Tartışma

Bu sayfamızda kimlerin Türk Büyükleri olarak anılmaya hakkı olduğu konusu başta olmak üzere, tartışmak istediğiniz isimleri, konuları gündeme getirebilirsiniz.
Teşekkürler.
Arslan Küçükyıldız

KÖZKAMANLAR


Kırgızların dünyaca bilinen destanı “Manas” ta, kardeş halkın
tarih boyunca başından geçirdiği olayların, dünya ye yaratılış
hakkındaki görüşlerin, bağımsızlık özlemi ve gelecek hakkındaki ümit
ve isteklerin çok geniş olarak anlatıldığını biliyoruz. Manas
destanında ahlak, terbiye ye gelecek nesle verilen öğütler çok iyi
işlenmiştir. Destanda, halk soy kütü-ğünün (şeceresinin) kronolojisi
verilmekte, birçok meselenin felsefi neticeleri ile büyük hadise ve
olayların hülasaları da edebi olarak ifade edilmektedir. Aslında bu
tür efsane ve destanlar, beklenmeyen bazı gizli, toplum gerçeklerini
gösterebilmektedir. Buradan hareketle Manas’ ta yer alan büyük
olaylar ve hadiseler içinden sadece bir motif hakkında bir şey1er
ifade etmeye çalışacağız. Üzerinde duracağımız bölüm çok
önemli, “Közkamanlar” hadisesidir. İlk okunduğunda sıradan bir olay
gibi görünen “Közkamanlar” hikayesi, aslında içeriği ve anlatmak
istediği şeyler bakımından, bugünkü Kazak ye Kırgız halklarını
doğrudan alakadar ediyor. Bu hikayede, halk arasında fitne ve
karışıklık çıkarıp, kendi başına buyruk olan düşmanların maşası
haline gelip, kendi yurduna hainlik yapan vefasızlar anlatılmaktadır.

Konunun daha iyi anlaşılması için hikayeyi destandan
öğrenelim: Manas’ın babası Yakub’ un ağabeyi Kalmaklara esir
düşüyor. Hüseyin esir düştüğü yerde bir Kalmak kızıyla evlenerek altı
çocuk sahibi olur. Çocukları orada büyüdük-leri için, Kalmak
terbiyesi alır ve Kalmakların dilini öğrenirler. Bu durumdan
faydalanmak isteyen Kangay hükümdarı Esen Han “Közkamanlar” adını
alan Hüseyin’ in ço-cuklarını şuursuz hale getirerek, Kırgızları
içeriden yıkmak ister. Esen Han Manas’ı meydan savaşında
yenemeyeceğini anlayınca Kırgızları, Kırgızlara kırdırma gibi bir
hileye yelteniyor. Esen Han içindeki kini şöyle ifade ediyor:

Manas'ın sesini kesmeyince
Kara bulutlar gitmez ülkemden
Halkım kurtulmaz üzüntüden
Öfkemi alev yaparak bundan
Asla vazgeçmeyeceğim
Kanpaçalı Manas'ı
Mahvedip geldiğimde
Altın tacı giyerek tahtıma oturacağım
Kalmak ile Moğol'un da hakanı olacağım.
(Manas Destanı, 1961: 250)

Destanda, halkın başına gelen musibetlerin çoğunun ya-bancı
milletlerden kaynaklandığı anlatılıyor. Düşman art niyet ve
hainliğinde adı Kırgız, ama şahsı Kalmak olanları kullanıyor.
Kardeşlik, akrabalık, haram - helâl hiç bir şey tanımayan
Közkamanlar, yalnızca para ve serveti düşünerek has düşmanlarının
elinde maşa haline geliyorlar. Onların hakkında destanda:

“Manas’ın canına kıymaya
Kanını içip kanmaya
Getirip kesik başını
Esen Han‘ın önüne
Hediye deyip koymaya
Ant içip, zehir yalayıp
Dört domuzu kesmişler “, deniyor.

Manas’ın Közkaman adındaki yakınları kötü düşüncelerini
gizleyip, serzeniş dolu mektup yazıyor ye oradaki hallerinden
yakınıyorlar:

Çok ezildik, yıprandık
Hayvanlar da kalmadı
Saçıp - kesip bitirdik.
Kuş uçmayan çöllerden
İt basmayan yerlerden
Kaçıp. saçıp geliyoruz
Hamamız var imanlı
Kardeş deyip geliyoruz
Kaburgamız eğildi
Baldırımız eridi
Ey bahadır, seni ne zaman göreceğiz.

Bu boyalı sözlerle Kırgızları çok özlemiş gibi görünüyorlar.
Halkının hizmetçisi, kahramanı ve lideri Manas, uzaklardan geri dönen
kardeşlerini saygıyla karşı1ayıp, “halkımın sayısı arttı” diye
seviniyor. Közkamanlara her türlü ihsan ye iyilikte bulunuyor.

Adsız olan Kalmağ ‘ı
Eşsiz atlara bindirdi
Şanssız olan Moğol‘a
Kurşun geçmez zırh giydirdi
Kadını yok Kalmağ ‘a
Kırmızı gömlek, ince belli
Güzel kızları sevdirdi
Malsız olan Kaksal' a
Küheylanlar ve sığır1ar
Her türden hayvan verdi.

Fakat tek düşünceIeri Manas’ı öldürmek ye tahtına o-turmak
olan hain, dünyaperest Közkamanlar, bu kadar büyük iltifatları
beğenmiyorlar. Közkamanlar aslen Kırgız olsalar da kendi öz örf -
adetlerini küçük görüyorlar. Kendi aralarında “Kırgızlar niye
Kalmakça konuşmuyor?, Manas’ın Hanımı Kanıkey bizi niçin Kalmak
geleneklerine göre ağırlamıyor?, Kırgızlar neden ayı, porsuk eti yemi-
yor? diye fısıIdaşıyorlar. Közkamanların kötü düşünce1i ve yabancı
kılıklı olduğunu bilen ve on1ardan korunmak gerektiğini söyleyenlere
ise Manas, inanmak istemiyor. Közkamanlar, nihayet bir gün Manas’ı
misafirliğe çağırıp, zehirli kımız içiriyorlar. çok acı çeken Manas,
zehrin etki-sinden güçükle kurtulabiliyor. Daha sonra, hain
Közkamanlar butun Ülkeyi karışıklığa ve kargaşaya boğuyor. Fakat, bu
işi başaramayacaklarını an1ayan Közkamanlar bu sefer birbirine
düşüyor. Nihayetinde ise kendi kendilerini öIdürüyorIar.

Kısaca izah ettiğimiz Közkamanlar hikayesinin bizim için
önemi, alacağımız ders çok büyüktür. Öz halkının has düşmanı o1muş,
nihayetinde kardeşlerinin bedduasına uğramış, Közkamanlar, tarihin
her devrinde arzı endam etmişlerdir. Aslına bakıldığında, Közkamanlık
ruhu her zaman dirilmeye hazırdır. Çünkü, o uygun bir ortam
yakaladığı anda yeniden canlanıp, etrafa dehşet saçacak,
kronikleşmiş, korkunç bir hastalıktır. Onu kendisine has
özelliklerinden dolayı da tanımak çok kolaydır.

Közkamanlar, en başta, ana dilini bilmeyen ,bu yüzden de onu
yabancı sayan, halkından kopuk ayrı bir terbiye ile yetişen insanlar
arasından çıkarlar .Onlarda kendi milletinin karakteri bulunmaz.
Kendisine emek verip,yetiştiren halkı-na düşman gözüyle bakmaya
a1ışmışlardır. Hatta yaratı1ış bakımından sağlam kafa ve vücuda sahip
iseler de böyleleri öz halkının sağduyu sahibi çocukları değillerdir.
Ana dilini bilmediklerinden de milletinin yüreğindeki acıyı,
ufkundaki ümit ve hayalleri asla hissedemezler. Halkına ait atasözle-
ri, şiir, tarihi derslerden hiç etkilenmezler. Destanda Közkamanlar
memleketinden uzak yerlerde yetişmişler,onların günümüzdeki halefleri
ise öz vatanında bile halkına yabancılaşmıştır.

Kendi milletinin tarihini bilmemek ve bilmek istememek
Közkamanlığın işaretidir. Onlar dünyadaki güzelliklerin hepsini başka
memleketlerde arar, kendi memleketlerinde ise övünülecek ve örnek
alınacak hiçbir şeyin o1madığını düşünürler. Halkının namusu ve
bağımsızlığı için canını feda edenleri gerici ve safderun,diğer
taraftan ise; devlet ye milletinin menfaatlerini. Ayaklar altına
alan, güçsüzleri ezen ve güçlülere de baş eğen bencilleri
de ,geleceğini düşünen, ferasetli kişi1erden zannederler. Ve onlar
için özgürlük denilen ulu ve kutsal sözün hiç-bir anlamı yoktur.
Hayat felsefeleri sadece karın tokluğu ile ilgilidir.

Mangurtluk ve Közkamanlık birbirinden farklı iki hadisedir.
Düşmana esir düşüp, çok eziyet ve güçlük gören kafasından
yararlanarak, hangi milletten olduğunu ve kimden olduğunu bilmeyen,
sadece yeme, içme gibi behimi işleri yerine getiren Mangurtların
nasıl gerçekten çok acıklı ve hazindir. Onlar uzak ile yakını; fayda
ile zararı ayırt e-demeyen, öz anasını bile düşman sananlardır. Bu
yüzden halk bu tip insanlara hafızasında hiçbir şey saklamayan Miğula
(akılsız) adını vermiştir. Fakat, Közkamanların akıl ve sağlıkları
yerindedir. Onların çoğu Üniversite okumuş, yüksek seviyeli
kişilerdir. Bazıları da, başka milletlerin tarihini ve felsefesini
ezbere bilenlerdir ki, ağızlardan adalet, insan hakları, uygarlık,
dostluk, birlik-beraberlik ve barış gibi sözler hiç eksik olmaz.
Zahirden çok güçlü hatip, derin bilgilere sahip ve dünya tarihini
avuçlarının içi gibi bilen kişiler gibi görünürler. Fakat, bunların
iyileşmez, uzun müddet tedavi gerektiren, tehlikeli hastalıkları;
kendi öz milletinin tarihini, medeniyetini tanımak ve bilmek isteme-
meleri, sözde milliyetperver görünerek, ülkenin bütünlüğü-nü bozmak
isteyenlerle anlaşıp, millet menfaatini satmaları-dır. Bir de en
kötüsü halkın kutsal saydığı bağımsızlık ve özgürlüğün yıkılmasını
isteyenlerle oturup kalkmaları, onla-ra güç vermeleri ve milli namusu
ayaklar a1tına almalarıdır. Mangurtlar aklını kaybetmiş miskinler;
Közkamanlar ise ülkemize ve halkımıza bilinçli olarak karşı çıkan iç
düşmanlarımızdır.

Destandaki Közkamanlar ile onların şimdiki temsilci-leri
arasında bir ortak husus, bu tiplerin dışı hoş, içi kof ve
kendilerinin fıtrat ye çıkarlarına uygun başka bir ülkenin bendeleri
olmalarıdır. Destandaki Közkamanlar;

Parlayan kılıçlarla
Fırlayan oklarıyla
Sarhoş olan Manas’ın
Yaklaştılar yanına
Tutsak edelim diye
Ellerini bağlayıp.
Kurban edelim diye
Esen Hanın önüne
Müjde, getirdik diye
Altın tacı giymeye...

canlarını feda ediyorlardı. Dikkat çeken bir yer de; Közkamanlar
kötülük yapacakları adamın şuurunu kaybet-mesi için ona yalandan dost
görünerek, içki içiriyorlar. A-sırlar geçip, zaman değişse de bir
milleti yıkmak veyahut kargaşa ve anarşi çıkartmak isteyen dış güçler
de, halkı insani vasıflarından ayıran ve yoldan çıkaran içkinin
getirdi-ği kötü sonuç1ar da, günümüzde eskisi gibi görünmektedir.
Ayrıca, günümüz Közkamanları kendilerini milletinin bekası ve
menfaati için çalışıyor ve bu yolda fedakarane yürüyor-muş gibi
gösteriyorlar, ama gerçekten başlarına ufak bir zorluk gelse hemen
başka yere kaçarlar. Sözleri ve fiilleri birbirinden o kadar uzaktır
ki, toplum o büyüleyici sözlerin hangisinin doğru, hangisinin yalan
olduğunu bile ayırt ede-mez.

Manas destanının Közkamanlar bölümü, yaşadığımız zaman
diliminde görülen bazı çirkin hadiselerin perde arka-sının daha iyi
anlaşılmasına çok yardımcı olmuştur. Bugünkü Közkamanlar da kendi
halkından çıkan feraset ye basiret sahibi insanların kıymetini
bilmiyor, kendilerine fayda geti-ren şeyler için atalarımızın
miraslarını da hiçe sayıyorlar. Onların dini imanı paradır. Bunun
için dilini de dinini de satar, kendisini bin bir zahmetle büyüten
anne ve babasına da vefasızlık eder ve kötü insanların iğrenç
emellerine alet olurlar. Bu devirde Közkamanların sayısı az veya çok,
bu-nun sayımını yapmak gerekmez. Bilinmesi gereken, böyle bir
dermansız illetin toplumun sırtına kene gibi yapıştığı gerçeğidir.

Kazak halkının bağımsızlığını çekemeyenler içte de dışta da az
değildir. Başkalarını kendisine kul yapmaya alışan emperyalist
düşüncenin yakın zamanda kaybolmayacağı da aşikardır. Fakat bilinen
düşmana göre, kendi içimizden çıkan, adı kardeş iki yüzlülerin
zararının daha büyük oldu-ğunu halkımız halen anlamış sayılmaz.
Halkımız saadetimizi bozmaya çalışanları ve kendilerini medeniyet
fedaileri zan-neden bu sefil ruhlu insanların günümüz Közkamanları
olduğunu anlasaydı, onlardan korunmanın yollarını arar ve bulurdu.

______________________________________________________
Not: Bu makale, Kazakistan’lı düşünür Rahmankul Berdibay’ın 

“Baykal’dan Balkan’a” adlı eserinden(sf:62-69) aktarılmıştır.
Kitabı sizlere de tavsiye ediyorum. Eserin Kimliği; 
Berdibay, Rahmankul. Baykal’dan Balkan’a, Ankara, Bilig Yayınları,
1997, 330 sf.





YAVUZ BÜLENT BAKİLER
DÜŞÜNDÜKÇE


Genelkurmay Başkanımıza arz ederim...
27.01.2004

MUHTEREM Paşam
Milli Mücadelemizin ve Cumhuriyet devrimizin iki büyük Mareşali var:
Mareşal Mustafa Kemal ve Mareşal Fevzi Çakmak. Mustafa Kemal, Milli
Mücadelemizin kayıtsız şartsız lideri idi. Zaferden ve
Cumhuriyetimizin ilanından sonra, Onu alkışlayarak
Cumhurbaşkanlığı makamına oturttuk. Mareşal Fevzi Çakmak'a ise
huzurla, gururla ve güvenle Genelkurmay Başkanlığı'mızı teslim ettik.
Bugün sizi de şereflendiren o makamda, Fevzi Çakmak'ın tam yirmiiki
yıl hizmet verdiğini biliyoruz.
Mareşal Fevzi Çakmak 10 Nisan 1950 tarihinde vefat etti. Acaba hangi
akıl, iz'an ve basiret sahibi şaşırıp kalmaz. 1950 yılından 1975
yılına kadar, tam yirmibeş yıl, devlet radyolarımızda ve
televizyonumuzda Mareşal Fevzi Çakmak üzerine bir tek program
yapılmadı.
Gaflet ve dalalet içinde olan bir takım yetkililer, 25 yıl susup
kaldılar. 1975 yılında devlet televizyonunda, Mareşal Fevzi Çakmak
üzerine ilk programı hazırlayan ve sunan benim! Aradan tam 28 yıl
geçti. Radyolarımız ve televizyonlarımız kış uykularından hala
uyanmadılar.
Nerede bizimkiler?
İNGİLİZ yazarlarından Carlyle, o meşhur Kahramanlar isimli eserinde
diyor ki: 'Milletler kahramanlarıyla yaşarlar. Kahramanların yaşı
yoktur'
Biz, büyük kahramanlar yetiştiren ve o kahramanlar sayesinde yaşayan
bir milletiz. Savaş meydanlarımızın kahramanları yanında, siyaset ve
devlet hayatımızın, ilim, edebiyat ve sanat dünyamızın da
unutulmaması gereken kahramanları var.
Siz de takdir buyurursunuz ki, bir devletin ve bir milletin kendi
kahramanlarına sahip çıkması hem bir vicdan ve şeref borcudur, hem de
o devletin varolma, varlığını koruma ve devam ettirme şartlarından
biridir. Kahramanlarını unutan, unutturmaya çalışan veya
kahramanlarını bire indirmeye çalışan devletlerin gafletini ve
felaketin ancak ciltlerle anlatabiliriz. Şimdi ben bu anlayışla, son
doksan yılımıza dikkatinizi çekmek istiyorum. Yukarda da arz ettiğim
gibi, İstiklal Savaşımız'ın kayıtsız şartsız lideri ve kahramanı,
Mustafa Kemal Paşa'dir.
Fakat Aziz Paşam, Milli Mücadelemizi sadece Mustafa Kemal Paşa ile mi
kazandık? Milli Mücadelemizin diğer kahramanları nerede?
Mesela siz bugüne kadar, Atatürk ve İnönü dışında, o şanlı
destanımızın yazılmasında büyük payları olan merhum Kazım
Karabekir'den, Fevzi Çakmak'tan, Rauf Orbay'dan, Ali Fuat
Cebesoy'dan, Refet Bele'den, Selahattin Adil'den, Fethi Okyar'dan,
Ali
İhsan Sabis'ten, Cafer Tayyar'dan, Halit Akmansa'dan, Fahrettin
Altay'dan, Pertev Demirhan'dan, Fikret Karabudak'tan, Asım
Gündüz'den, Nazmi Solak'tan, Yakup Şevki Subaşı'ndan, Behiç
Ergin'den, Mehmet Ali Gerede'den, Kazım Orbay'dan tek satırla olsun
bahseden bir radyo ve TV programı dinlediniz mi? Bu kahramanlar bizim
kahramanlarımız değil mi?
Bu, bize yakışır mı?
BİZ bugün, bu topraklarda bu kahramanlar sayesinde yaşamıyor muyuz?
Bir İngiliz veya bir İtalyan Futbol takımını onbir ismiyle sayan
gençlerimize sorun bakalım bu Milli Mücadele kahramanlarımızın üçünün
ismini olsun söyleyebilecekler midir? Peki bu
köksüzlüğün sebebi nedir acaba? Cumhuriyet hükümetlerimiz seksen
yıldan beri sadece Atatürk'ün Nutuk isimli eserini basıyorlar.
Nutuk elbette her yeni nesil için yeniden basılmalı ve mutlaka
okunmalıdır. Fakat bizim aziz devletimiz Milli Mücadelemizin diğer
kahramanlarına neden sahip çıkmıyor? Lütfen araştırın bakalım,
yukarıda isimlerini verdiğim Milli Mücadele kahramanlarımızın
yanında, seksen yıllık devlet yayınlarımız arasında mesela; Bekir
Sami Kunduk, Cevdet Abbas Gürev, Nurettin İbrahim, Kazım Özalp, Kılıç
Ali, Cevat Çobanlı, Nuri Conker, Kemalettin Sami Gökçen gibi
komutanlarımızın bir tek eserine rastlayacak mısınız? Bu anlatılmaz
vefasızlık ve inkar yakışır mı bize?
Acaba siz, bu büyük ayıbın bir an önce silinmesi için bir Milli
Güvenlik Kurulu toplantısına bu çok mühim konuyu getirmeyi düşünüyor
musunuz?
Bırakınız paşalarımızı, Milli Mücadele hatıralarını yazan bir
çavuşumuzun eserine bile, Kültür Bakanlığı'mızın sahip çıkmasını,
hükümetimize tavsiye etmeyi yerinde buluyor musunuz?
Saygılarımızla arz ediyorum Aziz Paşam!

Mithat Cemal Kuntay

"Gökler çıkabildin, uçabildinse derindir;
Tarihini, kendin yazıyorsan, eserindir.
Yoksun kuru topraktan ibaret vatanınla,
Tarihini yazmıyorsan eğer sen de kanınla!
Varsın alemde: Sesin varsa, gururun varsa;
Varsın; insanlar adından bile korkarlarsa!
Asrin yasamak hakkini vermez sana kimse;
Sen asrını, üstünde izin varsa benimse."


ÜNİVERSİTELERİN ÖNÜNE HEYKELİ DİKİLECEK ADAM!

Böyle bir adam tanıdım. Bundan yaklaşık üç yıl kadar önceydi. Yeni
Hayat'ın idarehanesine gelmişti. Giyim kuşamından yoksul olduğu belliydi. Beti
benzi solgun, adeta bir deri bir kemik, orta yaşlı bir adamcağız. O kadar
zayıf ve nahifti ki, konuşurken bile zorlanıyordu sanki. Son derece saygılı ve
kibardı. Buyur ettim, hal hatır sordum. Şeker hastasıymış ve yılda
bir iki kez İstanbul'a tedavi amacıyla geliyormuş. Sivas'ın Koyulhisar
ilçesinin bir köyündenmiş. Bana dedi ki, " ilk sayısından beri derginizi
izliyorum. Buradaki hemşehrilerimden rica etmiştim. Fakat yeterince
ilgilenmedikleri için bazı sayılarınızı elde edemedim. Mümkünse bana,
bende eksik olan sayılarınızdan verebilir misiniz?" "Elbette dedim!"
Kalktım, kendi elimle mevcut sayılardan elimizin altında ne kadar varsa
hepsinden birer tane seçip ayırdım ve kendisine verdim. Yine de eksik sayılarını
tamamlamak mümkün olmadı. Verdiğim dergilerin parasını ödemek istedi.
Ben, "hayır! para istemez; bunlar bizim armağanımız!" dedikçe; o, ısrarla
ve çok mahcup bir edayla para vermek isteğinde diretti. Uzun bir süre
çekiştikten sonra, yine de bu durumdan ötürü çok mahcup olduğunu anladığım bir ruh
haleti içinde zorla kabul etti.

Aradan bir yıl kadar bir zaman geçti. Bu kişi tekrar ziyaretimize
geldi. Ancak bu kez, sanki bizim parasını almadan kendisine verdiğimiz,
(armağan ettiğimiz) dergilerden ötürü bize -en azından manevi anlamda
borçlu kalmamak gibi ince bir düşüncenin eseri olduğunu tahmin ettiğim büyük
bir incelikle- "Yeni Hayat'a Eski Notlar!" başlığıyla yazdığı on sayfadan artık bir yazıyla
geldi. Kendisinin daktilo ile yazmış olduğu anlaşılan bu notlara - bütün
ısrarlarıma rağmen beni meşgul ettiği düşüncesiyle fazla oturmamaya
da özen gösterdiği için- o gittikten sonra şöyle bir göz attım. Aman
Allah'ım! Bütün sayılarımızı tek tek taramış ve ancak en titiz bir musahhihin
yapabileceği ölçüde, dergide çıkmış yazıların Türkçenin imlasına ve gramerine
aykırı bulduğu yanlışlarını sayıp dökmüş. Bununla da yetinmemiş. Dergideki
yazılarda adı geçen kişilerle ilgili biyografik bilgiler de vermiş ki, aramaya
kalksanız hiçbir yerde bulamayacağınız türden. Söz gelimi, 1928 yılında
Resimli Ay dergisinde çıkmış yazılar gibi. Bunlar arasında bir başka
misal olmak üzere belirtmeliyim. Bir yazımızda sözünü ettiğimiz Tansu
Çiller'le ilgili ek bilgilerin yanında, onun Robert Kolej yıllığındaki resmi ve
kendisiyle ilgili sayfa da "Yeni Hayat'a Eski Notlar" yazısına
ekliydi.

Geçen yıl yine geldi. Çok iyi hatırlıyorum. 2000/Haziran sayımız yeni
çıkmıştı. Ne var ki, dizgisine ve düzeltmelerine onca özenmemize
rağmen, Mckintosh markalı bilgisayarında çıkan arıza üzerine, bizim
düzeltmelerimizi yanlış okuyan makinaya, bir de İletişim Fakültesi mezunu dizgici
arkadaşın cehaletini eklerseniz, sonuç bir facia olur. Düzelttiğimiz
metinlerdeki bir çok yerde makinanın yuttuğu veya yanlış algıladığı harfleri kendi
kafasana göre düzelten - ki biz son düzeltmeleri yaptığımız sanısıyla baskıyı
bekliyoruz- arkadaşın kurbanıyız. Tabii sayı baskıdan çıkıp elimize
gelince hırsımızdan saçımızı başımızı yolduk, ama ne fayda. İşte sözünü
ettiğim kişi, tam o sırada geldi; yeni çıkmış sayıyı eline aldı, şöyle bir
göz gezdirdi. En arka sayfanın iç kapağında Atatürk'ün bir sözü yer
alıyordu ve kaynak olarak da Tevfik Bıyıklıoğlu'nun bir eseri verilmişti. Ancak
biraz önce sözünü ettiğim yanlışlıkların ve azizliklerin kurbanı olan bu
kişinin adı, İletişim Fakültesi mezunu arkadaşın müthiş öngörüsü
sayesinde "Tevfik Büyükoğlu" diye çıkmıştı. Dedi ki: " Yani pes! Bu adamın soyadıyla bir
sorunu vardı zaten! Önce Bıyıktay idi, sonra Bıyıkoğlu yaptı, olmadı
Bıyıklıoğlu diye değiştirdi. Siz de Büyükoğlu yaptınız. Tüy diktiniz!
Kanım dondu. O kadar duygulandım ki; anlatamam. "Mustafa Bey !"
dedim. Adı bu. "Sizin tahsiliniz nedir?" Cevap ne olsa beğenirsiniz?
"İlkokul mezunuyum!" Ona şöyle dedim: "Senin heykelini bütün Üniversitelerin önüne dikmek
gerek!"

Kimse üzerine alınmasın ama; bugün her biri çapına göre, ilk, orta ve
lise dengi birer yüksek okul haline gelmiş bulunan Üniversitelerimiz ile
onların akademik unvanlarına bir şekilde sahip olmuş bulunan mensuplarına ithaf olunur!

Saygılarımla!

Hanifi Atlaş


KAHRAMANLAR VE SIFIRLAR

Despotların, yani kahramanların, kullanmakta bazan tereddüt etseler
dahi bütünüyle vazgeçmedikleri tek şey, aniden verdikleri kitlesel
ölüm emirleridir. Bir savaş başlatırlar ve insanları öldürmeleri
gereken yerlere yollarlar. Ama gönderdiklerinin çoğunun, savaş
alanlarında öleceklerini bilseler de bundan pişmanlık duymazlar.
Onlar için önemli olan zaten yalnızca düşmanlarının ölmesi değil,
kendisi için dövüşenlerin de ölmesidir. Zaten aynı nedenle onların
adı despottur. Bu bakımdan, eğer böyle devam ederse George W.
Bush'un, Usame Bin Ladin ya da Taliban'dan farkı kalmayacak.

Gazetelerde okuyup televizyonlarda izleyince de algılıyorsunuz ama
kendinizin ya da bir yakınınızın yanı başına gelince algılama
pencereleriniz daha da açılıyor. Olayın ciddiyeti tüm çıplaklığıyla
karşınıza geçmiş ve size sırıtırak bakmakta oluyor.

ABD'nin bir küçük kentinde yaşayan dostlarımdan biriyle telefonda
konuştum. Onların(karı koca) sarışın ve açık tenli olmaları biraz
olsun içimi ferahlatıyor şimdi. Çünkü buna rağmen gittikleri
toplantılarda çevrelerindeki Amerikalılar onlara "Siz de
Müslümansınız değil mi?" şeklinde sorular yöneltmiş. Arkadaşım bunu
bana aktarırken, soru karşısında kıpkırmızı kesildiğini söylüyor.
Bulundukları kentte iki caminin kundaklanmış olması korkularını biraz
daha artırıyor. Özellikle Ortadoğu kökenli, esmer renkli kişiler,
başı örtülü kadınlar evlerinden dışarı çıkamıyorlarmış.

Bu bir sonuç. Belki de başlangıç, kimbilir? Suçlamak ise her şeyden
kolay. ABD vatandaşlarını "Ne kadar cahiller, olan biteni
göremiyorlar" diye alaya alıp, aşağılayabilirsiniz de. Hayat
Amerikalılar için de hiç kolay değil. Düşünün, onlar artık,
duydukları "sızı" tarafından yönetiliyor, aşırı uçlara taşınıyor ve
sürekli olarak kendilerini tehdit altında hissettikleri için tehdit
ediyorlar. Çünkü başlarının üzerinde sallanan gerçek tehdidin ölüm
olduğunu düşünmek, onları insani kavrayışlardan giderek
uzaklaştırıyor.

CNN'de yayınlanan görüntülerdeki zılgıt çeken Filistinli kadın (Daha
hala tartışmalı da olsa) gözümün önüne geliyor. Yıllardır yaşadıkları
ve yalnızca kendilerine ait olduğunu iddia ettikleri coğrafyada acı
çeken insanları anlamaya çalışıyorum. Başka bölgelerde aynı duyguları
paylaşanları da. Onlar kendilerince isyan ettiler. Aralarından
kimileri çeşitli uluslararası çıkar çevreleriyle işbirliği yaparak
terörü seçtiler. Bu isyanda akıl yoktu, bilim yoktu ve doğal olarak
zemin ayaklarının altından hızla kaydı. Kahramanlarına ve putlarına
kızamadılar. Kızamıyorlar. Yaraları çok derinde. Korkuyorlar. Çünkü
mantık öncesi düşünce biçimlerine dayalı olan ilkellerin dillerinde,
dilsel tabular, bütün kutsal ve "tehlikeli" şeylerin adlarının
anılmasını yasaklıyor. Bunlar kullanılmakta olan dillerde de birçok
iz bırakmıştır. Fransız dilinde KAHRAMANLAR(Les heros=lezero) sözcüğü
ile SIFIRLAR(Les zeros=lezero) sözcüğünün aynı şekilde okunması,
belki de ilkellerin kahraman bellediklerine tapınmalarını, onları
sorgulamamalarını ti'ye alıyor. Belki de bu "ilahi" tesadüf, kahraman
olmaya soyunanlarla onlara tapınanlar arasındaki ensesti dışavuruyor.

Her iki taraf da kendi içlerinde despot yaratıyor süreç içinde.
Birinin insanlık dışı Taliban'ı, Suudi'si, Hamas'ı, Hizbullah'ı ve
Usame Bin Ladin'i var, diğerinin her türlü cinai komployu gözünü
kırpmadan yapan CIA'i, Pentagon'u... ABD'de yeni yönetimin yüz yıldan
beri kazanılmış her türlü demokratik hakkı birkaç gün içinde ortadan
kaldırmayı başarabilecek duruma gelmesi, George Bush'un Clinton'u
televizyonlara çıkardı diye TV istasyonlarını tehdit etmesi, yeni
despotizmin başlangıcı olarak görülebilir.

Canetti "Düşünmek ısrar etmektir" der. Bu yüzden, biraz da onun
öğretilerine dönüp şu satırları okuyalım:

"Despotlar, kendi içlerindeki kötü niyetin her zaman farkındadırlar
ve bu yüzden de kötü niyetli değillermiş gibi davranmak
zorundadırlar. Ama herkesi böyle kandıramazlar. İktidar sahibi olmayı
arzulayan despotun iktidarını kabul etmeyen başkaları hep vardır.
Despot bunlara karşı her zaman tetiktedir, çünkü onun için potansiyel
bir tehlike oluştururlar. Hep karşılarındakinin MASKESİ'ni yırtmaya
çalışır despot. Çünkü amacı esasında kendi içinde var olan kötü
niyeti o MASKENİN ARKASINDA bulacağı ÜMİDİDİR. Ve despotlar,
haklarından gelen, kendisinin zorlamadığı tüm dönüşümlerden de nefret
eder."

İşte bu despotlar(Kahraman diye de okuyabilirsiniz), yukarıya hızla
tırmandıkları ve arkalarında halk desteği de olmadığı için
despotturlar. Bu yüzden de düşmanlarının yarattığı tehlikeyle karşı
karşıya olsun ya da olmasın kendilerini daima tehdit altında
hissederler. Kullanmakta bazan tereddüt etseler dahi bütünüyle
vazgeçmedikleri tek şey, aniden verdikleri kitlesel ölüm emirleridir.
Bir savaş başlatırlar ve insanları öldürmeleri gereken yerlere
yollarlar. Ama gönderdiklerinin çoğunun, savaş alanlarında
öleceklerini bilseler de bundan pişmanlık duymazlar. Onlar için
önemli olan zaten yalnızca düşmanlarının ölmesi değil, onun için
dövüşenlerin de ölmesidir. Zaten aynı nedenle onların adı despottur.
Bu bakımdan, eğer böyle devam ederse George W. Bush'un Usame Bin
Ladin ya da Taliban'dan farkı kalmayacak.

Sonuçta, bir isyan başarısızsa, masum insanlar savaş tanrılarına
kurban verilmişse, insanların sızı duymaları olağandır. Çok derinde
ve içgüdüseldir bu sızı. Bu sebeple halk toplulukları kitle oldukları
zamanı hatırlarlar. Böylece, bir süre için o sızıdan kurtulduklarını
sanırlar, nostaljiyle. Gerçeği kavramaları için ise zamana, sorulara
yanıt aramaya ihtiyaçları vardır. Amerikan halkının durumu şu anda
bu. Umuyorum ki yeni despotlar bu olağan dışı psikolojik travmadan
daha fazla istifade etmeye kalkışmazlar.




Ahmed ŞAHİN
Hizmet eden misiniz, yoksa edilen mi?

Mühim, hatta müthiş bir soru: Siz hizmet eden misiniz,
yoksa hizmet edilen mi? Evet, cevabını istediğimiz
soru budur. Lütfen söyleyin Hizmet eden misiniz, yoksa
hizmet edilen mi? Hangisinden zevk alıyor, mutluluk
duyuyorsunuz?

Yoksa, ben büyük adamım, hizmet küçüklerin işidir. Ben
hizmet etmem, bana hizmet edilir diyenlerden misiniz?
Hizmet edenlerin karşısına geçip seyirci kalanlardan
mı oluyorsunuz? Kendinizi kontrol ettiniz mi hiç?
Yeriniz, rolünüz hangisinin yanında ve içinde? Hizmet
edenlerin mi, yoksa edilenlerin mi içindesiniz?

İsterseniz bir de Allah Resulü Efendimiz (sas)'e
bakalım. Hizmet edenlerin mi, yoksa edilenlerin mi
içinde olmayı tercih etmektedir görelim.

Bir savaş dönüşünde mola verilmiş, öğle yemeği
hazırlamak isteyen ashab kesecekleri koyunun hizmetini
konuşuyorlar.

Biri, ben koyunu getireyim, öteki ben de keseyim, bir
başkası da et hazırlamada görev alayım, derken Allah
Resulü de oturduğu yerden kalkıyor ve şöyle diyor:

Ben de ötelerden odun toplayıp da ateşi yakayım.

Diyorlar ki:

Haşa, yâ Resulallah! Siz oturun, biz hizmetin hepsini
de yapar huzurunuza getiririz!

Şöyle buyuruyor Allah Resulü:

Bilirim ki siz bütün hizmeti yapar, ayağıma
getirirsiniz. Ancak ben başkaları hizmet ederken,
seyirci kalmak istemem. Ben de hizmet edenler arasında
yerimi almayı tercih ederim. Seyirci kalmak bana ağır
gelir. Hizmet etmek mutluluk verir.

İşte Allah Resulü hizmet edilen değil de eden olmayı
böyle tercih ediyor, tüketen değil de üretenden olmayı
böyle ibretimize sunmuş oluyor.

Nitekim bir adam hakkında konuşulurken biri şöyle
bağladı sohbeti. Dedi ki:

Ben onunla hacca gittim, çok ibadet eden birisidir.
Her konaklamada hemen namaza durur, çok ibadet ederdi.

Efendimiz şöyle sordu:

Her konaklamada ibadet ederdi de devesinin yemini,
suyunu kim verir, kendisinin hizmetini kim yapardı?

Dedi ki:

Hizmetini biz yapardık.

Efendimiz burada da tarihî sözünü şöyle söyledi:

Demek ki siz ondan çok ibadet etmişsiniz! Çünkü o,
hizmet edilenlerden olmuş, siz ise hizmet edenlerden.

Bu konuda en çarpıcı bir misal de meşhur Bağdat vaizi
Yahya bin Muaz'ın kardeşine söylediklerinde. Mekke'de
mücavir kalan kardeşi gönderdiği mektubunda der ki:

Mekke'de durumum çok iyi. Bir de hizmetçim var, bana
çok iyi hizmette bulunuyor.

Hicri 235'in ünlü vaizi kardeşine gönderdiği cevabında
şöyle ikazda bulunur:

Hizmet edilen olmakla iftihar etme de hizmet eden
olmakla iftihar et. Zira hizmet edilmek Allah'a
mahsustur. Hizmet etmek de kula mahsustur. Sen Allah'a
mahsus sıfatla muttasıf olmayı düşünme de kula ait
sıfatla muttasıf olmaya çalış.

Misalleri burada kesiyor, kendimize sorular soruyoruz.

Bizim halimiz nasıl, durumumuz nedir? Hizmet etmeyi mi
tercih ediyoruz, yoksa hizmet edilmeyi mi? Allah'a
mahsus sıfat mı, yoksa kula mahsus sıfat mı?

Diyelim ki çevremizde maddeten, manen hizmete ihtiyaç
vardır. Bizim durumumuz nedir bu konuda? Bunları hep
başkaları yapacak, hizmet onların borcu, bizim değil,
der gibi bir ilgisizlik içinde miyiz?

Yoksa biz de, karınca kararınca ya fiilen, ya fikren
hizmetin ucundan bucağından tutmaya çalışıyor, hizmet
edilen değil de eden makamına mı yükselmeyi tercih
ediyoruz?

Bence bu konu düşünmeye değer. İsterseniz siz de bir
düşünün.

Hizmet edenlerden misiniz, yoksa edilenlerden mi?

Seyredenlerden misiniz, yoksa yük altına girip omuz
verenlerden mi?

Yoksa size hep hizmet edilmeli, siz hiç hizmet
etmemeli misiniz, sizin böyle bir ayrıcalığınız mı
var? Allah'ın özel kulu musunuz? Gelin biraz
düşünelim.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder