu cevval
zekâ, zengin fantezisiyle kendisine hakikaten tasviri güç bir sima ve bin türlü
latif hâtıra ve hususiyetten toplanmış bir nevi efsanevî hüviyet yapmıştır.(…)
Daima değişmeye hazır maskesinde en tehditkâr hiddetle, en gönül alıcı iltifat
arasında gelecek ânın istikbalini mütereddit bırakan çehresi, asaletini hiçbir
yeninin ihlâle razı olamadığı pitoresk ve zengin kıyafeti, daima muhafazısına
riayet ettiği o eski zaman terbiyesiyle Mahmut Kemal Bey, sadece canlanmış,
aramızda yaşayan bir mazi değildir, aynı zamanda bütün bir zevk ve latif şeyler
mecmuasıdır.” A.H.Tanpınar, a.g.m. s.418
Hüseyin Vassaf, Bir Eski Zaman Efendisi-İbnülemin Mahmud
Kemâl-Kemâlü’l-Kemâl (Hazırlayanlar: Fatih M. Şeker, İsmail Kara), Dergâh
Yayınları, 2. Baskı, İstanbul 2009, s. 35.
Hüseyin Vassaf, a.g.e., s. 142.
A.H.Tanpınar, a.g.m., s.421.
Burada yeri gelmişken Mehmet Çavuşoğlu’nun şu sözlerini
nakletmeliyiz: “…Merhûm Ahmet Hamdi Tanpınar’ın yaman bir dikkatle teşhis
ettiği gibi, daima merkez kendisidir ve her hadise, her insan onun tayin ettiği
bir külli iradenin çerçevesinde yine onun müsaade buyurduğu cüz’îirâdeleriyle
mevcuttur.” M.Çavuşoğlu, a.g.y., s. X.
İbnülemin M.K. İ.,Son Âsır Türk Şairleri, “Kendime Dair”, C.
IV, s.2220.
İ.M.K.İ., a.g.e.,
s.1431.
Nihat Sami Banarlı, Kitaplar ve Portreler, Kubbealtı
Neşriyatı, İstanbul 1985, s. 317.
Mithat Cemal Kuntay, Mehmed Akif, Timaş Yayınları, İstanbul
1997, s.11-12.
Hüseyin Vassaf, Darü’l-kemâl’le ilgili şunları söylüyor:
Kable’l-işgal kitaphânesinde pek mühim kitaplar, pek mühim evrak-ı kadîme-bugün
emsâlimefkûd- eski gazete koleksiyonları mevcut olduğundan ulemâ ve üdebâdan
bazı zevât müracaatla müstefid olurlardı. İkametgâhı dâru’l-ilm hükmünde
olduğundan müdâvimlerden bazı zevât “Daru’l-Kemâl” tesmiye etmişlerdi;
birbirlerine “Mahmud Kemâl Bey’in hânesine gidiyor muyuz?” makamında
“Daru’l-Kemâl’e gidiyor muyuz?” diye sorarlardı. Ulemâdan, üdebâdan, şuarâdan,
hattâtînden, erbâb-ı sanatdan, erbâb-ı mûsikîden el-hâsıl meslek-i muhtelife
mensuplarından her fert aradığını Dâru’l-Kemâl’de bulur, istifade ederdi.
H.Vassaf a.g.e.,s.149
Midhat Cemal Kuntay, a.g.e., s. 12 vd.
Dursun Gürlek, Ayaklı Kütüphaneler, Kubbealtı Neşriyatı,
İstanbul 2004, s. 271-272
Ahmet Hamdi Tanpınar,a.g.m., s.418
İbnüleminMahmud Kemal, a.g.e., s.2215
Kaynak:http://www.turkyurdu.com.tr/index.php?option=com_content&view=article&id=631:koekue-mazide-bir-ati-ibnue-l-emin-mahmud-kemal-inal&catid=188&Itemid=180
İbnülemin Mahmud Kemal İnal (1871-1957)
1. Hayatı
17 Kasım
1871 tarihinde İstanbul’un Beyazıt semtinde Mercan Ağa mahallesinde dünyaya
gelen İbnülemin, Sadrazam Yusuf Paşa’nın uzun yıllar mühürdarlığını yapan,
Rumeli Beylerbeyi unvanına sahip Mehmed Emin Paşa ile Hamide Nergis Hanım’ın
oğludur. İbnülemin’nin soyu baba tarafından Hz. Hüseyin’e kadar uzanması
sebebiyle babası “seyyid” unvanı ile de tanınmaktadır. İbnülemin de
gerektiğinde bu unvanı kullanmıştır. Ailenin baba tarafından bir kolu da Buhara
emîrlerinden Arapkir’e yerleşmiş Selcenoğulları’na uzanır. Ayrıcaİbnülemin babasının anne tarafından dolayı Arapkir’de
Gökbeylioğlu ailesinden Yûsuf Kâmil Paşa ile de akrabalıkları vardır.
Çocukluk yıllarının çoğu zamanını Yûsuf Kâmil Paşa’nın eşi Zeynep Kâmil
Hanım’ın konağında geçiren İbnülemin, ilk resmi eğitimine Mercan Ağa Sıbyan
Mektebi’nde başlar ve 1885’te Şeyhzade
Rüşdiyesi’nden mezun olur. Daha sonra bir buçuk sene babasının görevi
dolayısıyla Kozan’da bulunur. Döndüklerinde Mekteb-i Mülkiyye’nin yatılı
kısmına kaydolur. Ancak buradan öğrenimini bitirmeden ayrılıp dinleyici olarak
Mekteb-i Hukuk derslerine devam eder. İbnülemin, bu resmî eğitiminin yanında
zamanın geleneklerine uygun olarak, küçük yaşta önce babasından daha sonra da
konaklarına gelen dönemin tanınmış hocalarından özel ders alır. Bunlar arasında
Mehmed Akif ile birlikte eğitim gördükleri Akif’in babası Fatih müderrisi
İpekli Mehmed Tâhir Efendi’de bulunmaktadır. İbnülemin kardeşi ile birlikte
Trabzonlu Hoca Hüsnü Efendi’den tefsir, hadis ve Fars edebiyatı okumuştur.
Ayrıca meşhur hattat Hasan Tahsin Efendi’den hüsn-i hat meşk etmiş ve icazet
almıştır. Kozan’da bulundukları sırada kardeşi ile aldıkları dersler ile hem
Arap ve Fars edebiyatındaki birikimlerini artırmış hem de Fransızca’larını
geliştirmişlerdir. Ayrıca bu arada resmî muâmelât usullerini ve kalem işlerini
öğrenmişlerdir.
İbnülemin
17 Kasım 1889 tarihinde Bâbıâli’de
Vilâyât-ı Mümtâze Kalemi’nde stajer olarak meslek hayatına başlar ve böylece otuz üç yıl sürecek
bürokrasi hayatına da adım atar. Bu süreç içinde 1892’de Sadâret Mektûbî
Kalemi’nde vazifeye başlamış, burada
gösterdiği başarı dolayısıyla 1895’te
Teftîş-i Islâhât Komisyonu başkâtipliğine getirilmiş, daha sonra yeniden
Sadâret Mektûbî Kalemi’ne dönmüştür. Daha sonra çalıştığı dairenin müdür
muavinliğine getirilir (1906). Bu
olaydan kısa bir süre önce de “ûlâ sınıf-ı sânîsî” rütbesine yükselir ki bu
onun artık rical sınıfına girdiği anlamına gelmektedir.
İbnülemin 1908 yılında Said Paşa tarafından Sadâret Mektûbî
Kalemi’ne müdür olarak tayin edilmiştir. Ancak Said Paşa sadrazamlıktan
ayrılınca Bâbıâli’deki ilk görev yerine, bu sefer müdür olarak gönderilmiştir.
II. Meşrutiyet’ten sonra çeşitli komisyonlarda çalışan İbnülemin, II.
Abdülhamid’in tahtan indirilmesinin akabinde Yıldız Sarayı evrakını inceleme ve
düzenlemeyle görevlendirilmiştir. Burada mevcut
dokümanlar üzerinde detaylı çalışmalar yaparak araştırmacıların
kullanabileceği bir arşiv oluşturmuş ve bu arşivi şimdi Başbakanlık Osmanlı
Arşivi ismini taşıyan kuruma teslim etmiştir.
Hayatının devam eden yıllarında da İbnülemin çeşitli görevler üstlenir. Özellikle I. Dünya Savaşı
yıllarında kültür hayatımız için önemli pek çok çalışma içinde bulunur. Meselâ
vakıflara ait sanat eserlerini koruma amacıyla Süleymaniye Camii İmaret içinde
Evkâf-ı İslâmiyye Müzesini kurmuştur (1914). Sanat faaliyetlerine de önem veren
İbnülemin klasik sanatların canlanması için çalışmalar yapmış özellikle de hat
sanatını yaşatma amacıyla Medresetü’l-hattâtîn’in kurulması yönünde adım
atmıştır.
Hizmetlerinden dolayı kendisine üçüncü rütbeden Osmanlı
nişanı verilir. Ayrıca kurduğu müzeyi gezen Almanya ve Avusturya-Macaristan
İmparatorları tarafından yüksek rütbeden madalya ile ödüllendirilir. Yine
Evkâf-ı Hümâyun Nezâreti’nin tarihi ve nâzırlarının hal tercümesine dair
orijinal eserin ortaya çıkmasındaki başarısından dolayı kendisine İkinci
rütbeden Mecîdî nişanı verilir.
Yaşadığı dönemin seçkin simaları arasında yer alan
İbnülemin, özelikle de engin tecrübesi
ve tarihî birikimiyle Osmanlı sadrazamları ve nâzırların görüş alma ihtiyacı
duyduğu şahsiyetler arasında bulunmaktadır.
Nitekim o I. Dünya Savaşı sonrası barış müzakerelerinde antlaşma esaslarının
belirlenmesi için kurulan olağanüstü komisyonda sadaret makamının temsilcisi
olarak görev yapmıştır.
İbnülemin savaş sonrasında Bâbıâli Müdevvenât-ı Kanûniye ve
devletin resmi gazetesi Takvim-i Vekayi
müdürlüğü görevlerini üstlendi. Bunun dışında da zaman için de çeşitli
görevlerde bulundu. 1922 yılında Bâbıâli’de en üst kademedeki vazifesi olan
Dîvân-ı Hümâyun beylikçiliğine getirildi ise de Anadolu millî hareketine
bağlanan Bâbıâli’nin lağvı ile bu görevi sona erdi. 33 yıllık hizmeti sonunda kendisine
ve kardeşine cüzi bir mâzuliyet maaşı bağlandı. Bir ara arkadaşlarının vesilesi
ile Düyûn-ı Umûmiye İdaresi’nde çalıştı ise de bu kurumda bütçe kısıtlanmasına
gidilmesi üzerine tekrar işsiz kaldı.
Daha sonra M. Fuad Köprülü onun, Vesâik-i Târihiye Tasnif
Heyeti başkanlığına getirilmesine yardımcı oldu. 1924-1927 yılları arasında bu
görevde bulundu. 1923’te Târîh-i Osmânî Encümeni Üyeliği’ne 1925’te ise beşinci
defa Evkâf-ı İslâmiyye Müzesi başkanlığına seçildi. 1927’de Türk ve İslâm
Eserleri Müzesi müdürlüğüne tayin edildi. Bu görevinden 1935 yılında yaş
haddinden dolayı emekliye ayrıldı. Emekliliğini hemen takip eden yılda Prenses
Hatice Abbas Halim’in Kahire’den itibaren eşliğinde hac farîzasını yerine
getirdi.
Hayatının devam eden yıllarında İbnülemin, kendini ilmî çalışmalara verdi. Yurt
dışındaki ilmî kongrelere davet edildi ve çeşitli ilim cemiyetlerine üye oldu.
Ancak o günün şartlarında çağrıldığı bazı uluslararası kongrelere maddî
imkânsızlıklardan dolayı katılamadı.
Dönemim Maarif Vekili Hasan Ali Yücel İbnülemin’i
Kütüphaneler Tasnif İşleri ilmî müşavirliğiyle onurlandırdı. Bu arada Mısır Veliahdı Prens Mehmed Ali
Tevfik’in daveti üzerine İstanbul’daki Türk ve İslâm Eserleri Müzesi’ne benzer
bir kurumun düzenlenmesi ve sergilenecek eserlerin seçimi için Reîsülhattâtîn
Kâmil Akdik ile birlikte 29 Aralık 1939’da Kahire’ye gitti. Bu görevi yerine
getirerek 19 Şubat 1940’da İstanbul’a döndü. Bundan sonra eski dostu Bağdatlı
İsmail Paşa’nın basılmamış Hediyyetü’l-ârifîn esmâü’l-müellifîn ve âsârü’l-musannifîn
adındaki Arapça biyografi kamusunu kontrol ederek birlikte yayıma hazırlamakta
görev aldı.
Bu şekilde dolu dolu birhayat geçiren İbnülemin şahsi kütüphanesi ve konağındaki
kıymetli eserleri daha kendisi hayatta
iken İstanbul Üniversitesi’ne, konağını
ise İslâmî ilimlerde öğrenim görenleri barındıracak bir yurt olarak kullanılmak
şartıyla İbnülemin Mahmud Kemal İnal Vakfı’na bağışladı.
Seksen altı yıllık bir ömrü öğrenmek, araştırmak, yazmak ve
memlekete hizmet vermekle geçiren İbnülemin 24 Mayıs 1957’de dünyaya veda etti.
Onun cenazesi 27 Mayıs 1957 günü yakın
aile fertlerinin de yattığı Merkez Efendi Kabristanı’na defnedildi.
2. Edebî, Fikrî ve İlmî ŞahsiyetiA) Şairliği
Dönemin geleneğine uygun olarak İbnülemin’nin de yazım hayatına
girişi şiir yolu ile olmuştur. Her ne kadar o Mehmed Âkif ile birlikte erken
yaşlarda ilk nazım denemelerine başlamışsa da şiiri kendisi için öncelikli alan
olarak tercih etmedi. Daha ziyade eski şiir usulünü izledi. Çoğunlukla gazel tarzında manzumeler meydana getirmekle, birlikte hece vezniylede
yazdığı eserler de bulunmaktadır. Hersekli Ârif Hikmet gibi üstatları kendine
örnek alan İbnülemin dönemin meşhurlarının şiirlerine nazîreler yazmış,
şiirlerinde zaman zaman “Nâlânî” mahlasını kullanmıştır.
Onun manzum eserleri arasında na’tlarının özel bir yeri vardır. İnanan biri olarak Hz.
Muhammed’e karşı duyduğu sevgi ve saygının en güzel göstergeleri olan
na’tlarının büyük bir kısmı Hüseyin Sadettin Kaynak, Hüseyin Kâzım Uz ve Hâfız
İsmail Nisfet gibi devrin büyük sanatçıları tarafından bestelenmiştir. Bunların
dışında da bestelenmiş ilâhi ve başka
manzumeleri de olduğunu zikretmek gerekir. Şiirlerinin elinde kalanlarını
Mevzun Sözler adı altında bir araya getirmişse de bastıramamıştır. Ayrıca onun
tasavvufî nitelik taşıyan bir kıtasına Feyzü’l-Kemâl, bir na’tına da Mir’âtü’l-Kemâl adıyla Hüseyin
Vassâf tarafından birer şerh yazılmıştır.
B) Basın Hayatına Giriş, İlk Yazıları-İlk
Eserleri
İbnülemin’nin basın hayatına girişi gazete yazıları ile
gerçekleşmiştir. İlk matbu yazısı “Ömr-i Beşer” adlı Tarîk gazetesindeki
makalesidir (7 Receb 1307/27 Şubat 1890). Bu makale ile başlayan gazete
yazıları daha sonra devrin önemli basın organlarında devam etmiştir. Tarîk’in
yanında Tercümân-ı Hakîkat, Mürüvvet gibi gazetelerde de makaleleri
yayımlanmıştır.
Yazılarında sosyal içerikli konulara ağırlık veren ve bir
çalışma ahlâkını temellendirme amacıyla çeşitli makaleler kaleme alan İbnülemin bu yazılarını Sa’y-i Beşer adıyla
bir araya getirmişse de bastıramamıştır.
İlk
Eserleri:
1. Hulâsa-i
Zirâat (İstanbul 1307)
2.
Ravzatü’l-Kemâl (İstanbul 1308)
3. Ahlâk
(İstanbul 1308)
4. Eser-i Kâmil
Paşa (İstanbul 1308)
5. Hulâsa-i Ticaret (İstanbul 1309)
6. Menâfiu’s-savm
(İstanbul 1309)
7. Feyz-i Cevâd
(yazma İstanbul Arkeoloji Müzesi Cevad paşa nr. 512. )
C) Roman ve Hikâye Yazarlığı-Edebiyat Üzerine
Yazıları
İbnülemin İstanbul’daki gazetelerin yanında Selanik’teki
yayın organlarına da yazılar göndermiştir. Asır gazetesi ve edebî
niteliktekiMütâlaa dergisi bunlar arasındadır. Bunun yanında Mehmed Âkif gibi
arkadaşlarıyla beraber idaresini ele aldığı Resimli Gazete’de de makaleler
yazmıştır. Eserlerinde sürükleyici ve başarılı bir anlatım üslubuna sahip olan
İbnülemin’nin ilk roman çalışması Sabîh Târihe Müstenid Hikâye(Selânik 1316)
adını taşır. Nâmık Kemal’in Cezmi adlı eserini örnek alan bu eser tarihî bir
romandır.
Daha sonraki çalışmalarında ise İbnülemin hissî konular
üzerinde yoğunlaşmış, okuyucuda derin tesirler bırakacak roman ve hikâyeler
yazmıştır. Bu nitelikteki çalışmalar
arasında şu eserler zikredilebilir.
1. Bir Yetimin
Sergüzeşti
2. Rahşan
3. Yetîm-i Alîl
Bu eserler dönemin gazetelerinde tefrika şeklinde
yayımlanmıştır. İbnülemin saf Türkçe ile yazdığı “Türkçe: Köy ve Köylüler”
(Resimli Gazete nr. 50, 10 Safer 1316/30 Haziran 1898, s. 1055-1057) adlı
romantik bir deneme ile roman ve hikâye alanındaki çalışmalarına veda etmiştir.
Bu anlatılanlar dışında da edebiyat alanında çeşitli yazıları kaleme aldığını belirmek gerekir.
D) İslâm Mütefekkiri ve Ahlâkçısı
1895 Aralık ayında Tercümân-ı Hakîkat’te tekrar yazmaya
başlamakla İbnülemin yazı hayatında yeni
bir döneme de adım atmıştır. Bu dönemin ilk yazısı “İslâmiyet, Marifet”
makalesi ve daha sonra devam eden yazılarıyla o, İslâm’ın yüceliğini, ahlâkî,
medenî ve insanî değerlerle anlatma misyonunu üstlenmiştir. Başta Tercümân-ı
Hakîkatolmak üzere 1895-1900 yılları arasında çeşitli dergi ve gazetelerdeki
yazılarında İbnülemin sürekli İslâm’ın ilerlemeye engel olduğu şeklindeki
görüşlerin yanlışlığını ortaya koymaktadır.
Yazılarında İslâm dini ve medeniyetinin yüceliğini çeşitli
açılardan gözler önüne seren, dinde akıl ve bilgiye verilen önemi vurgulayan
İbnülemin dinimizin gerçeklerini öğretmenin, hakikati arayanlara yardımcı
olmanın farz derecesinde bir emir olduğu üzerinde de durmuştur. Ayrıca Kur'ân-ı
Kerîm’in asrın ihtiyaçlarına karşılayacak şekilde yeniden tefsir edilmesi
gereğine dikkat çekmiş ve bir medeniyet felsefesinin temel esaslarını ortaya
koymuştur.
Ona göre “medeniyyet-i zâhire” (medeniyet-i kâzibe) ve
“medeniyyet-i sahîha” (medeniyet-i hakîka) yahut medeniyyet-i bâtına olmak
üzere iki ayrı medeniyet vardır. Medeniyyet-i zâhire, teknik ve sanayinin
meydana getirdiği bir takım göz kamaştırıcı görünüşleri sergiler. Ancak bu
medeniyyet, yüce ahlâkî değer ve faziletlerden mahrum olması sebebiyle aslında insanı kötülüklerden alıkoyamamakta, insanlar
arasında maddî refah seviyesinde uçurumlar görülmektedir. Medeniyyet-i sahîha
ise din, ahlâk ve adalet gibi üstün değerler üzerine bina edilmiş, insanoğlunun
saadet ve refahı için gerekli sebep ve şartları yerine getirmeyi kendine gaye
edinmiş bir medeniyettir. Böyle bir medeniyetin temel kaynağı dindir. İbnülemin
bunu şu cümleler ile ifade etmiştir: “Tarihin kesin delillerle ortaya koyduğu
ve ispat ettiği hakikat, beşeriyetin tekâmülü ve medeniyyet-i hakîkiyyenin
vücut buluşunun İslâmiyeti’in gelişiyle mümkün olduğudur.”
İbnülemin bu temel prensip etrafında düşünce sistemini kurmakta ve bu sistem
içinde “hak ve hakikat ne ise onu göstermek” olarak tarif ettiği “mârifet”e de
sisteminde merkezî bir rol vermektedir. Onun düşüncesine göre İslâm dini mârifet
ve fazilet üzerine bina edilmiştir. Dolayısıyla mârifete itibar etmek ile dine
uymak arasında herhangi bir çelişki söz konusu değildir. İslâm insana bilgiyi,
aydınlanmayı ve çalışmayı emreder. İnananlar İslâm’ın bu emrini yerine
getirdikleri zaman fert ve toplumun saadetini sağlamışlar, ihmal ettiklerinde
ise gerilemişlerdir. O halde geri kalma dinimizden kaynaklanmayıp aksine onun
emir ve hedeflerinden uzak kalmanın bir sonucudur.
Yazılarında bu konudaki düşünceleri çeşitli şekillerde
açıklayan İbnülemin toplumun ıslahına yönelik düşünce planında açıklamalar
yaptığı gibi, pratik hayatta gördüğü yanlışlıklara da dikkat çekmektedir. Meselâ o gün moda halini alan yabancı mürebbiye
tutma âdetinin mahzurlarını konu edinmesi böyle bir usulü benimsediğini göstermektedir.
II. Meşrutiyet devrine gelindiğinde, İbnülemin mevcut
düşünceleri içinde yeni bir fikir olarak İslâmiyet’in insan hürriyetine verdiği
değere dair de yazılar kaleme almaya başlar. Ancak onun hürriyet kavramına
yaklaşımı siyasî fikirlere değil, ahlâkî değerler, adalet ve insana saygı
anlayışına dayanmaktadır.
İbnülemin bir düşünce adamı olarak bu konular hakkında fikir
beyan ettiği gibi, Arap ve İslâmî edebiyatın Arap dili ile yazılmış bazı klasik
eserleri üzerinde değerlendirmeler yapmış ayrıca kültür ve edebiyat dili olarak
Arapça’nın gerekliliği ve önemi üzerinde durmuştur. Aslında o yaptığı
açıklamalar ile bu konu etrafında cereyan edecek tartışmaların da kapısını
aralamış olmaktadır.
Bundan
sonraki dönemde İslâm ilâhiyâtında yetkin
ilim adamlarının yetiştiğini müşahede ettiği için bir anlamda bu alandaki
çalışmaları uzmanlarına bırakmayı yeğleyen
İbnülemin, kendini yazı ve fikir hayatının esas merkezini oluşturan,
biyografi ve tarih çalışmalarına vermiştir. Ancak biyografi çalışmalarındaki şöhreti onun
mütefekkir kişiliğini gölgelemiş ve onun bu merkezdeki görüşleri daha sonraki
araştırmacıların ilgi odağını oluşturmamıştır.
Halbuki gerek İslâmî gerekse kültürel nitelikteki çeşitli yazılarıyla
İbnülemin genç yaşta büyük bir şöhrete ulaşmış, çeşitli meclislerde “edîb-i şehîr” unvanıyla anılmıştır.
E) Biyografi ve Tarih Yazıcılığı
İbnülemin cemiyet hayatında büyük ve hızlı değişimlerin yaşandığı bir dönemde bulunmuş,
pek çok tanınmış sima ile tanışmış ve onların birer birer dünyadan ayrıldıklarına şahit olmuştur. Bu
durum onu biyografi dolayısıyla da tarih alanına yöneltmiştir. 1891’de
yayınladığıEser-i Kâmil Paşa isimli küçük kitabı bu yönelimin ilk işareti
sayılabilir.
1897 yılında tertibine başladığı “Hutût-ı Meşâhir Mecmuası”
ile bu tarafı iyiden iyiye kendini göstermeye başlar. Bu hacimli deftere
döneminin tanınmış şahsiyetlerinden el yazıları ile duygu ve düşüncelerini
ifade eden bazı şeyler yazmalarını ister. Birkaç sene sonrada yazıları olan bu
şahsiyetlerden kendi resimleriyle birlikte özgeçmişlerini yazıp vermelerini
talep eder.
Hayat felsefesi “nef’-i nâs ile hayrü’n-nâs” olmak
(başkalarına yararlı olarak insanların hayırlısı safına yükselmek) ilkesi ile şekillenen İbnülemin’nin, bu temel
yaklaşımı biyografi yazıcılığında etkili olmuştur. Toplumun seçkin
şahsiyetlerinin hayat hikayelerini yazmakla
hem onların unutulup gitmemesi, hayırla yad edilmesi hem de gelecek
nesillerin onları tanıyıp, örnek alma imkanını sağlamış olmaktadır.
İbnülemin biyografi yazmanın gerekliliğini etik açıdan ele
alarak incelemiş ve bu noktadaki zaaflarımıza dikkat çekmiştir. Hatta o bu
konuyu sadece ahlakî bir sorumluluk şeklinde
değil millî bir misyon olarak değerlendirmektedir. Bu düşüncelerini şu cümlelerle ifade eder:“Mârifet ve sanat
sahiplerini aramak ve bulmak, isimlerini ve eserlerini evlâd-ı vatana bildirmek
hususundaki ihmal ve teşeyyübümüz ve mârifet ehline revâ gördüğümüz
kadirnâşinaslık ve kayıtsızlık muhabbet-i vataniye ile asla telif kabul etmez.”
(Hoş Sadâ, s. 65)
Bu düşünceler ile biyografi yazcılığını üstlenen İbnülemin
titiz bir araştırmacı olarak güvenilir bilgilere erişebilmek için elinden gelen
bütün gayreti sarfetmiş, bazen küçük bir bilgiyi edinmek için uzak beldeler ile
çeşitli yazışmalarda bulunmaktan kaçınmamıştır.
Onun hiçbir maddî karşılık beklemeksizin altmış yılı aşkın
bir zaman içinde sanat ve edebiyat
tarihimize kazandırdığı eserler şunlardır.
1. Hersekli Ârif
Hikmet Bey: Eser Şair Ârif Hikmet Bey’in esas kısmını kendisinin yazdığı hal
tercümesi, ona dair hatıralar ve dostlarının onun hakkındaki görüşlerinden
oluşmuştur.
2.
Kâmilü’l-Kemâl: Sadrazam Yûsuf Kâmil Paşa’ya dair bir monografidir.
3. Nûrü’l-Kemâl:
Yeni Osmanlılar’dan ve “reji komiseri” lakabıyla şöhret bulan Yûsuf Paşazâde
(Menâpirzâde) Nûri Bey’e ait farklı bir monografidir.
4. İzzü’l-Kemâl:
Babasının dostu Ferid Paşazâde Ahmed İzzeddin’in hayatı ve şahsiyetini anlatan
bir monografidir.
5.
Kemâlü’l-İsmet: Devrin biyografi otoritesi kabul edilen Tarihçi Fındıklı
İsmet Efendi hakkındadır.
6.
Kemâlü’l-kiyâse fî keşfi’s-siyâse: Siyaset ilmi ve tarih felsefesi
üzerine yazılmış hacimli bir kitaptır.
7. Kâmil Paşa’nın
Sadâreti ve Konak Meselesi: Çalışmada Yûsuf Kâmil Paşa hakkında yapılan iddialara cevap verilmekte ve o dönem
gündemde olan meselelere ışık tutulmaktadır.
8.
Kemâlü’s-Safvet: Şair Mustafa Saffet hakkında yapılmış bir araştırmadır.
9. Gelenbevî:
Meşhur âlim İsmâil Gelenbevî’nin biyografisidir.
10. Şeyhülislâm Yahyâ
Divanı ve Mukaddimesi: Bu çalışma hem
Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin o güne kadar basılmamış bulunan divanının nüsha
farkları ile karşılaştırılmış metnini, hemde Şeyhülislâm Yahyâ Efendi’nin
hayatı ve şahsiyeti hakkında bilgileri içerir.
11. Hersekli Ârif
Hikmet Bey Divanı ve Mukaddimesi: Bu metin neşri de Hersekli hakkında zengin
bir monografi ihtiva etmektedir.
12. Leskofçalı Galib
Bey Divanı ve Mukaddimesi: Leskofçalı Galib’in şairin biyografisi ile birlikte
neşridir.
13. Evkâf-ı Hümâyun
Nezâretinin Terâcim-i Ahvâli: Eser Hüseyin Hüsâmeddin ile birlikte kaleme
alınmıştır.
14. Menâkıb-ı
Hünerverân: Türk Tarih Encümeni Külliyatı için yayımlanmak üzere hazırlanması
İbnülemin’e havale edilmiş eserin tenkitli metniyle müellifi Mustafa Âlî’nin
hayat ve eserlerine dair bir monografiden meydana gelir.
15. Tuhfe-i Hattâtîn:
Müstakimzâde Süleyman Efendi’nin eserinin sağlam bir metnini ortaya koyan
çalışma aynı zamanda Müstakimzâde hakkında zengin bilgiler içerir.
16. Türklerin, Arap
Harflerini Tanzim ve İhya Etmek Suretile İlme ve Medeniyete Hizmetleri: Arap
yazısının tarihi seyrinin anlatımından sonra çalışmada Türk hat ustalarından
örnekler verilir.
17. Son Asır Türk
Şairleri: Fatîn tezkiresinin zeyli olarak kaleme alınan 2352 sayfalık dev
eserde 566 şairin hal tercümesi bir araya getirilmiştir.
18. Osmanlı Devrinde
Son Sadrazamlar: 37 sadrazamın hal tercümesi ile birlikte son bir asırlık
siyasî tarihimizin panoramasını da veren 2102 sayfalık dev bir eserdir.
19. Son Hattatlar:
Osmanlı hattatları hakkında en zengin kaynak olan Tuhfe-i Hattâtîn’nin telif
tarihi olan 1760’dan 1953 yılına kadar süre içinde yaşayan hattatların hal
tercümelerinden oluşan eser on biri hanım 329 hattatı konu edinmiştir.
20. Hoş Sadâ Son Asır
Türk Musikişinasları: Üzerinde çalıştığı sırada vefat etmesi sebebiyle eksik
kalan bu eser Mevlevî Avnî Aktuç tarafından derlenerek tamamlanmıştır.
F) Tarihî Şahsiyeti
İbnülemin ilmî ve eserleriyle büyük bir şahsiyet olduğu gibi
tarihî hüviyeti bakımından da müstesna bir kişiliktir. Onun konağındaki mûsiki
meclisleri, müellif hattı tek yazma nüshalar, nadide eserler içeren zengin
kütüphanesi, Türk güzel sanatlarından bir tarih barındıran müzelik değerdeki
koleksiyon ve eşyaları bu kişiliğini yansıtmaktadır. Yine onun giyiminde ve davranışlarında bütün bir
mâzi görgü ve terbiyesini devam ettiren
kendine özgü duruşu, her şeyin değiştiği, kökünden kopup uzaklaştığı bir çağ içinde
kendi başına bir dünya olarak kalmış bir
şahsiyet olduğunu gösterir.
Çocukluğunda içine girdiği büyüklerin meclislerinde
kazanılmış bir gelenekle konağında elli yılı aşkın bir süre devam ettirdiği
meclisleri de bu seçkin kişiliğin bir göstergesidir. Onun konağı, tarihe
intikal etmekte olan bir kültürün, edebiyattan tasavvufa, hattan mûsikiye,
siyasî geçmişimize mal olmuş sima ve vak’alara kadar her türlü bahsin
konuşulduğu son sohbetlere şahit olmuş, klasik Türk mûsikisinin ayakta kalışına
yüksek seviyede bir barınak olarak hizmet etmiş, unutulmaz fasıllar görmüş,
ilim ve sanat çevresinden seçkin simaların her hafta uzun geceler etrafında
buluştuğu son ocak halini almıştır. Bütün bu faaliyetlerin etrafında döndüğü
merkezî bir şahsiyet, bir ilim ve kültür adamı olan İbnülemin Türk kültür
tarihinde yerini almış bulunmaktadır.
Not: Bu yazı Ömer Faruk Akün Bey’in TDV İslâm Ansiklopedisi
yayımlanan İbnülemin Mahmud Kemal maddesinden özetlenerek hazırlanmıştır.
Ayrıca Bakınız:
http://ibnuleminvakfi.org/index.php?option=com_content&task=view&id=13&Itemid=29
|
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder