şair, yazar, düşünür
milletvekili, büyükelçi
1884 yılında Üsküp'te doğdu. Asıl adı Ahmed Agâh'tır. İlköğrenimini Üsküp'te gördü. İstanbul Vefa Lisesi mezunu. Başlangıçta Sultan II.Abdülhamit yönetimine karşı muhaliflerin safında yer alarak Paris'e kaçtı. Fransa'da Siyasal Bilgiler okurken hocası Albert Sorrel'in etkisinde kalarak düşüncelerinde değişmeler oldu. Fransa'da dokuz yıl kaldı. Fransız edebiyatını ve edebiyatçılarını yakından tanıma imkânı buldu. Onlardan etkilendi. Bir ara Nev-Yunanî bir şiirin peşine düştü. Doğu Dilleri Okulu'na devam ederek Arapça ve Farsça'sını geliştirdi. Divan şiiri üzerinde yoğunlaştı. 1913 yılında İstanbul'a döndü. Darüşşafaka, Medresetü'l-Vâizin ve Darülfünûn'da Tarih ve Edebiyat dersleri okuttu. Gazete ve dergilerde yazılar yazdı. Lozan Konferansı'na katıldı.
1923'te Urfa milletvekili seçildi. Çeşitli ülkelerde diplomatik görevler alarak Türkiye'yi temsil etti. Yozgat, Tekirdağ ve İstanbul milletvekilliği yaptı. Pakistan büyükelçiliği görevinde iken emekli oldu (1949) ve yurda döndü. Tedavi için Paris'e gitti. Bir yıl sonra da öldü.
Cumhuriyet dönemi Türk şiirinin en büyük temsilcilerinden biridir. Aruzla yazdı. Klasik şiirimizin temel özelliklerine bağlı kalarak, kendine özgü bir şair oldu. Sanatta ve edebiyatta millî ve manevî değerlere bağlı kaldı.
ESERLERİ
Şiirleri Kendi Gök Kubbemiz, Eski Şiirin Rüzgârıyla, Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe Söyleyiş, Bitmemiş Şiirler.
Fikir ve Hatıra Kitapları:Aziz İstanbul, Eğil Dağlar, Siyasi Hikayeler, Siyasi ve Edebi Portreler, Edebiyata Dair, Çocukluğum Gençliğim Siyasi ve Edebi Hatıralarım, Tarih Muhasebeleri, Mektuplar-Makaleler
Yahya Kemal Ahmet Hamdi Tanpınar YAPI KREDİ YAYINLARI
"Yahya Kemal Beyatlı
Şiire Adanmış Bir Yaşam Sermet Sami Uysal YAHYA KEMAL'İ SEVENLER DERNEĞİ
"
Yahya Kemal'in Dünyası Süheyl Ünver ŞEHİR YAYINLARI
Yahya Kemal (Eve Dönen Adam) Beşir Ayvazoğlu ÖTÜKEN NEŞRİYAT
Yahya Kemal Beyatlı Heyet TOKER YAYINLARI
Yahya Kemal Ahmet Hamdi Tanpınar DERGAH YAYINLARI
Yahya Kemal Beyatlı Yaşamı ve Yapıtlarını Okuma Kılavuzu Kemal Bek ÖZNE YAYINLARI
Kaynak: http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=806
Yahya Kemal Beyatlı Hakkında
Yahya Kemal, 1884 tarihinde, Makedonya sınırları içerisinde
bulunan eski Osmanlı şehirlerinden, Üsküp’te, Rakofça Çiftliği’nde doğmuştur.
Küçük yaşlardan itibaren sanata ilgi duyan Beyatlı, sonraları kaleme alacağı
şiirlerde çocukluk yıllarından, yaşadıkları bölgenin üzerinde bıraktığı
etkilerden hissedilir şekilde bahsedecektir. Lise yıllarında sanata ilgi duyan
ve şiir yazmaya başlayan Beyatlı, Tevfik Fikret önderliğindeki Servetifünun
anlayışından etkilenmiş ve aruz vezniyle dörtlükler kaleme almaya başlamıştır.
Dönemin gözde siyasi, düşünsel ve edebî topluluğu olan Jön
Türkler’den etkilenen genç şair, sarayın baskısından kurtulmak için Paris’e
gitmiştir. Fransa’da kaldığı süre içerisinde, Jean Moreas, Baudelaire, Verlaine
gibi ünlü Fransız sembolist şairlerin eserlerini inceleyen ve A. Sorel’den
aldığı tarih derslerinden de etkilenen sanatçı, bu etkinin sonucu olarak tarihe
yönelmiştir.
Edebi Kişiliği
Fransız edebiyatından ve bilhassa şairlerinden büyük ilham
alan Beyatlı, birçok edebî kimlikle bir araya gelme fırsatı buldu. Gidiş amacı
siyasi olmasına rağmen, siyasetten ziyade sanatsal faaliyetlere yöneldi.
Şiirlerini, biçimsel bütünlük ve sembolizm öğeleriyle zenginleştirmek
suretiyle, Divan şiiri geleneğinin kalıplaşmış ağır kaidelerinden sıyrıldı.
Böylece Servetifünun sanatçılarıyla da yollarını ayıran Beyatlı, Batı ve
özellikle Fransız tarzı şiir unsurlarını, Türk şiir anlayışına adapte etmeye
çalıştı.
Osmanlı geleneğinde şekillenmiş aruz kalıplarını, neoklasik
stilde yeniden forma soktu. Yahya Kemal, Türkçeyi aruza başarıyla uygulamış ve
“Ok” şiiri dışındaki tüm şiirlerini aruz ölçüsüyle yazmıştır. Arapça ve Farsça
kelimelerden vazgeçmese de, musiki havası olan, akıcı eserler ortaya koydu.
İmparatorluğun yüzyıllara hükmetmiş kültüründen taviz vermeksizin, köklerine
bağlı, gözü Batı’da; klasik, fakat klişe olmayan şiirler kaleme aldı.
Yahya Kemal hayatı boyunca hiç eser yayımlamamış,
günümüzdeki eserleri, Yahya Kemal Enstitüsü tarafından yayımlanmıştır. Sanatçı,
en çok eleştiriyi bu konuda almıştır ve görüşlerine muhalif olan kesim
tarafından “esersiz şair” olarak nitelendirilmiştir. Milli Edebiyat anlayışına
destek vermek için, illa ki dilin arılaştırılması gerektiğini kabul etmemiş;
musiki tadındaki şiirleriyle, edebiyatın müzik notalarıyla hayat bulabileceğini
göstermiştir.
Kısaca özetleyecek olursak;
Asıl adı Ahmet Agâh’tır.
Şiirleri Milli Edebiyat akımına uymaz, makale ve
konferanslarında bu akımı desteklemiştir.
Geçmiş değerlere bağlı, kendine özgü bir şiir oluşturmuştur.
Çağdaş Batı şiiriyle eski Türk şiirinin birleşimini
sağlamıştır.
Bir dönem Nev-yunanilik akımından etkilenmiştir.
Neoklasisizm akımının etkisinde kalmıştır. Neoklasizm, 20.
yüzyıl başlarında Simgeciliğe bir tepki olarak doğan klasik beğeniyi, klasik
söyleyişi canlandırmayı amaçlayan sanat ve edebiyat akımıdır.
Türk tarihi ve kültürü ile Akdeniz havzası kültürü arasında
ilişki kurmaya çalışmıştır. Bu düşüncesinden kısa sürede vazgeçmiştir. Sonra
Türk tarih ve medeniyetinin Anadolu’da oluştuğu düşüncesini savunmuştur.
Şiirlerinin ana temalarından biri, Osmanlı Devleti’nin
tarihi ve medeniyetidir.
Şiirlerinde Osmanlıya olan hayranlığını yansıtmıştır.
“Ok” şiiri dışındaki bütün şiirlerini aruz ölçüsüyle
yazmıştır.
Aruz ölçüsünü Türk aruzu haline getiren şairlerdendir.
Aruz ölçüsünü başarıyla Türkçeye uygulamıştır.
Saf(öz) şiir anlayışının temsilcilerinden biridir.
Şiir ile düz yazının tamamen birbirinden farklı olduğunu
düşünmüştür. Bu yüzden nazmı nesirden uzaklaştırmıştır.
Şiirlerinde biçim mükemmelliği vardır. Şiirlerinde dil ve
üsluba önem vermiştir. En uygun sözcüğü bulana kadar şiiri bitmiş kabul etmez.
Sözcüklerin yerli yerinde kullanılmasına özen göstermiştir.
Şiirlerinde parnasizm akımının etkileri vardır. Bu akımın
edebiyatımızdaki en önemli temsilcisidir.
“Ahenk” ile ölçü ve uyağa büyük önem vermiştir. Şiiri
musikiden başka bir musiki saymıştır. Şiirlerinde musikiye verdiği önemle
sembolistlere yakındır ancak anlam açıklığı yönüyle onlardan ayrılır.
Toplumsal konulara yer vermemiştir. Daha çok lirik şiirleriyle
tanınmıştır.
“Aşk, lirizm, ölüm kaygısı, sonsuzluğa ulaşma duygusu” gibi
temaları şiirlerinde işlemiştir.
Lirik şiirlerinin yanında epik şiirler de yazmıştır. Akıncı,
Mohaç Türküsü gibi şiirlerinde kahramanlık konusunu işlemiştir. “Sessiz Gemi,
Süleymaniye’de Bayram Sabahı” şiirleri ünlüdür.
İstanbul’un doğa güzelliklerini yansıtan şair olarak
tanınmıştır. “İstanbul şairi” olarak tanınmıştır, İstanbul’un semtleri
şiirlerinin adı olmuştur. Tabiatı tasvir etmek için yazdığı şiiri yoktur.
Eski şiiri tekrar yaşatmış bir şairdir. Divan şiirini çağdaş
bir yorumla veren şiirleri vardır. Şarkı, rubai, murabba ve gazel gibi nazım
biçimlerinin yanında Batılı nazım biçimlerini de kullanmıştır.
“Türkçe ağzımda annemin sütüdür.” diyen şair, şiirlerinde
konuşulan Türkçeyi başarıyla kullanmıştır. Eski tarzdaki şiirlerinde dil biraz
ağırdır.
Ölümünden sonra şiir ve düz yazıları kitap haline
getirilmiştir.
Eserleri:
Şiir: Kendi Gök Kubbemiz (yeni nazım biçimleriyle ve sade
Türkçeyle yazdığı şiirleri yer alır), Eski Şiirin Rüzgârıyla (eski nazım
biçimleriyle yazdığı şiirleri yer alır), Rubailer ve Hayyam Rubailerini Türkçe
Söyleyiş, Bitmemiş Şiirler
Deneme: Aziz İstanbul, Eğil Dağlar (İstiklal Savaşı ile
ilgili yazıları yer alır.), Edebiyata Dair (sanat ve edebiyat yazıları yer
alır), Tarih Musahabeleri
Biyografi: Siyasi ve Edebi Portreler
Anı: Çocukluğum Gençliğim, Siyasi ve Edebi Hatıralar
Nev-Yunanilik (Havza Edebiyatı)
1912 yılında Batılı bir edebiyat grubu oluşturma çabalarının
sonucu olarak ortaya çıkan bir faaliyet de Nev-Yunanîlerdir. Fransa’dan
Türkiye’ye dönen Yahya Kemâl, öz şiire ulaşmak arzusuyla Batı edebiyatlarından
öğrendiği bir anlayışı şiirimize uygulamak ister. Bu yeni şiir yolu için Eski
Yunan medeniyetini, klasik temellerden biri olarak seçer. Elbette bu temelin
seçilmesinde Anadolu’da yaşayan Türklerin Akdeniz havzası medeniyetinden
olduklarını ispat etmek düşüncesi de yatmaktadır.
Yahya Kemal’e dair
Mehmet Niyazi Özdemir
Yahya Kemal, böyle bir kasım günü sabah saatlerinde (1 Kasım
1958) Cerrahpaşa Hastanesi'nde vefat etti. Rivayet edilir ki son söz olarak söylediği, Baki'nin
“Allah'adır tevekkülümüz, itimadımız" mısraı olmuştur. Ölümünden bir gün
önce ise dostlarına söylediği son beyti şöyle idi: “Ölmek kaderde var yaşayıp
köhnemek hazin / Bir çare yok mudur buna ya Rabbulalemin." Vasiyeti gereği
çok sevdiği Boğaz'da Rumelihisarı Mezarlığı'na defnedildi. Mezar taşına da
Şirazlı Hafız için yazdığı şu ölümsüz mısralar yazılıdır: “Ölüm asude bahar
ülkesidir bir rinde / Gönlü her yerde buhurdan gibi yıllarca tüter / Ve serin
serviler altında kalan kabrinde / Her seher bir gül açar, her gece bir bülbül
öter
Yahya Kemal'in
milli duyguları üzerinde annesinin derin etkisi bulunur. Çocuğuna Kur'an
öğretir, Muhammediye okuturdu. Bir gün annesi ona şunu söylemişti: “Oğlum,
dünyada iki insanı sev. Peygamber Efendimiz'i bir de Sultan Murad Efendimizi…”
Balkan Türkleri arasında Birinci ve İkinci Kosova zaferleri karıştırılır; iki
ayrı hakan olduğunu bilmezler; iki Sultan Murad'a da büyük hürmet vardır.
Nesri de çok
güzeldir, ama Yahya Kemal denince akla şiir gelir. Şiirinin en önemli unsuru
tarihtir. Bu tarih şuuru bizi Batı'ya karşı aşağılık duygusundan kurtaracaktır.
Tabir caizse, tarih milletimizin nereden geldiğinin, nereye gideceğinin
pusulasıdır. Milli olmak, milleti lif lif yoğuran tarihi sevmekle mümkündür.
Tarihe yaslanan milliyetçiliği; “kökü mazide olan ati” mısraıyla özetler.
Kendisinin sadece Osmanlı tarihine hayran olduğunu söyleyenlere karşı çıkar.
İddiasına göre yeni vatanın fethi Malazgirt'ten başlar. Zira bunu “Süleymaniye'de
Bayram Sabahı” şiirinde vurgulamaktadır; “Ta Malazgirt ovasından yürüyen Türk
oğlu / Bu nefer miydi? Derin gözleri yaşlarla dolu / Yüzü dünyada yiğit
yüzlerinin en güzeli / Çok büyük bir işi görmekle yoğrulmuş belli.” İdrak
kemale erince tarih milletin aynasıdır. Fakat elbette Osmanlı yılları
milletimizin yüzünü ağartmaktadır. Coşkuyla gelecek nesillere mal edilmelidir.
“Bizdik o hücumun bütün aşkıyla kanatlı / Bizdik o sabah ilk atılan safta yüz
atlı / Uçtuk Mohaç ufkunda görünmek hevesiyle / Canlandı o meşhur ova at
kişnemesiyle / Lakin kalacak doğduğumuz toprağa bizden / Şimşek gibi bir hatıra
nal seslerimizden”
Yahya Kemal, ırkı
renk, kan ve kafa yapısı gibi maddi şeylerde aramaz. Ona göre ırk, bir coğrafya
üzerinde yaşanmış tarihin verimidir. Aynı coğrafyada aynı kaderi paylaşmaktır.
Bunu şu dörtlükle ne kadar güzel ifade etmiş; “Irkın seni iklimine benzer
yaratırken / Kaç fethe koşan tuğlar ufuklarla yarışmış / Tarihini
aksettirebilsin diye çehren / Kaç fatihin altın kanı mermerle karışmış”
Vatan da onun
şiirinde önemli bir konudur. Ona göre vatan ne filozofun fikri, ne de şairin
duygusudur. O bir topraktır; cedlerin hatıralarının, mezarların bulunduğu
mekandır. Camiler, kervansaraylar, sebillerdir. Vatan bu milletin ait olduğu yerdir.
Tehlike baş gösterince ömründe hiç İstanbul'u görmemiş Muşlu, Trabzonlu,
Üsküplü hayatını hiçe sayar. Büyük mütefekkirimiz ve şairimiz, ırkla vatanın
birliğini konferanslarında şöyle anlatmıştır: “Bir iklimin manzarası, mimarisi
ve halkı arasında tam bir ahenk varsa, orada gözlere bir vatan görünür.”
Yahya Kemal,
İslamiyet'i en mükemmel din olarak kabul eder. Halkımızın hayat telakkisi
Müslümanlıkla yoğrulmuştur. İslam mimarisinde kaydettiğimiz tekamül, inşa
ettiğimiz mabetlerdeki heybet ve ruhanilik, minarelerimizde ezanı bir musiki
gibi okuyuşumuz, tekbir, salavat gibi bestelenmiş ibadetler, milletimize ruh ve
coşkunluk verir. Müslümanların dünyadaki durumu bugünkünden daha kötü iken bile
İslam'ın gür sadasını bakın nasıl haykırıyor: “Emri Bulendsin ey ezan-ı
Muhammedi /Kafi değil sadana Cihan-ı Muhammedi / Sultan Selim-i evveli ram
etmeyip ecel / Fethetmeliydi alemi şan-ı Muhammedi.”
Musikimiz de onun
vazgeçemediği bir konudur; zira milli varlığımız onunla inşa edilmiştir;
“Musikimizden bir taraftan din / Bir taraftan bütün kainat akmış / Her
taraftan Boğaz, o şehrayin / Mavi
Tunca'yla gür Fırat akmış / Nice seslerle gök, gök ve yerlerimiz / Hüznümüz,
şevkimiz, zaferlerimiz / Bize benzer bir kainat akmış.”
‘Mısra benim
namusumdur' dediği söylenmektedir. Otuz yaşına kadar bütün şiirlerini
acımasızca yırtıp atmıştır. Zaten bir şair, yazar yazmasını bilir, yırtmasını
da bilirse, artık o sanat merdivenlerine
tırmanmaya başlamıştır. Nitekim Yahya Kemal'in de en sevilen şiirlerini elli altmış
yaşlarından sonra vermiş olması, bizim edebiyatımızda bir yeniliktir. Bu durum
onun şiirlerini his, ilham ve hevesle değil, kültür ve felsefenin
derinlikleriyle yazdığını bizlere göstermektedir. Sanat bir sabırdır; bu da
Yahya Kemal'de hakkıyla vardır. 1917'de başlayıp 1956'da sona eren Selimname
bunlardan biridir.
Kaynak: http://www.zaman.com.tr/mehmet-niyazi/yahya-kemale-dair_2256655.html
Şiir ve şahsiyet
Mehmed Niyazi
Zaman 19 Kasım 2012
On dokuz yaşında şiiri bırakıp başıboş bir hayat sürmeye başlayan Rimbaud gibi kuyruklu yıldızlar sanat dünyasında çok ender görülür. Onların şiirleri daha ziyade duyguyla örülmüştür, düşünce ve felsefeyi harç olarak kullanmadıkları için birkaç istisnası hariç, köpükte kalmışlardır; zevkle okunsalar bile fazla etkileyici değillerdir.Yeteneği inkar etmemek kaydıyla sanat şahsiyet ve idrakin ürünüdür. Bunlar gökten zembille inmez; bir ortamda dokunur, eğitim ve öğretimle seviye kazanırlar. Sanatkarı kültür, düşünce, acılar besler; çalışmak ise en önemli özelliğidir. Bunları Yahya Kemal’in şahsında ve şiirinde yakından müşahede etmekteyiz. Gözlerini dünyaya geleneksel Müslüman bir Türk ailesinde açtı. İlk dini terbiyesini ona sık sık, “Oğlum dünyada iki insanı sev; Peygamber Efendimiz’i, bir de Murad efendimizi” diyen annesinden aldı. Her Müslüman’ın gönlünün zirve noktası şüphesiz ki Peygamber Efendimiz’e aittir. Birinci ve İkinci Murad’ların Balkanlar’daki Türklerin hayatında çok ayrıcalıklı yerleri olduğu için onlara da farklı bakmaktadırlar. Oraların vatan iklimine bürünmesinde bu iki Hakan’ın kanı ve kılıcı çok etkili olmuştur. Yunus’un ilahilerinin, Ahmediye ve Muhammediye gibi kitapların okunduğu bir evde Yahya Kemal şahsiyetini bulmaya başladı. Sekiz-dokuz yaşlarındayken Leskofça muhacirlerinden Hüseyin adında yanık bir Müslüman ona Battal Gazi Destanı’ndan parçalar okuması, Budin, Belgrad türküleri söylemesi şahsiyetinde etkili olmuş, yıllar sonra ona şu mısraları yazdırmıştır: “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik/ Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik/ Ak Tolgalı Beylerbeyi haykırdı ilerle/ Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle”.
Yüzyıllarca Müslümanlar Balkanlar’da “millet-i hakime” idiler; gün geldi pozisyonlarını kaybetmekle kalmadılar; feci muamelelere muhatap olmaya başladılar. Böyle muameleler lügatlerinde yoktu. Çünkü Hıristiyan, Musevi, hatta ateist olsa bile insan eşref-i mahlukattı; onlar din kardeşleri değilse de “Yaradılışta eşleri”ydiler. Fakat muhataplarının insan anlayışları inançla sınırlıydı; bu da onları derinden yaralıyordu. Gerçi Yahya Kemal’in çocukluğunun geçtiği bölgeye Osmanlı hakimdi; fakat Devlet-i Aliyye eski günlerinde değildi; bu da onları tedirgin ediyordu. Böyle bir ortamda yüzyıllarca her bahar kuzeye doğru dörtnal atlarını süren atalarının özlemini duyup dile getirmesi tabii idi: “Aldım Rokofça kırlarının hür havasını / Duydum akıncı cedlerimin ihtirasını”.
O da modaya uyup hürriyet uğruna (!) Fransa’ya kaçtı. Fakülte hayatından ziyade sanat dünyasını tercih etti. Oralarda bohem atmosferi hakimdi. Çocukluğunda dimağı, şahsiyeti sağlam örüldüğünden bu bohem ikliminden sanatı için gerekli olanı aldı. Fakat Batı’nın kültüründen etkilendiği kadar ilminden nasiplenmediğinden vatana dönmesine rağmen idraki yine orada kaldı; aklı oranın ilminde değil, irfanındaydı. Onun da temeli eski Yunan’a dayanıyordu. Onlar gibi olmak için biz de Batı’nın kaynaklarından beslenmeliydik. Onun bakımından kültürümüzün hamle yapmasının biricik yolu “Nev Yunanilik” idi. Kendi dünyamıza sırt dönüp Greko-Romen kültür havzasında yerimizi almalıydık. “Bergama Heykeltıraşları”, “Sicilya Kızları” adlı şiirlerini yazdı; “Bir Kitab-ı Esatir” , “Tiyatro”, “Çamlar Altında Muhasebe” ve benzeri makaleler kaleme aldı. Yahya Kemal’in kumaşında tefekkür ve şiir vardı; yazdıklarında bir seviye bulunmakta idi; Bergama Heykeltıraşları şiirinde şöyle diyor: “İnsan vücudu, bazen açık, bazen örtülü / Her çizgisiyle sanatı canlandıran büyü...” Fakat bu sırada geçimini temin etmek için mutlu bir rastlantıyla tarih ve medeniyet tarihi hocalığı vesilesiyle mazimize eğilmek zorunda kaldı. İşte o zaman neye veda ettiğini, milli açıdan ne gereksiz şeylerin peşinden koştuğunu idrak etti. Bu hususta en büyük yardımcısı çocukluğunda şahsıyla ilgili aldıklarıydı; kendi tabiriyle “Mektepten eve dönmesini” onlar sağladı. İkliminden aldıklarını nasıl bize verdiğini, Yunanilik dönemindeki yazdıklarıyla mukayese edilemeyecek kadar lirik olan şu mısralarında da şahit oluyoruz: “Vur pençe-i Ali’deki şemşîr aşkına,/ Gülbang-ı âsmânı tutan pîr aşkına./ Düşsün çelengi Rûm’un, eğilsün ser-i Frenk,/ Vur! Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına.”
Kaynak: http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=806
Şiir ve şahsiyet
Mehmed Niyazi
Zaman 19 Kasım 2012
On dokuz yaşında şiiri bırakıp başıboş bir hayat sürmeye başlayan Rimbaud gibi kuyruklu yıldızlar sanat dünyasında çok ender görülür. Onların şiirleri daha ziyade duyguyla örülmüştür, düşünce ve felsefeyi harç olarak kullanmadıkları için birkaç istisnası hariç, köpükte kalmışlardır; zevkle okunsalar bile fazla etkileyici değillerdir.Yeteneği inkar etmemek kaydıyla sanat şahsiyet ve idrakin ürünüdür. Bunlar gökten zembille inmez; bir ortamda dokunur, eğitim ve öğretimle seviye kazanırlar. Sanatkarı kültür, düşünce, acılar besler; çalışmak ise en önemli özelliğidir. Bunları Yahya Kemal’in şahsında ve şiirinde yakından müşahede etmekteyiz. Gözlerini dünyaya geleneksel Müslüman bir Türk ailesinde açtı. İlk dini terbiyesini ona sık sık, “Oğlum dünyada iki insanı sev; Peygamber Efendimiz’i, bir de Murad efendimizi” diyen annesinden aldı. Her Müslüman’ın gönlünün zirve noktası şüphesiz ki Peygamber Efendimiz’e aittir. Birinci ve İkinci Murad’ların Balkanlar’daki Türklerin hayatında çok ayrıcalıklı yerleri olduğu için onlara da farklı bakmaktadırlar. Oraların vatan iklimine bürünmesinde bu iki Hakan’ın kanı ve kılıcı çok etkili olmuştur. Yunus’un ilahilerinin, Ahmediye ve Muhammediye gibi kitapların okunduğu bir evde Yahya Kemal şahsiyetini bulmaya başladı. Sekiz-dokuz yaşlarındayken Leskofça muhacirlerinden Hüseyin adında yanık bir Müslüman ona Battal Gazi Destanı’ndan parçalar okuması, Budin, Belgrad türküleri söylemesi şahsiyetinde etkili olmuş, yıllar sonra ona şu mısraları yazdırmıştır: “Bin atlı akınlarda çocuklar gibi şendik/ Bin atlı o gün dev gibi bir orduyu yendik/ Ak Tolgalı Beylerbeyi haykırdı ilerle/ Bir yaz günü geçtik Tuna’dan kafilelerle”.
Yüzyıllarca Müslümanlar Balkanlar’da “millet-i hakime” idiler; gün geldi pozisyonlarını kaybetmekle kalmadılar; feci muamelelere muhatap olmaya başladılar. Böyle muameleler lügatlerinde yoktu. Çünkü Hıristiyan, Musevi, hatta ateist olsa bile insan eşref-i mahlukattı; onlar din kardeşleri değilse de “Yaradılışta eşleri”ydiler. Fakat muhataplarının insan anlayışları inançla sınırlıydı; bu da onları derinden yaralıyordu. Gerçi Yahya Kemal’in çocukluğunun geçtiği bölgeye Osmanlı hakimdi; fakat Devlet-i Aliyye eski günlerinde değildi; bu da onları tedirgin ediyordu. Böyle bir ortamda yüzyıllarca her bahar kuzeye doğru dörtnal atlarını süren atalarının özlemini duyup dile getirmesi tabii idi: “Aldım Rokofça kırlarının hür havasını / Duydum akıncı cedlerimin ihtirasını”.
O da modaya uyup hürriyet uğruna (!) Fransa’ya kaçtı. Fakülte hayatından ziyade sanat dünyasını tercih etti. Oralarda bohem atmosferi hakimdi. Çocukluğunda dimağı, şahsiyeti sağlam örüldüğünden bu bohem ikliminden sanatı için gerekli olanı aldı. Fakat Batı’nın kültüründen etkilendiği kadar ilminden nasiplenmediğinden vatana dönmesine rağmen idraki yine orada kaldı; aklı oranın ilminde değil, irfanındaydı. Onun da temeli eski Yunan’a dayanıyordu. Onlar gibi olmak için biz de Batı’nın kaynaklarından beslenmeliydik. Onun bakımından kültürümüzün hamle yapmasının biricik yolu “Nev Yunanilik” idi. Kendi dünyamıza sırt dönüp Greko-Romen kültür havzasında yerimizi almalıydık. “Bergama Heykeltıraşları”, “Sicilya Kızları” adlı şiirlerini yazdı; “Bir Kitab-ı Esatir” , “Tiyatro”, “Çamlar Altında Muhasebe” ve benzeri makaleler kaleme aldı. Yahya Kemal’in kumaşında tefekkür ve şiir vardı; yazdıklarında bir seviye bulunmakta idi; Bergama Heykeltıraşları şiirinde şöyle diyor: “İnsan vücudu, bazen açık, bazen örtülü / Her çizgisiyle sanatı canlandıran büyü...” Fakat bu sırada geçimini temin etmek için mutlu bir rastlantıyla tarih ve medeniyet tarihi hocalığı vesilesiyle mazimize eğilmek zorunda kaldı. İşte o zaman neye veda ettiğini, milli açıdan ne gereksiz şeylerin peşinden koştuğunu idrak etti. Bu hususta en büyük yardımcısı çocukluğunda şahsıyla ilgili aldıklarıydı; kendi tabiriyle “Mektepten eve dönmesini” onlar sağladı. İkliminden aldıklarını nasıl bize verdiğini, Yunanilik dönemindeki yazdıklarıyla mukayese edilemeyecek kadar lirik olan şu mısralarında da şahit oluyoruz: “Vur pençe-i Ali’deki şemşîr aşkına,/ Gülbang-ı âsmânı tutan pîr aşkına./ Düşsün çelengi Rûm’un, eğilsün ser-i Frenk,/ Vur! Türk’ü gönderen yed-i takdîr aşkına.”
Kaynak: http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=806
Hiç yorum yok:
Yorum Gönder