14 Ekim 2014 Salı

İSMAİL SAİB SENCER


İSMAİL SAİB SENCER

(1873-1940) Son dönem âlim ve hâfız-ı kütüblerinden.

31. Ocak 1873'te Erzurum'da doğdu. Babası Erzurumlu Hacı Kurbanzâde Bin­başı Mehmed Şevki Bey'dir. Küçük yaşta İstanbul'a gitti, burada Esekapısı İbrahim Paşa İbtidâî Mektebi'ni ve Koca Mustafa Paşa Askerî Rüşdiyesi'ni bitirdi (1887). Fâ­tih dersiamı Arapkirli Abbas Şükrü Efendi ile Süleymaniye dersiamı Ferhad Efendi'-den dinî ilimlerde icazetname aldı. Tıbb-ı atîk, müfredât-ı tıb, teşrih ve biyoloji gi­bi ilimlerle de meşgul oldu. Ayrıca ecza­cılık ve hukuk mekteplerinde bazı ders­lere dinleyici olarak katıldı. Maarif Nezâreti'nin açmış olduğu imtihanı kazanarak Beyazıt Umumi Kütüphanesi'nde ikinci hâfız-ı kütüblüğe tayin edildi (15 Eylül 1897). Bu arada medreseyi de bitiren İs­mail Saib Efendi Beyazıt dersiâmtığı unvamnı aldı (24 Mayıs 1902) ve 1903 Mar­tından itibaren Beyazıt Camii'nde ders vermeye başladı.

1908'de ibtidâ-i hâriç derecesiyle Mu­harrem Efendi Medresesi ikinci müder­risliği Arap edebiyatı hocalığına tayin edil­di.[Sadece kayıtlı kullanıcılar bağlantıları görebilir. ] 1911 yılın­da Sinan Paşa Medresesi'nde Arapça ho­calığına, 1914"te Dârü'l-hilâfeti'l-aliyye Medresesi kısm-i âlî Arap edebiyatı mü­derrisliğine getirildi.[Sadece kayıtlı kullanıcılar bağlantıları görebilir. ] Be­yazıt Umumi Kütüphanesİ'nin ilk müdürü Tahsin Efendi'nin ölümünden sonra bu­ranın birinci hâfız-ı kütübü (müdür) oldu (19AraIık 19I6). 1916-1918 ve 1922-1923 yıllarında muhatap olaraK huzur dersle­rine katıldı. 1919'da Süleymaniye Medre­sesi'nde kelâm müderrisliği, 1921-1925 yıllarında Darülfünun Edebiyat Fakülte-si'nde Arap edebiyatı hocalığı, bir süre de Soğukçeşme Askerî Rüşdiyesi'nde Arap­ça hocalığı yaptı. Yakınında bulunanların ifadesine göre. 1925'ten sonra şapka gi­yilmesi hakkındaki kanun üzerine "taas­subundan değil prensiplerinden fedakâr­lık yapmamak uğruna [Sadece kayıtlı kullanıcılar bağlantıları görebilir. ] dışarıdaki görevlerinden ayrılarak Beyazıt Umumi Kütüphanesi'ne çekildi. Burada kitaplar, kütüphaneye gelen araştırmacılar ve bakımını üstlen­diği çok sayıda kedi arasında kendine has bir hayat düzeni içinde yaşadı. Kırk yılı aşkın bir süre çalıştığı Beyazıt Umumi Kütüphanesi'nden 1939 yılı sonlarında emekJi olunca İbnülemin Mahmud Ke­mal'le beraber Kütüphaneler Tasnif İş­leri, ardından İslâm Ansiklopedisi ilmî müşavirliğinde bulundu. Bu sırada ken­disine Lâleli'de Râgıb Paşa Kütüphanesi'-nin girişindeki ilkokulun bir odası İkamet­gâh olarak verildi. 22 Mart 1940'ta vefat etti, Merkez Efendi Camii'nin kıble tara­fındaki aile kabristanına defnedildi.
Arapça ve Farsça'dan başka Fransızca ve Almanca bilen, bir ölçüde Grekçe ve Latince'yi de anlayan İsmail Saib, bunun yanında on binlerce kitabı tanıyan çok ge­niş bir hafızaya sahip olması dolayısıyla çağdaşları olan yerli ve yabancı bilginlerce "ayaklı kütüphane", "fihrist-i ulûm", "canlı bibliyografya" ve "çağının Câhîz'i" gibi sıfatlara lâyık görülmüştür. Ayrıca es­ki müelliflerin yazılarını tanımada, yaz­maların bozuk bölümlerini bile kolayca okumada, gördüğü bir yazıdan metnin hangi yüzyıla ve hangi hattata ait oldu­ğunu tahmin etmede üstün bir kabiliye­ti vardı. Melâmîmeşrep, sakin tabiatlı, nazik bir insan olan İsmail Saib kendisine başvuran kişilerden bilgisini esirgemezdi.

Hayatı boyunca Türk-İslâm kültürünü tanıtmak için gayret sarfeden İsmail Sa-ib'in kendi döneminde Doğu'da ve Batf-da yazılan ilahiyat, edebiyat, tarih, felse­fe, riyaziye ve tıp tarihiyle ilgili bazı eser­lerin vücuda gelmesinde doğru'dan veya dolaylı olarak yardımları olmuştur. Deği­şik ülkelerden şarkiyatçılar ve müslüman âlimler kendisini sık sık ziyaret edip bilgi­sine başvururlardı. Mehmet Ali Ayni, Ab-dülaziz Mecdi Tolun, Şerefettin Yaltkaya, Kilisli Rifat Bilge, M. Fuad Köprülü, Os­man Nuri Ergin, Mehmed Akif Ersoy, Yahya Kemal Beyatlı. Hasan Basri Çan-. tay, İbnülemin Mahmud Kemal, İsmail Hami Danişmend. Muallim Cevdet İnançalp, İsmail Hakkı Uzunçarşılı, Abdülba-ki Gölpınarlı, Ahmet Süheyl Ünver, Oskar Rescher, Louis Massignon ve Helmuth von Ritter gibi ilim ve edebiyat adamları İsmail Saib Efendi'den büyük ölçüde isti­fade etmişlerdir.

İsmail Saib'in eser vermemesi konu­sunda çeşitli yorumlar ve eleştiriler ya­pılmıştır. Bazıları onun malumat furuşluk yaptığını, aslında "ayaklı kütüphane" tipi âlimler devrinin kapandığını öne sü­rerken ölümünden sonra hakkında iki makale yazan Oskar Rescher, İslâm bilimi alanındaki tümelci yaklaşımına dikkat çe­kerek Câhiz tarzındaki bu çok yönlülüğü­nün onu ilim uğruna çalışanlar için eşsiz bir cazibe merkezi haline getirdiğini, an­cak bu özelliğinin kendisinde eser yazdır­mayan bir kuvvet dağılmasına da sebep teşkil ettiğini belirtmiştir. Ayrıca bu tav­rın bir yaşama tarzı olarak benimsediği sûfî anlayışından kaynaklandığını, bilgisi­ni ortaya koyarak bir ad yapma İsteğinin bulunmadığını ifade etmiştir. Abdülbaki Gölpınarlı da tarikat bakımından Mevle­vi, meşrep itibariyle Melâmî-Hamzavî ol­duğunu ve devrin Hamzavî kutbu Seyyid Abdülkâdir-i Belhî'ye bağlı bulunduğunu söyler.

İsmail Saib'in, Keşfü'z-zunûn'un ken­disinde bulunan nüshasının kenarlarına kaydettiği Önemli zeyilleri vardır. Eserin 1941 basımı hazırlanırken bu zeyillerin dikkate alındığı belirtilmekteyse de [Sadece kayıtlı kullanıcılar bağlantıları görebilir. ] düşü­nüldüğü şekilde asıl metne ek olarak ba­sımının gerçekleşmediği anlaşılmaktadır.[Sadece kayıtlı kullanıcılar bağlantıları görebilir. ] Bursalı Mehmed Tâhir'in Osmanlı Müelliflerini kaleme alırken İsmail Saib'den çok yararlandığı ve Süheyl Ünver'in 1933'te açılan Tıp Ta­rihi Enstitüsü'ndeki çalışmalarına katkı­da bulunduğu da bilinmektedir. İsmail Saib Sencer'in şahsî kütüphanesindeki kitapları Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi Kütüphanesi'nde kendi adını taşıyan bö­lümde muhafaza edilmektedir.

Bibliyografya :

"Memuriyet Sicil Evrakı", TTK Ktp., A. Sü­heyl Ünver, nr. 162; Keşfü'z-zunün, M. Şerefet­tin Yaltkaya'nın girişi, s. 12-13; llmiyye Salnâ-mesi,$. 128, 176; Ebül'ulâ Mardin. Huzur Ders­leri (nşr. İsmet Sungurbey), İstanbul 1966, H-lll, 987-1047; O. Rescher, "Hoca İsmail Efendi'nin Günlük Hayatından Anılar" (trc. İsmet Sungur­bey - Necla Sungurbey). a.e., s. 1010-1024; a.mlf., "İsmail Sâib, Hoca İsmail Efendi'nin Ölümü Dolayısiyle" (trc. İsmet Sungurbey), İş Mecmuası, sy. 23-24, İstanbul 1940, s. 159-165; Gövsa, Türk Meşhurları, s. 195; Muzaffer GöKmen, Kitaplar Arasında 44 Yit, İstanbul 1977, s. 123-133, 140; Beyazıt Devlet Kütüp­hanesi 100 Yaşında{haz. Hasan Duman), İstan­bul 1984, s. 49-51; A. Süheyl Ünver, "Beyazıt Devlet Kütüphanesi ve Gördüklerim", a.e., s. 69-74; a.mlf., "İsmail Sâib Efendi Hoca (1871-1940) ve Tıb Tarihimiz", Türk Tıb Tarihi Arkiüİ, N/6, İstanbul 1940, s. 145-151; Ahmed Güner Sayar, A. Süheyl ünuer: Hayatı, Şahsiyeti ue Eserleri, İstanbul 1994, s. 275-283; İsmail Hak­kı Uzunçarşılıoğlu, "Üstad İsmail Sâib Sencer", TTK Belletenin 3 (1940), s. 145-148; "Bir Bü­yük Âlimimizi Kaybettik, İsmail Sâib Sencer Dün Büyük Bir İhtifal ile Gömüldü", Vakit, XXlII/7974, İstanbul 24 Mart 1940, s. 1, 5; Vâlâ Nüreddih, "Âlim ile Haramiler Hikâyesi", Ak­şam, XXII/7994, İstanbul 26 Mart 1940, s. 3; Nusret Safa Coşkun. "Bizi Dünya Ayıplayacak-rır!", Son Posta, X/3469, İstanbul 27 Mart 1940, s. 1,8; a.mlf.. "Yazdığı Eserlere Başkalarının İmzalarını Atan Âlim", a.e., X/3470 (28 Mart 1940), s. 1,2; Ziyaeddîn Fahri [Fındıkoğlu], "Dört Ölüme Dair", Cumhuriyet, XV1/57O5, İstanbul 31 Mart 1940, s. 1,8; Abdülbaki Gökpınarlı. "Kaybettiğimiz Büyük Âlim İsmail Sâib", Vakit, XXIH/7990, İstanbul 9 Nisan 1940, s. 3, 4; Niya­zi Ahmet [Banoğlu], "İsmail Saip Hakkında Ya­zılanlar", a.e.,XXN[/7996(l5 Nisan 1940), s. 3; Avni Aktunç, "İsmail Saib Efendi", Yirminci Asır, sy. 26, İstanbui 1953, s. 17, 31; Hasan Duman, "İsmail Sencer'i Anarken", Türk Kütüphaneci­leri Derneği Bülteni, XXIX/3, Ankara 1980, s. 141-149; Ahmet Nezih Galitekin. "İsmail Sâib Sencer", Müteferrika, sy. 4, İstanbul 1994, s. 137-144.

Kaynak: http://www.tarihbilinci.com/forum/din/10574-ismail-saib-efendi


PROF. DR. ABDÜLBAKİ GÖLPINARLI ANLATIYOR:

*İsmail Saib Sencer’in ölümünün 40. Yılı dolayısıyla 1980’de Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nde düzenlenen anma gününde yapılan konuşmanın tam metni:

Böyle bir toplantıya geldiğiniz için hepinize ve böyle bir böyle bir toplantıyı meydana getirdikleri için, ibra ettikleri için diyeceğim, bilhassa Beyazıt Kütüphanesi Umumi Müdürü Beyefendiye hassaten şükranlarımı arz ettikten sonra merhum ve mağfur İsmail Saib Efendi hakkında bir iki söz söylemek küstahlığında bulunacağım. Küstahlığında bulunacağım diyorum çünkü hakikaten öyle bir âlimdi, öyle bir allameydi, öyle bir ucu sonu ve (…) bulunmayan denizdi ki bir bahr-i bi-gerandı ki ona karşı hakikaten ona dair söz söylemek dahi pek güç. İnsan adeta onu anlatırken kendisini tefsir etmiş olacağı için, utanıyorum ben.

Rahmetli üstadımız hakkında bilhassa en güzel, en geniş, en safih, en sağlam bilgiyi İsmet Sungurbey Huzur Dersleri’nde vermiş. Huzur Dersleri’nde merhumun gerek ilmi tebakkuru gerek maddi hayatı hakkında en safih, en dürüst, en yakine yakın malumatı bulacaksınız, onu tavsiye ederim. Bendeniz bazı hususiyetlerinden bahsedeceğim ancak rahmetlinin.

Erzurum’da doğan, İstanbul’da tahsilini bitiren, ondan sonra ihtisasını gene İstanbul’da yapan, en sonunda da İstanbul Darülfünunu Edebiyat Medresesi Edebiyat-ı Arabiyye derslerine müderris tayin edilen Saib Efendi. Üniversite değildi o vakit, Darülfünunu Osmani idi. Prof tabiri yoktu o vakit, müderrislik tabiri vardı. Edebiyat-ı arabiye dersi, onun müderrisliğine tayin edilen İsmail Saib Efendi 1925 yılına kadar bu hizmeti devam ettirdi. Huzur Dersleri’nde muhataplık payesini idrak etmiştir. Kendisinin Arapça bilgisi hakikaten vasi idi, o kadar vasi idi ki Edebiyat-ı Arabiye ile meşgul olanlar bunların içinde gerçekten Edebiyat-ı Arabiye de yani şimdiki tabiriyle Arap Edebiyatında, Arap Edebiyatı’nın her sahasında, cahiliye devrinde, İslamda bu edebiyatı en iyi bilen Arap alimleri dahi kendilerine gelirler, herhangi bir bahiste en ince noktayı ancak ondan istifade ile maksatlarına nail olurlardı. Arapçayı bu kadar iyi bilen üstat aynı zamanda Farsça’da da gerçekten bir mütehabbirdi. Ayrıca Fransızca bildiğini, Almanca bildiğini, İtalyanca biraz tefehhüm ettiğini ve tekellüm edebildiğini, Latinceye vukufu olduğunu söylerler. Bütün bunlardan başka rahmetli, Türk tıbb-ı Atika eski tıbba ve yeni tıbba ve eczacılığa da bir aralık kol atmış, onlardan da behreyab olmuştur.

Bütün bunlar zahiri bilgileri. Hafızaya gelince, şimdi bir acaib laf söylüyorlar bellek mellek diyorlar neyse bilmiyorum ben onları. Hafızaya gelince; hafızasına hayran olmamanın imkan ve ihtimali yoktu, hemen hemen her tez yapan üniversite, yani o zamanın tabiriyle edebiyat mederesesi yahut felsefe kısmına mensup her tez yapan şakirt gelir kendisinden mutlaka istifade ederdi. İstifademiz şöyle olurdu: ben başımdan geçen bir vakayı anlatacağım. Kendilerine geldim, bir yerde bir bahis görmüştüm, filan kitapta. –fazla açmıyorum kısa kesmek için-. Filan kitapta şöyle bir bahis gördüm, filan kişi filan müellif yazmış, siz ne buyurursunuz dedim. Bana cevapları şu oldu ondan evvel, -gayet hafif konuşurlardı, gayet hafik konuşurlardı- ondan evvel filan kitapta ondan daha evvel de diğer kitapta buna dair bir bahis vardır, zannedersem o kitap Mısır’da 1250 tarihlerinde basılmıştır, eğer hafızam beni aldatmıyorsa 56. Sahifenin ortalarına doğru o bahis başlar. Hafıza böyle idi ve hakikaten hiçbir suretle hafızasının yanıldığına şahit olan, yanıldığını bilen, yanıldığına dair bir şey nakleden birine rastlamadım. İlmi anlayışları harikuladeydi. İslam felsefesi’ni, Yunan, Hint, İran, Roma ve Bizans felsefeleri ile tam olarak karşılaştırabilen, herhangi bir bahsi İslami bakımdan her mezhebin, her taifenin, her fıkranın reilerine göre izah eden ve ondan sonra o izahının neticesinde sorduğunuz bahsi Kuran’a ve Hadis’e tatbik ederek en güzel re’iyi veren adeta bir müctehid’di. Tevazularına gelince; O’nu anlatmama imkan ve ihtimal yok, en yakınlarından ve kendilerine perestiş edercesine alaki-yi maneviyen olan birisi olmak sıfatı ile bir kere dahi mübarek ellerini öpmek nasip olmadı. Her defasında ellerine varırdım, çekerdi her defasında. Bir gün ısrar ile elini tuttum üstadın, o çekti ben çektim, fena halde canları sıkılmış olacak ki al dediler ayaklarını uzattılar, güldüm. Oldu mu dediler, oldu efendim dedim. Bu kadar mütevazı idiler, herhangi bir ilmi bahsi kendilerine soran kişiye her hususta istifade bahş malumatı verirler, filan kitapta, diğer kitapta, Avrupa’da filan kişinin bastırdığı filan kitabın zannıma göre hafif sesleriyle zannıma göre filan sayfasında buna dair malumat vardır. Not tutarsınız. Giderken isminizle sizi çağırır, lütfen gelir misiniz, gelirsiniz, bahsettiğiniz şeyleri, bahsettiğim şeyleri yazarken lütfen benim adımı anmayın. Efendim olur mu, rica ederim. Hayır, aksi takdirde çok fena müteessir olurum, müteezzi olurum, kırılırım, yemin edin. Çok defa yemin ettirirler. Ve ondan sonra hadi öyleyse git derlerdi.

Bazen, bu bahsetmek hususundaki sözü daha evvel, yani bilgi vermeden evvel alırlardı. Tevazularının, keremlerinin haddi ve nihayeti yoktu. Bir küçük misal olarak her ikisini de hayırla anmak suretiyle arz edeceğim. Bu kütüphanede bir memur vardı, adı Ebul Hayr Efendi idi. Biz ona Ebul Şer Efendi derdik. Hocamız hakkında bazı teferrühlerde bulunmuşlar. Halbuki, tekaüdiye müddeti dolmuştu Hazretin, tekaüdiye müddetinden sonra kanun mucibinde 5 sene midir 3 sene midir ne kadardır bir kere temdit edilir, bir daha müracaat edilirse bir daha temdit edilirdi. Bilmiyorum hala öyle midir kanun, onları yaptıran İsmail Saib Efendi Hazretleri idi. Böyle iki kere kendisinin teksüdüyesini temdit ettirdiği halde İsmail Saib Efendi’nin aleyhinde bazı sözler söylemiş ve çok çirkin sözler söylemiş. O zamanın Maarif Vekili de pek o kadar İsmail Saib Efendiyi anlayacak bir zat-ı ali-kadr değilmiş anlaşılan. Büyük bir tesadüf-i hasene (güzel bir tesadüf) Ali Canip Bey rahmetullahi aleyhe, yahu, böyle böyle bir adam varmış, şöyleymiş böyleymiş diye açıyor. Ali Bey kendisi anlatıyor bunu. Fena halde müteessir oldum, dedim ki diyor, bilmiyorsunuz siz onu. O zat bütün dünyanın tanıdığı bir zattır. Avrupalılar ona müracaat ederler. Müsteşrikler onu baş tacı ederler hatta müsteşriklerden herhangi birisi bir meselede bir neticeye varsa, ilmi bir neticeye varsa, o ilmi neticenin aksini, İsmail Saib Efendi buna muarız şey söylüyor diye aksini söylerse mademki öyledir, ben bilmiyorum, mutlaka onunki doğrudur diye kani olurlar, bu kadar büyük bir adamdır O, diyor. Böyle bir şey olmaz. Şaşırdı, diyor vekil, öyleyse sen takip et bunu diyor. Ben geldim, hoca efendiye girdim, oturdum hal hatır sordum, ondan sonra kemel-i edeple, utanarak efendim dedim diyor, böyle böyle bir şey olmuş. Bendeniz yazdım, böyle bir şey vaki değildir dedim, izaha da hiç lüzum yok, yalnız bir imza rica edeceğim şu kağıda dedim diyor. Kağıdı uzattım imza ettiler fakat çok müteessir oldular diyor ve bir müddet sükut ile oturduk ikimiz de, bir beş dakika sukuttan sonra izhar ettikleri teessürün ifadesi şu oldu diyor: Mübarek sağ ellerinin sırtı ile dizlerine vurarak, ilahi Ebul Hayr Efendi. Bu kadar. Tevazuları ve keremleri bu derece idi.

Bahi mübarek-i ramazanda kütüphane tatil olduktan sonra bizzat kendisi pişirdiği yemekleri; Beyazıt Meydanında toplanırlardı ne kadar fukara varsa, affedersiniz, kimisi kel, kimisi kör, kimisi diğer bir illete müptela, hepsi birer birer içeriye girerler, arkada onlar için hazırlanmıştır yemek, bizzat kendileri elleriyle yemekleri onlara tevzi ederek ekmeklerini körlerin bizzat kopararak önlerine koyup, ellerine vererek hizmet ederler ve iftarları ancak buna mahsus, onlara mahsus idi. Kedileri çoktu, onları da merhameten beslerlerdi ama muhabbetleri de vardı kedilerle. Mesela bazen çok mühim bir iş için, bir sual için, ilmi bir sual için gittiğimiz vakit pek mütaassır vaziyette bu gün kalsın Abdülbaki oğlum cevabıyla karşılaşırdınız. Çünkü “Beyza” hasta. “Beyza” bir beyaz kedi idi ki bütün kedilerin anası, onun yüzünden kedi dolmuştu ve bu kedi istilasını rahmetli Osman Yaşar (Otmen Reşer) ki Onun yerine Ondan feyz almıştı. Onun yerine Üniversite de Edebiyat-ı Arabiyye müderrisi olmuştu. Osman Yaşar vefat ederken, ben Otman Reşer diye anmayacağım onu çünkü, bu Alman Yahudi’si vefat ederken, kendi kardeşini bizzat çağırıyor yanına, vefatından evvel diyor ki; benim mezarımı Seyit Nizam’ın karşı tarafında, ben aldım işte tapusu budur, mezarımda hazırdır kazdırdım, zinhar beni başka mezarlığa gömmeyin, ben Müslüman olarak ölüyorum ve Müslüman’ım. Ve oraya gömülüyor ve Onun için Otman Reşer değil Osman Yaşar rahmetullahi aleyh, bu zat Onun yerine gelmişti, O da aynı şeyi yürüttü. Bir uzun müddet kedileri besledi, buradaki kedileri aldı götürdü onlar çoğaldı, azaldı ve nihayet O da gitti, ve bilmem kediler şimdi nerdedir ne alemdedir, Allah onlara da saadet ve selamet nasib etsin. Hepsi merhametinden ve şefkatinden meydana gelmeydi.

Vefatları 1953 hicri hangi tarihe denk geliyor bilmiyorum. Vefatlarına dairde bir küçük hatıramı anlattıktan sonra sözü kesip ben de dinlemek istiyorum inşallah konuşmaları. Garip bir şeydi, o vakit ben Ankara Dil Tarih-Coğrafya Fakültesinde Farsça Edebiyatı tedris ediyordum. Bir gün kaldığım otel odasına geldim ve birden bire kendimden geçtim, bu garip bir haleti ruhiyedir. Belki içinizde ruh-şinas olanlar veyahut bu yola doğru icade-i fikretmek isteyenler var ise diye anlatıyorum bunu. Adeta nerede olduğumun farkında değildim, hemen yanımda bir talebe bulunmuş o gidiyor haber veriyor, fakülte doktoru geliyor, sürmenaj diyorlar ve derhal 20 gün izinle İstanbul’a, o akşam, trene bindiriyorlar ve geldim İstanbul’a. Gelir gelmez ilk işim, o vakit Sultanahmet’e doğru inerken Türbe’de sağ tarafta muayenehanesi vardı Dr.Süheyl Ünver Bey kardeşimin ki, bugün berhayat olan galiba tek aşinam ve yaşdaşım, öbürlerinin hepsini götürdük. Bilmiyorum biz ne vakit geleceğiz, bizi kim götürecek. Ve O’na gittim, dedim, doktor İzmit’e kadar bu vaziyette idim, İzmit’te kendime geldim. Onu bırak sen şimdi dedi, doğru İsmail Saib Efendiye git, son demlerinde dedi. Ben hemen oradan Cerrahpaşa’ya çıkan, Aksaray’dan Cerrahpaşa’ya çıkan yol, onun sağ tarafında kardeşlerinin evi, çünkü buradan teksüd olduktan sonra bir müddet burada kaldılar, bir müddet burada kaldıktan sonra ki o zaman Necati Lügal buraya müdür oldu. Bir müddet burada kaldıktan sonra onun biraz bu hale müteessir olduğunu anladılar. Maarif Vekili ve bilhassa Hasan Ali rahmetlik, Ragıp Paşa Kütüphanesi’ne verdiler, orayamemur ettiler, Ragıp Paşa Kütüphanesi’nde oturuyorlardı, orada hastalanmışlar ve kardeşlerinin evine götürmüşler. Ve gittim, garip bir iş, gider gitmez ben ihtizar haline gelmiş, başucuna oturdum. Kur’an istedi, Sureyi Yasin’i bitirmek üzereydim teslim oldu, gözlerini kapatmak, çenelerini bağlamak, ellerini yana almak fakire nasip oldu. Vefat ilalarını da gene acizane bu fakir yazdı ve hatta vefat ilanlarını şimdi tam hatırlamıyorum, aziz ve İsmet Sungur Bey, onu da Huzur Dersleri’ne almıştı. Vefat ilanlarında işte “vefat etmişlerdir, ebzalü’l-müteahhirin İsmail Saib Efendi vefat etmişlerdir. Sadef-i Şerifleri filan gün Beyazıt Camii Şerifinde kılınacak namazı müteakip Merkez Efendi Mezarlığı’nda defn edilecektir. Hak ehlibeyte mülhak eyleye.” Böyle bitiriyordum. Çünkü kendileri, kendilerine Melami derlerdi. Son Melamilerle hiçbir münasebeti yoktu Hazretin. Seyid Abdülkadiri Belhi’ye müntesiplerdi. Mevlevilikte de Osman Selahattin Efendi’ye intisap etmişler Ondan sikke-puş olmuşlardı. Onun için “Hak ehlibeyte mülhakeyleye” diye bitirmiştim. İhsan Bey bir gün gene Ankara’da Hazretten bahsedilirken “ne biçim bir intihal ilanıydı o, adeta bir tarikatı aliye tarafından yazılmış gibi.” Filan diye biraz çıkışır gibi söyleyince, “ben fakir yazdım efendim” dedim, onu, “öyle mi” dediler, “ne kadar güzeldi o kadar güzel yazmıştı ki” diye derhal tebdil ettiler. Çünkü maksadı mahsus ile söylenen söz, maksadı mahsus ile değiştirilir. Ben maksadı mahsus ile yazmadım ki. Ve vefatlarına tam tarih, yalnız İsmail eski yazı ile elifle, mimden sonra elifle olmak üzere,

“İlmü irfan gulşide bağded ni İsmail Saib” bu mısraı tarih düşmüştüm “ilim ve irfan İsmail Saib Efendi’nin defniyle yok oldu” burada hakikaten inşallah yok olmaz, bu, teessürümden söylenmiş bir söz.

Bu arada bir şeyi daha hatırlatıp keseceğim müsadenizle. Ali Canip Rahmetullahi aleyh beraber dönüyoruz, mezarlıktan artık, bundan sonra dedi artık ilmi bir müşgil meselemiz olursa soracak kimsemiz kalmadı, İsmail Saib Efendi’nin kabrinde murakebe tarikiyle bunu ancak halledeceğiz Ki bu da fevkalade güzel bir sözdür.

Müsaadenizle burada hürmetlerimi arz ederek ve merhumun hatırası için geldiğinize hassaten teşekkür ederek sözümü kesiyorum.

Kaynak: http://www.beyazitkutup.gov.tr/1486_PROF--DR--ABDULBAKI-GOLPINARLI*Ismail-Saib-Sencer%E2%80%99in-olumunun-40--Yili-dolayisiyla-1980%E2%80%99de-Beyazit-Devlet-Kutuphanesi%E2%80%99nde-duzenlenen-anma-gununde-yapilan-konusmanin-tam-metni--.html



Tarihçi Mehmet Serhan Tayşi, Milli Gençlik Dergisi’nin 1978 yılında yayınlanmış İsmail Sâib Sencer’e dair mühim bir makalesi.

 “Mevtü’l âlim ke mevti’l-âlem.” ( Hadis-i Şerif)

 Bir önceki yazımızda kaleme aldığımız büyük kütüphaneci, Şarkın kıymetli evladı, Yahya Kemal’in dediği gibi “Şark ercümend”i Ali Emiri Efendi’nin çağdaşı ve samimi dostu olan İsmail Sâib Efendi, kütüphanecilik ve kültür çevrelerinde “Bâyezid Kütüphanesi Hâfız-ı Kütübü” veya “ Ayaklı Kütüphane” İsmail Sâib Efendi diye tanınmaktadır. Kendisi, engin ilim ve eşsiz fazilet sahibi olması yanında, görülmemiş mahfiyyet içinde ilim âlemine yaptığı büyük hizmetleri ve sayısız âlimler yetiştirmiş bir kişi olarak da rahmetle ve saygıyla anılmaya değer bir âlim kütüphanecimizdir. Bu nur yüzlü yüce şahsiyet, aynı zamanda tasavvuf ve irfan vadisinin de “Zümrüt-ü Ankâ”sıdır. Kendisi melâmet yolunun erlerinden ve onların seçkinlerindendir.

Kendisinin fazlından, ilim ve irfanından faydalanan kişiler arasında doğuda ve batıda ilim yapmış sayısız ilim otoriteleri bulunmaktadır. Bir fikir vermesi açısından, Ord. Prof. Mehmed Fuâd Köprülü, Abdülbâki Gölpınarlı, Kilisli Rıfat Bilge, Muallim Cevdet, Osman Ergin, Yahya Kemal Beyâtlı, Mehmed Âkif Ersoy, tüm üniversite profesörleri, Eşref Edib, Hasan Basri Çantay, Yahudi asıllı olup, sırf İsmail Sâib Efendi’nin himmetini kazanmak, fazlından ve ilminden istifade için ismini “Osman” diye değiştiren, tüm ilmini kendisine borçlu olduğunu açıkça bildiren Prof. Osman Rescher ve yetişmesi Prof. Dr. Helmuth Van Ritther bu şahsiyetlerin başında gelenleridir.

Değerli Sahhaf Raif Yelkenci merhumun koleksiyonundan Ord. Prof. Dr. Süheyl Ünver’in (17 Haziran 1324) tarihli ve 2651 sayılı İsmail Sâib Efendi’nin mühür ve imzasını havi nüfus tezkiresi sureti ile yine İsmail Sâib Efendi’nin imzasını taşıyan hâl tercümesi evrâkına göre[1]; İsmail Sâib Efendi’nin babasının ismi Mehmed Şevki Bey, annesinin ismi Ayşe Hanım olup, (1289 h. / 1872 m.) tarihinde İstanbul’da doğduğu, babasının İstanbullu olduğu kayıtlıdır. Türk Meşhurları Ansiklopedisi müellifi İbrahim Alâeddin Gövsa da aynı görüştedir. [2]

Adı geçen kaynakta, İsmail Sâib Efendi’nin İstanbul’da Kocamustafapaşa semtinde doğup yaşadığı bildirilmektedir. Ord. Prof. İsmail Hâmi Danişmend, İsmail Sâib Efendi’yi Kastamonulu olarak gösterirken [3], değerli tarihçi Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı ise, babasının, dedesinin ve tüm ceddinin Arapgirli olduğunu ileri sürmektedir [4]. Ord. Prof. Ziyâeddin Fahri Fındıkoğlu ise, Arapgirli bir aileden olan yüzbaşı Mehmed Şevki Bey’in oğludur, demektedir [5]. İsmail Sâib Efendi’nin kardeşi Hasan Bey’in elindeki Mehmed Şevki Bey’e ait dua kitabında “1289 h. senesi Zilhiccesi’nin 2. Cuma günü saat 9’da mahdumum İsmail Sâib dünyaya teşrif etmiştir” diye bir kayıt konmuştur [6]. Yine aynı kayıtta “1288 Kanunsâni 19” tarihi ile “Dördüncü Ordu Seyyar Topçu Alayı Üçüncü Taburu Birinci Bölük Yüzbaşısı Cerrahpaşa Mahalleli Mehmed Şevki” tarzında bir ibareye de rastlanmaktadır.

İsmail Sâib Efendi’nin babası Mehmet Şevki Bey, 1285 h. de Erzurumlu Hacı Kurbanoğulları adlı asil bir ailenin kızı Ayşe Hanım’la ikinci defa evlenmiş ve bu evlilikten İsmail Sâib doğmuştur. Erzurum Lisesi eski tarih öğretmenlerinden Abdürrahim Şerif Beygu, eserine düştüğü kayda göre [7] ; İsmail Sâib’in babası Mehmed Şevki Bey’in Erzurum’un tanınmış ailelerinden Hacı Kurbanzadeler’den olduğunu, İsmail Sâib’in de Erzurum’da doğup orada büyüdüğünü açıklamakta ve eserlerinin hazırlanmasında hemşehrisi İsmail Sâib’den büyük yardım gördüğünü bildirmektedir [8]. Yine bu zatın kaydına göre, İsmail Sâib Efendi’nin küçük yaşta Erzurum’dan çıktığı ve gelip İstanbul’a yerleştikleri tezi pek geçerli olmamaktadır.

İsmail Sâib Efendi, kanaatimizce en doğru bir ifade ile, İstanbul’da doğmuş, ilk tahsilini Kocamustafapaşa Askeri Rüştiyesi’ni bitirmiştir. Ceddi Hacı Kurban ve onun çocukları ölümünden sonra esnaf reisi “Kıdve tü’l- ahiyeti’l- fityân, Ahı- Türk” olmuşlardır.

Abdülbaki Gölpınarlı, İsmail Sâib Efendi’yi Erzurumlu olarak kabul etmektedir. Kezâ Cemaleddin Server Revnâkoğlu da Erzurumlu olduğunda birleşir. Üstazımızın, 8 Şubat 1328 tarihli “İcâzetnâme” suretindeki hâl tercümesine göre, İstanbul Esekapusu İbrahimpaşa Mekteb-i İdâdisi ve sonra Kocamustafapaşa Askeri Rüşdiyesi’nde okuyup, 1304 h. de şehâdetname aldığını; Arapça, Farsça ve Şer’iyye tahsiline başlayarak, Fatih Camii dersiâmı Arapgirli Abbas Şükrü Efendi’den (9 Haziran 1312) tarihinde icâzetnâme ve Süleymaniye Camii dersiâmı Rizeli el-Hâc Ferhâd Efendi’den Buhari Şerif okuyup icâzetnâme aldığını; Arapça, Farsça, Türkçe ve Fransızca okuyup konuştuğunu biliyoruz. Sayın Abdülbaki Gölpınarlı ise, üstâzın Arapçasının fevkalade olduğunu, Farsçasının iyi olduğunu, Fransızca ve Almanca da bildiğini, hatta kendisine gelip müşküllerini soran Avrupalı şarkiyatçılara kendi lisanları ile hitap ettiğini; İstanbul Üniversitesi Merkez Kütüphanesi Müdürleri Fehmi E. Karatay ve halefî Nureddin Kalkandelen de üstâzın iyi derecede Grekçe ve Latince bildiğini bize haber vermektedirler.

İsmail Sâib Efendi, Maârif Nezâreti’nde imtihan vererek 1313 h. de Bâyezid Umumî Kütüphanesi 2. Hâfız-ı Kütüplüğüne atanmış, terfî ederek 1331 h. de 1. Hâfız-ı Kütüplüğe 1000 kuruş maaşla yükselmişti. 1318 h. de Dersiâm (Prof.) olmuş, Bâyezid Camii Hâfız-ı Kütübü olduğundan 1321 h. de bu camide tedrise başlamış ve yine aynı yıl 8. sınıftan müderris olmuştu. 1 Şaban 1326 h. de İstanbul rüûsu Hümâyunu’nu İbtida-i Hâric derecesiyle Muharrem Efendi Medresesi’ne 2. müderris olarak Arapça hocalığına tâyin olunmuştu. 1326 h. de Sinanpaşa Medresesi Arapça hocalığına, bunun lağvı üzerine Dârû’l- Hilâfeti’l- Aliyye Medresesi Âli Kısım Arap Edebiyatı müderrisliğine tâyin edilmiş, Şeyhü’l- İslam Musa Kâzım Efendi’nin mektubu ile, Sahn Medresesi’nde haftada 6 saat “Belâgât, Edebiyât-ı Arabiyye” dersleri müderrisliğine atanmıştı [9]. 1335 h. de Süleymaniye Medresesi Kelâm Müderrisi, 1339 h. de Dârü’l- Fünûn Edebiyat Fakültesi Arap Edebiyatı Müderrisi (Profesörü) oldu.

Dünya malı olarak babasından kalan, bir evin dörtte bir hissesidir. Sayın Süheyl Ünver’in verdiği malûmata göre; “... İsmail Sâib Efendi, Peygamberimizin ‘Önce iman, sonra beden ilimlerini, sonra din ilimlerini tahsil et.’ mealindeki bir hadisine dayanarak, Tıp Fakültesine, Eczacılık ve Hukuk Fakültesi’ne ,sınıf geçip diploma almak için değil de, bütününü aydınlatmak, eşyanın hakikatinin sırrına vâkıf olmak için devam etmiş, gerekli temel bilgileri sağladıktan sonra da bitirmeden ayrılmış idi [10]. Bu hususu Şerafeddin Yaltkaya doğrulamaktadır.
  
Rahmetli üstâz âlim İsmail Sâib Efendi, İstanbul Üniversitesi Edebiyat Fakültesi’nde yıllarca derin bir vukufla Arap Edebiyatı profesörlüğü yapmış; prensipleriyle bağdaşmaması nedeniyle, tedrisât-ı umumiyye ve Tevhid-i Tedrisat Kanunları ile Şapka Kanunu’nun çıkmasından sonra 1925 yılında bu görevinden istifaen ayrılmış, müdürü olduğu Bâyezid Umumî Kütüphanesi’ne çekilmiştir. Bu olayı değerli tarih araştırıcısı İ. H. Danişmend şöyle naklediyor:

“Rivayete göre bir gün Fakülte Meclisinde hissine dokunan bir mevzuun münakaşası esnasında önündeki bir kağıda bir iki satır yazı yazmış ve hiç kimse farkında bile olmadan, tıpkı bir gölge gibi, çekilip gitmişti. Masa üzerine bıraktığı istifanamesi idi. Ondan sonra Umumî Kütüphane kapandı...” [11]

Bâyezid Umumî Kütüphanesi’nde çalıştığı uzun yıllar zarfında, Kâtip Çelebi’nin 15 bin cilt kitabı bildiren “Keşfu’z Zünûn” adlı matbu eserin kenarına bir zeyl yapmıştır. Ayrıca 1941 yılında Kilisli Rıfat Bilge’nin Maarif Vekâleti emriyle yayınladığı “Keşfu’z Zünûn” tab’ına Şerafeddin Yaltkaya’nın yazdığı “Mukaddime”de, bu “zeyl” hakkında bilgi verilmekte ve burada gerek kendisinin gerekse arkadaşı Kilisli Rıfat’ın, üstâzın feyzinden faydalandıklarını ifade etmektedirler. Hatta fikren ters düştüğü halde Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel dahi üstâzın ilmine ve fazlına hayran kalarak, onu; “İlim ve fazilette her devir için ölmez bir örnek şahsiyettir” diye takdim etmektedir. Bu ifadeler bize, Keşfu’z Zünûn’un neşrinde en büyük emek payına sahip olanın İsmail Sâib Efendi olduğunu doğrulamaktadır.

Sayın Abdülbaki Gölpınarlı, her ne kadar kendisine mezheben Ca’ferî diyorsa da bu müellifin huyudur. Onca bütün muhibb-i Ehl-i Beyt Ca’ferî, hatta Şiî’dir. Biz akl-ı selim sahibi bu insan-ı kâmil zâtı bu tür zanlardan tenzih ederiz. Kendisi sünnî, mü’min, meşreben melâmî, tarikaten Halvetî-Şa’bânî ve Baysamî, aynı zamanda Seyyid Abdülkadir-i Belhî’ye müntesibdir.

Rahmetli üstâz, kedileri çok sever; herkesin istemeyip sokağa attığı hasta ve uyuz kedileri alır, onları özel ilaçları ile tedavi eder ve beslerdi. Yaklaşık olarak 80-90 adet kedi beslemekte idi. Onlara formülü kendisine ait olan bir çorba hazırlar, önce hasta kedilere bizzat kendi eli ile yedirir, kendi de aynı çorbadan içerdi.

İsmail Sâib Efendi, on binlerce kitabı tanıyan korkunç bir hafızaya sahipti. Arapça eksik bir yazmanın kaybolan bir sayfasını hafızasına yazdırmıştı. Başka bir nüshası ele geçirildiğinde orijinal ile bu yazılan sayfa arasında çok az bir fark olduğu görülmüştü.

Âteşin bir zekaya ve müthiş hafıza gücüne sahip, keskin yeşile bakan mavi gözlü, kumral sakallı, nur yüzlü bu eşsiz âlim ömrü boyunca bekar yaşamış; gerek kütüphane ve gerekse çevresinde sarı keçeden yapılmış derviş külahıyla dolaşmış ve bu hususta ona ilmine hürmeten müsamaha gösterilmişti.

Kütüphaneden emekli olduktan sonra, önce kütüphaneler, sonra İslam Ansiklopedisi ilmî müşavirliğine tâyin olundu. Kendisine Ragıp Paşa Kütüphanesi bitişiğindeki mektebin bir hücresi tahsis edildi. Onun yokluğunda çok sevdiği kedileri bakımsızlık ve terkedilmişlik neticesi öldüler.

İbn’ül-Emin Mahmud Kemâl İnal, İsmail Sâib Efendi’yi hastalığı sırasında ziyaret ettiğini; üstazın sefil bir yatakta rutubetli taş bir odada yattığını; kendisinin bu sefaleti içinde nurdan bir heykel gibi vakar ve heybetle durduğunu; kendisine mesele sormaya gelenlere dahi hasta yatağında cevaplar verdiğini; son nefesine kadar tâlibleri ilim ve irfanından faydalandırdığını ve son nefesini oğlan kardeşinin evinde verip, İsm-i Celâli zikrederek ruhunu teslim ettiğini ve huzur-u Zülcelâle ve Rasûl-ü Ekrem’e kavuştuğunu anlatır. Bir beyitle de ölümüne tarih düşürür:

“Nâil-i rahmet-i rahmân olsun,

Dâhil-i ravza-i rıdvân olsun” [12].

Cenazesi, görülmemiş büyük bir cemaatin iştirakıyla, seçkin bir topluluğun ellerinde Bâyezid Camii’nden alınarak Merkez Efendi’ye kadar götürüldü. Burada caminin kıble tarafında, camiye 25 m. mesafede, kapı yanında, müstakil, kenarı düz demir parmaklıkla çevrili sofada, babası yanına defnedildi. Sağlığında başından çıkarmadığı tekbirli şeb-külâhı cenâze töreninde tabutu üstüne, sonra kabri üstüne kondu. Mezarına sadece bir baş taşı dikildi. Huzur Dersi hocası ve Dersiâm olması nedeniyle sırma şeritli bir sarık kondu. Taşın ön yüzüne yeni yazıyla “ Allah!...// Eski Dârülfünûn Edebiyat-ı Arabiyye müderrisi ve Bâyezid Umumî Kütüphanesi Müdürlüğü’nden emekli Bâyezid Dersiâmlarından, Şarkıyyat mütehassısı Hoca İsmail Sâib Sencer burada medfundur.” (1289-1940); taşın arka yüzünde nefis bir nesîhle şu kitâbe hâkk edilmiştir:

“Ya Bâki...

Okuyup hâl ile lâ havfe aleyhim nassın,

Göz yumub terk-i vücud itdi veliyy-i âgâh,

Âşık’a mevt vişül olduğunu anlatdı,

Öldüğü dem âzim*i dergâh-ı ilâh,

Yazdı tarihini hasretle Muhammed sâlih

Göçdi fahr ü’l- ulemâ İsmâil Sâib ah...”

( Fahrü’l- ulemâ İsmail Sâib Toplam)

881 172 212 92 1359


“Türbedâr Efendi” diye mâruf Fâtih türbedârı, son devir Melâmiyye ve Şâbâniyye-i Halvetiyye ricâlinden, Şeyh Ahmed Âmiş Efendi’nin meşhur halifesi, Meşikât-ı İslâmiyye müsteşarı ve Şûrây-ı Evkâf Reisi, Büyük M. Meclisi 1 devre Balıkesir Meb’usu edip ve şâir Melâmi Şeyhi Balıkesirli Abdülaziz Mecdî Tolon, merhûm pîrdaşı’nın vefatına çok üzülerek, irticâlen “ Mâte Kutbu’l-ârifin” arapça ibaresiyle ( Âriflerin kutbu öldü) ölümüne tarih düşürdü.

Şâir Ali Cânip Yöntem de üstâzın ölümüne çok yanmış ve “Artık müşküllerimiz için mezarı başına giderek rabıtayla gene kendisine baş vurmaktan başka çare kalmadı” demişti. A. Gölpınarlı ise onu, “Asrın muktedâsı, tek üstâdı, âlemin kutbu” diye vasfeden farsça bir mersiyesinde “ Ey Bâki, tam tarihini söyleyip ağladım, ilim ve irfan İsmail Sâib’in defniyle kaybolup gitmiştir.” diye yanıp yakılmaktaydı [13]. Yine aynı müellif Vakit Gazetesi’ne yazdığı makalede onun için “O, irfan vâdisine dalıp, ahlak ve faziletiyle, hatta kendilerini bile inkar ederek, ferdiyyetini cemiyyette eriterek, fenâda bekâ bulmuş, cemiyetin ve insanlığın mümessili olmuştur. O, ‘Ali’ kadar mü’min, Hüseyin kadar iradeli ve mütevekkil, Gazali ve Hâce Nasîrüddin kadar mütekellîm, Fahrûddin Râzî kadar müfessir, Buhari ve Kûleynî kadar muhaddis, İbn Sinâ kadar hakîm, Şeyh-i Ekber kadar âlim, Mevlâna kadar âşık ve ârif, Hacı Bayram kadar vâkıf, Kınalızâde kadar zîfünûn bir zât idi” demektedir. 1200 h. de Üsküdarlı Sıdkı Efendi tarafından kaleme alınan “Âyine-i Hikem”deki tasvir ve ta’rike çok benzemesi nedeniyle İsmail Sâib Efendi, o tarihten sonra gelecek kutup ve ricâl-i gayba benzetilmiştir.

Bütün batılı şarkiyyat araştırıcılarının tek danışmanı idi. Şair ve edip Hakkı Sühâ Ediboğlu ise onun vefatına “İlmin başı sağolsun” diyerek teessüflerini bildiriyordu. Prof. Osman Rescher ise ona “Ayaklı Kütüphane” demekteydi. Prusya eski Kültür Bakanı ve Berlin Üniversitesi hocası Prof. C. H. Becker ise, üstâzı olarak telâkki ettiği “Hocanın ölümüne yazacak tarziyet kelimesi bulamadığını ve onu, doğu ve batı şark araştırıcılarının ilim kâbesi” olarak vasfediyordu. Ölümü için aşağıdaki iki beyti yazarak:

“O, feleğin aldığı yalnız biri değildi,

Onunla elimizden bütün bir âlem gitti.”

 diye yakınmıştı [14].

  
Yüce Allah onu rahmetine ve bizi de onun şefaatine müstehak kılsın.


Mehmed Serhan Tayşi – Millî Gençlik Dergisi (1978)



Kaynakça:

[1] İ. Ü. Tıp Enstitüsü Arşivindeki dosya. Geniş bilgi için bkz. Ebü’l Ülâ Mardini, Huzur Dersleri, II, 987.

[2] Gövsa, İ. Alâeddin Türk Meşhurları Ansiklopedisi, s. 195.

[3] Danişmend, İ. H. Türklük Dergisi, II. sayı 12, 1940, s. 326.

[4] Uzunçarşılı, İ. H. Belleten, IV. sayı 13, 1940, s. 146

[5] Fındıkoğlu, Z. F. , İş Mecmuası, sayı 23 - 24, 1940, s. 159, No. 1.

[6] Türklük Mecmuası, II. sayı 12, s. 326.

[7] Beygu, A. Ş. Erzurum Tarihi, Anıtları, Kitabeleri. İst. 1936, s. 264.

[8] Beygu, A. Ş. Ahlak Kitabeleri, İst. 1932, s. 104.

[9] İlmiye Salnâmesi, s. 128 ve 176.

[10] Danişmend, İ. H. , Türklük Mecmuası, II. sayı 12, 1940, s. 326.

[11] Kâtip Çelebi, Keşfu’z Zünûn ( Mukaddime) , 1941, s. 162 - 13.

[12] İ. M. K. İnal, Tıb Tarihi Enstitüsü Arşivindeki İsmail Sâib Ef. ile ilgili dosya.

[13] Gölpınarlı, A. , Kaybettiğimiz Büyük Âlim İsmail Sâib, Vakit Gazetesi, 9. 4. 1940, s. 3 - 4.

[14] Prof. O. Rescher, İsmail Sâib Efendi, İş Mecmuası, sayı 23 – 24, 1940, s. 159 – 165.

Kaynak: http://www.ihvanforum.org/showthread.php?76648-Ayakl%C4%B1-k%C3%BCt%C3%BCphane


Kedili Kütüphanenin Bilge Hâfız-I Kütübü İsmail Saib Sencer
23.07.2013
İbrahim Refik

Bu ayki "bu toprağın meçhul yıldızı", Batılı müsteşriklerin, "kafasının içi, müdürlüğünü yaptığı kütüphaneden daha zengin olan adam" diye tavsif ettikleri Beyazıt Umumi Kütüphanesi müdürlerinden büyük âlim İsmail Saib Sencer...

Son dönemin önemli hafız-ı kütüplerinden olan bu sıradan adam, 31 Ocak 1872`te dadaşlar diyarında dünyaya gözlerini açar. Küçük yaşta İstanbul`a gelir ve önce Esekapısı İbrahim Paşa İptidai Mektebi ile Koca Mustafa Paşa Askerî Rüştiyesi`ni bitirir. Ardından dinî ilimlerde icâzetnâme alır. Tıbb-i atîk, müfredât-ı tıp, teşrîh ve biyoloji gibi ilimlerle de meşgul olan bu genç ilim alimi, ayrıca eczacılık ve hukuk mekteplerinde bazı derslere de dinleyici olarak katılır. Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdürü Şerafettin Kocaman`ın anlattığına göre, İsmail Hoca bir ara tıp fakültesine devam eder ve bütün derslerden imtihana girip icazet almaya hak kazanır. Fakat ilginçtir yıllar süren emeğinin meyvesi olan diplomasını almaya gerek görmez. Hazretin ilmi dirayetini bilen hocalar, neden diploma almadığını sordukları zaman, Saib Hoca: "Ben iç dünyamı aydınlatmak, bilgi edinmek için okudum. Diplomaya ihtiyacım yok!" cevabını vererek onları şaşırtacaktır. İsmail Saib Efendi, Maarif Nezareti`nin açtığı imtihanı kazanarak Beyazıt Umumi Kütüphanesi`nde ikinci hafız-ı kütüplüğe tayin edildiğinde henüz daha 25 yaşındadır. Bu arada medreseyi de bitiren Saib Efendi, Beyazıt dersiâmline unvanını alır ve Beyazıt Camii`nde ders vermeye başlar. Ardından müderrisliğe (profesörlüğe) kadar yükselen İsmail Saib, Beyazıt Umumi Kütüphanesi`nin birinci hafız-ı kütüblüğü (müdürü) vazifesine getirilir. İsmail Hoca`ya daha sonra, Süleymaniye Medresesi`nde kelam müderrisliği ve Darülfünûn Edebiyat Fakültesi`nde Arap edebiyatı hocalığı yaparken görürüz. Yakınlarının ifadesine göre, 1925`ten sonra Şapka giyilmesi hakkındaki kanun üzerine prensiplerinden fedakarlık etmemek ve ilmiye kıyafetinden vazgeçmemek için dışarıdaki görevlerinin hepsinden istifa ederek Beyazıt Kütüphanesi`ne çekilir.

BİR ESKİ ZAMAN BİLGESİ

Arapça ve Farçadan başka Fransızca ve Almanca bilen, bir ölçüde Grekçe ve Latinceyi de anlayan İsmail Saib, bunun yanında binlerce kitabı tanıyan çok geniş bir hafızaya sahip olması dolayısıyla çağdaşları olan yerli ve yabancı alimlerce "fihrist-i ulûm", "canlı bibliyografya", "ilmin Kâbesi", "sanduka-i kemalat", "kütüphanedeki kütüphane" ve "çağının Câhiz`i" gibi sıfatlara layık görülmüştür. Saib Hoca`nın böylesi keskin hafızasının yanında, eski müelliflerin yazılarını tanıma, yazmaların bozuk bölümlerini bile kolayca okuma, gördüğü bir yazıdan metnin hangi yüzyıla ve hangi hattata ait olduğunu tahmin etme gibi çok üstün kabiliyetleri mevcuttur. Kültür tarihçisi Süheyl Ünver`in ifadesiyle İsmail Saib Sencer, "Beyazıt Kütüphanesi`nin ruhu"dur. Postnişini olduğu kütüphane de, "ilim vadisinde çalışanların bir Kabe`si"dir.

Bütün ömrünü tamamıyla ilmi tetkiklere adayan bu mütevazı bilge, her müşkülü halletmede, ince girift vesikaları okumakta emsalsizdir. Bazı âlim geçinenler gibi bilgisini saklamaz, kendisine sorulan her soruya efradını câmi, ağyârını mâni tatmin edici cevaplar vererek, müracaat edenleri asla boş çevirmez. Vefatından sonra ilim ve kültür dünyası adeta öksüz kalmıştır. Abdülbaki Gölpınarlı, "Gazali kadar mütekellim, Fahreddin-i Razi kadar müfessir, Buhari kadar muhaddis, İbn-i Sina kadar hakîm, Mevlana kadar âşık, Hacı Bayram-ı Veli kadar vâkıf..." biri diye vasıflandırdılar. İsmail Hoca`nın vefatından sonra, zor bir ilmi mesele ile karşı karşıya kaldıklarında "şimdi İsmail Saib Hoca sağ olsaydı, gidip ona sorardım, bu kültürü batırdılar, ben şimdi kime sorayım" diye çok feveran ettiği anlatılır. Gerçekten de bu meçhul bilgenin kütüphanesi, denildiği gibi ilim aşıklaranın Kâbesidir. Osmanlı coğrafyasının ve dünyanın dörtbir yanından gelen insanlar, meselelerini halletmek için bu zeka ve bilgi küpünün kapısını aşındırırlar. İbn-i Heysem`in optik teorisi üzerine çalışan Amerikalı bir bilim adamı, araştırmalarını derinleştirmek gayesiyle İstanbul`a geldiğinde bazı meselelerde tıkanır. Adamı doğruca İsmail Saib`e gönderirler. İsmail Hoca "maalesef bazı yerleri anlayamamışsınız, bunlar böyle olacak." diyerek optik teorisiyle ilgili adamın yanlışlarını teker teker düzeltir. İsmail Saib`in bu konudaki vukufiyetini gören adam, yeniden Türkiye`ye gelerek Hoca`nın yanında iki yıl klasik optik ve geometri tahsil eder. Aynı şekilde, ellerinde Hindistan`dan gönderilen bir vakfiye bulunan birkaç adam, vakfiyeyi okutmak için dolaşmadık yer, başvurmadık kapı bırakmazlar. Ama kimse işin içinden çıkamaz. En sonunda biri İsmail Efendi`yi tavsiye edilince, adamlar son bir ümitle bu sempatik âlimin kapısını çalarlar. O sırada muslukta ellerini yıkamakta olan İsmail Saib Hoca, ellerini yıkamaya devam ederken başını hafifçe vakfiyeye doğru çevirir ve adamların hayret dolu bakışları arasında müşküllerini anında çözüverir.

DEHA ÖTESİ DEHA

Bilindiği gibi Cumhuriyet öncesinde kütüphaneler çoğunlukla yazma eserlerden oluşur ve bu kütüphanelerin başındakine de hafız-ı kütüb denirdi. Kütüphanenin ilmi ve idari işlerini yürüten, yüksek ilmi kariyere sahip bu vazifeli, gelen araştırıcıya istenilen kitap ve konu hakkında etraflı bilgi verebilecek kapasitede biri olurdu. Bunun ötesinde eser bir hafız-ı kütüp, muhtelif kütüphanelerde bulunan binlerce eserin adını, konusunu, cildini, sayısını vesaireyi biliyorsa ona da "ayaklı kütüphane" denirdi. Tarihimizde böyle "ayaklı kütüphane" vasfına sahip birçok değerli insan mevcuttur.

Fakat İsmail Saib Hoca`nın durumu bunlardan büyük farklılık arzeder. O, bütün bu kitapların muhtevasını bildiği gibi, büyük bir bölümünü de ezberine almış biridir. İsmail Saib Hoca`nın huzuruna çıkıp da meselenizi arzedince, Hoca size "Sağdan yedinci raftaki falanca kitabın ikinci cildini al. Kırk yedinci sayfasındaki ikinci paragrafı oku." dedikten sonra, "şu, şu kitapların, şu sayfalarında da aradığınız nev`iden bilgiler vardır" diyebilecek kadar alabildiğine derya biridir. İsmail Saib Sencer Hocaefendi`nin talebesi, İstanbul Üniversitesi Şarkiyat Profesörü Oskar Rescher`in (Osman Reşer), anlattığı şu vak`a, Hoca`nın hafıza gücü hususunda başka misale gerek bırakmayacak kadar dikkat çekicidir: Osman Reşer diyor ki: "Elime bir gün yazma bir kitap geçti. Baktım hem başı, hem sonu eksik. Konusunu da çok iyi anlayamadım. Hocam İsmail Saib Efendi`ye götürdüm. `Bu kitap nedir, hattatı kimdir.` diye sordum. Şöyle bir baktıktan sonra "yaz" diyerek baştaki ve sondaki eksik sayfaları tamamlattı. Yazarını ve konusunu söyledi. Ben de bu kitabı yanımda saklamaya başladım. Süleymaniye Kütüphanesi`nde kitapları tasnif ederken, bana söyleyerek başını sonunu tamamlattı kitabın aynısı karşıma çıktı. Büyük bir heyecana kapıldım. Kütüphanedeki yazmalar dışarı verilmediği için mecburen ertesi günü bekledim. Akşam eve gelince Hoca`nın ezbere tamamlattığı kitabı aldım ve sabahleyin Süleymaniye Kütüphanesi`nin yolunu tuttum. İki kitabı karşılaştırınca, bir noktasının ve virgülünün eksik olmadığını, birbirine tıpa tıp uyduğunu hayretle, dehşetle gördüm." Böylesine zengin bilgi birikimine, derin kültüre sahip bir "ayaklı kütüphane"nin, vefatından sonra adını ebedileştirecek eserler vermemesi talihsizlik olarak düşünülebilir. Ölümünden sonra hakkında iki makale yazan Oskar Rescher, Saib Efendi`nin bu çok yönlü kişiliğinin, onu ilim aşıkları için eşsiz bir cazibe merkezi haline getirdiğini, ancak bu özelliğinin kendisinde eser yazmayı engelleyen bir kuvvet dağılmasına sebep teşkil ettiğini belirtir.

Rescher ayrıca Hoca`nın bu tavrını, bir yaşama tarzı olarak benimsediği sufi anlayıştan kaynaklandığını, onun, bilgisini ortaya koyarak bir isim yapma isteğinin bulunmadığını ifade eder. Saib Efendi`nin yakın dostu İbnülemin Mahmud Kemal İnal da, Hoca`nın bu yönü ile ilgili şöyle demektedir: "Kırk yıl zengin bir kütüphanede oturduğu, kendisinin de birçok kitabı olduğu halde ilmi serveti nisbetinde mühim eserler vücuda getirmedi. Bu husustaki teessürümü bazen kendine söylerdim. Mahzun bir tavırla: `Efendim, benim gibi acizer eser telif edebilir mi?` derdi."

KEDİLİ KÜTÜPHANENİN EBU HUREYRE`Sİ...

İsmail Saib Hoca`nın en dikkat çekici özelliklerinden biri de Ebu Hureyre Hazretleri gibi kedilere olan düşkünlüğüdür. Öyle ki, kütüphanenin demirbaşı olan kediler yüzünden buranın adı "kedili kütüphane"ye çıkmıştır. Kedilerle bu kadar içli dışlı bir hayat yaşayan Sencer Hocaefendi maaşının hemen hemen yarısını bunlara harcar, onların rahat etmesi için bütün imkanlarını seferber eder. İbnülemin Mahmud Kemal Bey, onun kedilere olan tutkusunu, yazdığı makalede şu cümlelerle dile getirir: "Kedilere gösterdiği merhamet ve şefkat şâyân-ı hayret idi.

Eski hukukumuz münasebetiyle yemeğe davet ettiğim zamanlar zor durumda kalırdı. Benim davetimi reddetmekten sakınırdı. Davetime icabet ederse, kedilere bakmazlar, yemeklerini vaktiyle vermezler de rahatlarını bozarlar diye endişeye düşerdi. Bir kaç defa Ramazan`da iftar vakti evin kapısına kadar geldiği halde, o endişeyle geri döndüğünü daha sonra kendi söylerdi. Etrafını, hatta vücûdunu istila eden ve gayet pis kokular yayan kel, kör, topal, kuyruksuz kedilerden dolayı paylardım. `Sizin meskeniniz kedilere mahsus dârülacezedir` derdim. Bîçâre, boynunu büker, `ibtilâdır, mazur görünüz` derdi. Kedi hanımlar ve beyler, o kadar şımarmışlardı ki, diğer kedilerin hasret çektikleri akciğer, karaciğer değil, koyun etinden külbastıları, kebapları da beğenmezler, sütten usanırlar da kaymak takdim olunurdu. Bir aralık ona da rağbet buyurmadıkları işitilmişti. Hizmetinde bulunanlar, maaşının yarısını bu kedilerin boğazına sarfettiğini söylerlerdi." Saib Hoca`nın, bazılarına göre 80, bazılarına göre 150 kadar olduğu rivayet edilen bu kedileri, kütüphanedeki kitapları farelerden korumak için beslediği söyleniyordu. Fakat bunun doğru olduğu şüpheli idi. Çünkü İsmail Saib, kedilerinin amansız düşmanı olan bu fareleri de kolluyordu. Oskar Rescher`in anlattığına göre bu şefkatlı hafız-ı kütüp, kütüphanede kapana kısılan fareleri, bir müddet sonra geri geleceklerini bile bile sokağa bırakıyordu. Yaratılana, Yaratan`tan ötürü sevgi besleyen Sencer Hoca, bir kedisi öldüğünde yakınlarından biri vefat etmiş kadar üzülürdu. Çünkü o çok hassas ruhlu biriyidi. Kendisine, hastalığının son günlerinde hafif bir besin diye tavuk çorbası tavsiye edildiği zaman, onun "Benim yüzümden niçin bir tavuğun canına kıyılsın" demesi, ondaki duyarlılığının ulaştığı noktayı göstermesi açısından oldukça düşündürücüdür.

OSKAR`LIKTAN OSMAN`LIYA GİDEN YOL

İsmail Saib Hoca`nın anlatıldığı bir yazıda Oskar Rescher`den bahsetmemek elbette ki noksanlık olur. Bir Alman Yahudisi olan Oskar Rescher, ülkesinde Şarkiyat`ı bitirdikten sonra kendini geliştirmek için Mısır`a gidip orada bir müddet kalır. Daha sonra İstanbul kütüphanelerini tetkike gelince Allah karşısına Saib Sencer Hoca`yı çıkarır. Büyük allame Saib Hoca bir gün Beyazıt Camii`nde yerli yabancı bir grup insana ders anlatırken dinleyiciler arasında Rescher de vardır. Hoca, konuşması sırasında Arapça bir kelimeyi mânâlandırırken bu Alman Şarkiyatçı, "Hocam bunu yanlış söylediniz" diye itirazını belirtir. İsmail Hoca konuşmasını bitirip herkes dağıldıktan sonra Rescher`i karşısına alıp o kelimenin 14 tane mânâsının olduğunu ve burada geçen kelimenin de kullandığı mânâya geldiğini izah eder. Bu büyük alimin ilmine hayran kalan Oskar, ondan sonra Hoca`nın vefatına kadar tam 25 sene boyunca dizinin dibinden ayrılmaz. İsmail Saib Sencer`e iyice bağlanan Oskar, Hocası`nın hizmetine girerek uzun yıllar boyunca onun ilim ve faziletinden istifade eder, kedilerine ciğer taşımayı âdeta kutsal bir görev bilir. Rescher, Hocası`nın iç dünyasının zenginliğini her geçen gün biraz daha keşfettikçe ona olan hayranlığı biraz daha da artar. Müslüman olmamasına rağmen Ramazanlarda hocasıyla birlikte oruç tutacak kadar ona bağlanır. Bu bağlılık, zaman içinde Hocaefendi`nin bağlandığı değerleri de kapsar ve Rescher, İslamiyetle şereflenerek Osman Reşer adını alır. Hocasıyla et ve kemik olan Reşer, onun vefatıyla derin bir sarsıntı geçirir. Âdeta dünya başına yıkılmıştır. Reşer`in, Dârülfünun`da ilk talebesi olan Mahir İz, İsmail Hoca`nın vefat ettiği gün ile alakalı olarak "Yılların İzi"nde şunları anlatır:

"...İsmail Efendi`nin vefatından sonra kalabalıkla birlikte cenazeyi takip ettik. Definden sonra herkes döndü. Ben hem garip kaldım, hem de hocam olduğu için kabrin başından dönmesini bekledim. Herkes gittikten sonra mezarın başında ellerini kavuşturmuş halde beş dakika durdu. Ben uzakta olduğum için ne söylediğini, ne okuduğunu işitmedim. Dönüp yanıma gelince dedi ki:

`Benim güneşim söndü. Artık bana hayat karanlıktır. Yaşamaya bile değmez.` Bu söz, ilim aşkının dile getirdiği bir ifade idi."

İLMİN KÂBE`SİNİN VEFATI

Tarihler 22 Mart 1940`ı gösterdiğinde "ilmin Kâbesi" kabul edilen bu büyük âllame, beyninin ve yüreğinin içindeki eşsiz hazineyle birlikte ebebiyete intikal eder. Son zamana kadar başına giydiği tekbirli keb külâhı, önce tabutunun başına, defin esnasında da kabrine konulur. Batılı bilginlerin bile önünde diz çöktüğü bu büyük ilim ve fazilet erbabını bugün kaç kişi hatırlıyor bilemem. Bildiğim o ki, şeyhülislâm Yahya Efendi`nin "Unuturlar seni bîçâre, hemen ölmeyi gör" dediği gibi, o da unutulma bahtsızlığına uğrayan bu toprağın evlatlarından biri. Ola ki hatırlamak isteyeniniz olursa, Merkez Efendi Camii`nin kıble tarafına doğru yirmi beş metre adımlayınız. Sizi "Eski Dârülfünûn Edebiyyat-ı Arabiyye Müderrisi ve Bayezid Umûmi Kütüphanesi Müdürlüğünden emekli, Bayezid dersiâmlarından, Şarkiyyat mütehassısı Hoca İsmail Saib Sencer burada medfûndur. 1289-1940" yazılı bir kabir taşı karşılayacaktır.

Kaynak: http://gencdergisi.com/5479-kedili-kutuphanenin-bilge-hafiz-i-kutubu-ismail-saib-sencer.html

BİR EFSANE: HÂFIZIKÜTÜB İSMAİL SÂİB EFENDİ

Beyazıt Devlet Kütüphanesi’nden söz açılır da “hâfız-ı kütüb” İsmail Sâib Efendi hatırlanmaz mı? Aslında bu kütüphanenin ilk hâfızıkütübü Hoca Tahsin Efendi’ydi. Onun ölümünden sonra yerine tayin edilen İsmail Sâib Efendi, aralıksız kırk üç yıl sürdürdüğü bu görevi sırasında adını “Kedili Kütüphane”ye çıkardığı Beyazıt Devlet Kütüphanesi’ni şarkiyatçıların uğrak yeri hâline getirdi.
1934 yılında soyadı kanunu çıkınca “Sencer” soyadını alan İsmail Sâib Efendi bir medreseliydi ve Umumi Kütüphane’de hâfızıkütüblük görevini sürdürürken çeşitli medreselerde Arapça ve Arap edebiyatı okutmuş, Bayezid Camii’nde de dersiâmlık yapmıştı. Evet, o bir “sarıklı”ydı, ama Tıp, Eczacılık ve Hukuk mekteplerine devam ederek bu alanlarda da geniş bilgi sahibi oldu; amacı diploma almak değil, kütüphanecilik hizmetini en iyi şekilde yürütebilmekti. 1921 yılında Darülfünun Edebiyat Fakültesi’nde Arap Edebiyatı müderrisi olarak göreve başladı. Ne var ki bu görevi pek uzun sürmeyecekti; kıyafetini değiştirerek prensiplerinden taviz vermiş olmamak için 1925 yılında istifa ederek kütüphaneye kapandı ve 1 Kasım 1939 tarihinde emekli oluncaya kadar hemen hiç dışarı çıkmadı. İsmail Hâmi Danişmend’in ifadesiyle, “Bayezid’deki Umumî Kütüphane’nin serin loşluğunda sessiz adımlarla dolaşan bu nuranî hayal, şarklı, garplı, yerli, yabancı binlerce kafaya hakikî ilmin, bedelsiz iyiliğin ve en ruhanî mahviyetin en zarif timsali” olarak yerleşmişti. 


Beşir Ayvazoğlu

Kaynak:
http://www.turkedebiyati.com.tr/Sayfala.asp?nereye=dergiyazioku&ID=439



İsmail Saib Sencer Hoca'nın Canlı Kitapları

Yağmur

Bostan ve Gülistan yazarı diyor ki: "Eğer Mecnun'un yanında oturursanız, Leyla'dan başka söz duymazsınız."Bizim Leyla'mız da kitaplar olduğu için, her gittiğimiz yerde döner dolaşır, sözü onlara getiririz. Kitaptan bahsederken adeta Mecnunlaşırız. İşte bunun içindir ki, kitap muhabbetinde ön safları tutanları, "mecanin-i kütüp", yani kitap delileri diye nitelendirirler. Geçen gün İstanbul ulemasından mühim bir zatın huzuruna çıkarak, bir süre huzur buldum. Bu meçhul âlim, hâl hatır sorma faslı bittikten, etrafındaki biganeler gittikten sonra arkasındaki dolaptan bir kitap çıkardı. "Bak, sen bunlardan hoşlanırsın." dedikten sonra imzalı bir kitabı elime tutuşturdu. İmzanın sahibi de gönlümdeki muhabbet ateşini iyice tutuşturdu. Son Osmanlı şeyhülislamlarından Mustafa Sabri Efendi'ye ait olan ve nefis bir hat örneğiyle sayfaya nakşedilen bu zarif imzayı bir süre seyrettim ve gözlerime adeta ziyafet çektirdim.

Halen kütüphanemde bulunan ve Ömer Nasuhi Bilmen, Ahmed Hamdi Akseki, Hasan Basri Çantay, Elmalılı Muhammed Hamdi Yazır, Abdülaziz Mecdi Tolun gibi âlimlerin ve ariflerin imzalarını taşıyan kitapları arada bir elime alıyor, "dünya ayinesinde temessül ile parlayan" bu mübarek insanların manevi yüzleriyle hasret gideriyorum. Kim ne derse desin; imzalı kitaplara çok önem veriyorum ve bu tür eserleri, daha kendileri hayatteyken yâd ellere düşürenlere son derece kızıyorum. Onları, kendilerine emanet edilen yetimi horlayan, hatta sokağa atan katı kalpli insanlar; vefası yok, cefası çok adamlar olarak görüyorum.

Dost ziyareti gibi, bir de kitap ziyareti olduğunu, Millet Kütüphanesi'nin banisi Ali Emiri Efendi'nin esrarengiz dünyasına girince öğrendim. Kitapların efendisi olan bu zat, değerli bir eseri dostlarına göstereceği zaman: Alın, bakın, inceleyin, gözden geçirin, gibi sözler söylemez, "Ziyaret buyurun efendim!" dermiş. Hatta kültür dünyamızın tam bir şaheseri olan "Divanu Lügati't-Türk"ü ilk defa keşfedip ortaya çıkarınca bu kitap ziyaretleri bir kat daha renkli hâle gelmiş. Rivayet bu ya; adı geçen eserin muazzam bir hazine olduğunu önceden bilen fakat o zamana kadar kendisini göremeyen edipler, şairler, Türkologlar, tarihçiler böyle bir keşif hareketinden sonra ziyaret kafileleri oluşturmuşlar, Ali Emiri Efendi'nin etrafında pervane, hatta divane olmaya başlamışlar. Bu manzara karşısında adeta kendinden geçen merhum, Kaşgarlı Mahmud'un bu anıt eserini ucundan kıyısından "kitap ziyaretçileri"ne gösterir, bu sırada kendisi de zevkten dört köşe olurmuş. Özellikle ta Türkistan'dan kalkıp gelen bilginlerin, Divan-ı Lügati't-Türk-ü bir nev'i tavaf ettiklerini, bazılarının ise hürmetle öptükten sonra başlarına kaldırdıklarını gördükçe kendisinin Türkistan fatihi olduğuna iyice kanaat getirirmiş; mührünü "Millet Kütüphanesi Nazırı" diye kazdırdığı için kendisini yine kendisi tebrik edermiş. Konya, nasıl âşıkların gönlünü cezbetmişse, koca bir ömrü kitapların arasında geçiren Ali Emiri Efendi'nin en büyük eseri Millet Kütüphanesi de zamanla kitap dostlarının kıblesi olmuş. Onun içindir ki Yahya Kemal;

Yekpare nur olan bu kütüphane-i nefis,
Yekpare servetiydi bu âlemde kendinin.

demekten kendini alamamış.

Kitap muhabbetinden dem vururken İsmail Saib Sencer Hocaefendi'den -bir iki cümleyle de olsa- bahsetmezsek, Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ndeki bütün kitapları ve o mübarek mekândan gelip geçen hafız-ı kütübleri gücendiririz. Müsteşrikler tarafından "Kütüphanelerdeki Kütüphane" diye nitelendirilen bu büyük allame hem tam bir kitabiyat bilgini hem de dört başı mamur bir "maneviyat eri"ydi. Nitekim hocanın ilmine, faziletine hayran olan dostları ve talebeleri kendisine "Mücessem Nur" diyorlardı.

Merhum Abdülbaki Gölpınarlı'nm ifadesiyle, "Gazali kadar mütekellim, Fahreddin-i Razi kadar müfessir, Buhari kadar muhaddis, İbn Sina kadar hâkim, Muhyiddin-i Arabi kadar âlim, Mevlâna kadar âşık ve arif, Hacı Bayram kadar vakıf, Kınalızade kadar zi-fünun." olan İsmail Saib Sencer Hocaefendi bildiğimiz manada kitaplar yazmadı. Hakiki ilmin satırlarda değil, sadırlarda olduğuna inanan bu mübarek zat, engin malumatıyla, zengin mahfuzatıyla adeta canlı kitaplar ortaya koydu. Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı, İsmail Hami Danişmend, Mehmet Zeki Pakalın, Muallim Cevdet, İbnülemin Mahmud Kemal İnal, Ispartalı Zeynelabidin ve Üsküdar Mevlevihanesinin son postnişini Ahmed Remzi Dede gibi âlimler, edipler ve şairler eserlerini hazırlarken İsmail Saib Hoca'dan gördükleri büyük yardımı, olanca minnet duygularıyla dile getiriyorlar. Sadece yerli kalem erbabı değil, bazı Batılı müsteşrikler bile "Efendi Hazretlerinden gördükleri müzahereti açıkça itiraf ediyorlar, onun fikirlerini en sağlam kaynak diye eserlerine dercediyorlar. Bunların arasında, hocanın ilmine ve faziletine hayran olup İslam'a giren kimseler de görülüyor ki, bunların başında bir Alman mühtedisi geliyor. Oskar Reşer iken, Osman Reşat olan bu mühtedinin İsmail Saib Efendi'ye olan bağlılığını burada anlatmaya kalkışırsam, Hazreti Mevlâna ile Şems-i Tebrizi arasındaki muhabbeti resmetmek gerekir ki, bu da benim boyumu hayli aşar. En iyisi, siz bu ülfetin, bu ünsiyetin can alıcı tablolarını merhum ve mağfur hocamız Mahir İz Bey'in "Yılların izi'nden okuyunuz.

Bugün Merkezefendi Kabristanı'nda mahşer sabahını bekleyen allame-i cihan İsmail Saib Sencer Hocaefendinin himmetiyle kültür dünyamızda arz-ı endam eden canlı kitaplar sayesinde iç âlemimiz aydınlanıyor, muhteşem bir medeniyetin varisi olduğumuzu, aynı ihtişamı yakın gelecekte de yaşayacağımızı -bu vesileyle- fark ediyoruz.

Evet, silsile aynı hızla devam ediyor. Etrafınıza dikkatli bir gözle bakarsanız, hem bildiğimiz anlamdaki eserlere imza atan, hem de sayılan hayli kabarık canlı kitapların ortaya çıkmasını sağlayan hocaefendilerin varlığına şahit olursunuz.

Her köşe başında bir canlı kitap göreceğimiz günler çok yakındır.

Bir gün olur doğar elbet şems-i hakikat
Hiç böyle müebbed mi kalır zulmet-i âlem?

Büyük Tarihçimiz İsmail Hami DANİŞMEND'in kaleminden İsmail Saib SENCER:

"Şark medeniyetinin ilim, rütbesiyle mahviyet derecesi arasında zaruri bir tenasüp kuran ananevi telakkisi içinde yetişip bu eski telakkinin son timsali şeklinde yaşayan İsmail Saib Efendi merhum, Arap lügatiyle edebiyatında Araplar için bile en büyük merci' teşkil edecek bir salahiyetti.

Ömrünü kitaplar içinde geçirmiş bir Arap âliminin bu yoldaki bir müşkilini bir gün benim önümde bir iki kelime ile halledivermiş, ondan sonra da bir iki raftan bir iki kitap çıkararak adamcağızın önüne delillerini sessizce serivermişti. Efendi merhum, İstanbul Darülfünununda uzun zaman Arap edebiyatı okutmuştu: Rivayete nazaran bir gün fakülte meclisinde hissine dokunan bir mevzuun münakaşası esnasında önündeki kâğıda bir satır yazı yazmış ve hiç kimse farkında bile olmadan, tıpkı bir gölge gibi çekilip gitmişti. Masasınm üstünde bıraktığı kâğıt, istifanamesiydi! Ondan sonra "Kütüphane-i Umumi"ye kapandı. Onun orada afakı, kâinatı kitaplardan ibaretti! Kütüphane salonunun arkasında bir bahçesi ve bu bahçeye nazır hususi bir dairesi vardı. Okuma zamanı bitip okuyucular çıktıktan ve kütüphanenin demir kapısı kapandıktan sonra, İsmail Efendi'nin yegâne zevki olan semaver kaynamaya başlardı. Bu teneke semaverde eski tiryakilerin "lebrenk, lebsuz ve lebriz" dedikleri "şerait-i selase"yi cami' bir çay hazırlanır ve küçük Acem bardakları içinde bu samimi âlemin müdavimlerine ikram edilirdi. Dışarıdaki havanın vaziyetine göre bazen içeride bazen de arka bahçede kurulan bu çay bezminin hiç unutamayacağım iki hususiyeti vardı: Biri, efendi merhumun çok sevdiği kedileri, biri de Arap edebiyatı kürsüsündeki halefiydi!

Hususi bir itina ile bakılan kedi yavruları, merhumun kucağında, hatta omuzlarında oynaşır, Darülfünun'daki kürsüde merhumu istihlaf eden Alman profesörü de her gün saat beşten itibaren oraya gelip o melek gibi selefinden muntazam ders alırdı! Türkçesi biraz kıtça olan halef, selefin dersini geç ve güç anlar ve bu sahne, oranın bütün müdavimleri huzurunda her gün tekerrür ederdi. Halefine ders veren bir selefle, selefinden ders alan bir halef manzarası her yerde görülebilecek levhalardan olmadığı için, bir gün sabredemeyerek saygısızlık etmeye mecbur oldum. Efendi merhuma: "Çok yoruluyorsunuz!" gibi bir şey söyledim; bembeyaz, meleğe benzeyen aksakallı ihtiyarın o gün bana söylediği şu sözleri hiç unutamam:

- Ne yapayım! Bir taraftan talebeye acıyor ve bu suretle onlara bilvasıta ders vermiş oluyorum, bir taraftan da yeni hocalarının tahsil hevesini takdir ediyorum!

Zaten onun yalnız kendi halefi değil, İstanbul'a gelen bütün müsteşrikler ondan istifade ediyorlar ve hatta birçokları eserlerinde bu istifadelerinden hürmet ve minnetle bahsediyorlardı. Efendi merhumun şayan-ı hayret bir hafızası vardı: İstanbul kütüphanelerinin katalogları adeta ezberinde gibiydi! Fakat bu kadarla da kalmıyordu: Aradığınız bir bahsi yahut bir meseleyi hangi kütüphanelerdeki hangi eserlerin, hangi fasıllarında, hatta bazen hangi sahifelerinde bulabileceğinizi derhal söyleyebilirdi! Onun en çok hayret ettiğim hususiyeti, işte bu cephesiydi. Bilmem, bu mübarek zatın bilhassa bu cephesinden istifade etmemiş yerli yahut yabancı ilim mensubu kalmış mıydı? İstanbul'a gelen müsteşrikler, Beyazıt Kütüphanesi'ne en fazla işte bundan dolayı akın ederlerdi.

Ben de kendi hesabıma İsmail Efendi merhumun bu fikri hazinesinden çok istifade ettiğimi daima minnetle hatırlarım: "Türklerle Hind-Avrupalıların Menşe' Birliği"ne ait eserimin birinci cildindeki "Kur'an'a Göre Türk Tipi", "Hadise Göre Türk Tipi" ve "Tarih ve Edebiyata Göre Türk Tipi" fasıllarında bilhassa eski Arap menba'larını tetkik ederken merhumun bana her aradığımı kolayca bulduran irşadlarından hemen her gün istifade ederdim. İsmail Efendi'nin insana bir nev'i korku hissettiren hafıza kudretini işte o zaman anladım. Birçok defalar bana:

- Filan muhaddisin, filan eserinin, falan cildinin şu sahifesinde şöyle bir hadis olsa gerek, dedikten sonra hemen o hadisi yahut o ibareyi ezberden okur ve ondan sonra ihtiyaten bir kere de kitabı açıp söylediği cildin, söylediği sahifesinde ezberden okuduğu ibareyi şehadet parmağıyla göstererek önüme kordu! Ben onun yalnız bir defa bir me'haz hatırlamadığına şahit oldum; "Hadise göre Türk Tipi" faslını yazarken bir gün bana: "Şöyle bir hadis hatırlıyorum" dedi. Hadisi okudu fakat yoruluncaya kadar düşündüğü halde me'hazım hatırlayamadı. Mamafih ben rivayetin kendisinden sadır oluşunu kafi görerek ve müsaadesini alarak kendisinin "me'haz hatırlamadığını" kaydetmek şartıyla o fasla o hadisi de koydum.

Dünyaya hiç aleyhinde bulunulmayacak kimse gelmiyor: İnsanoğlu, İsmail Efendi'nin bile aleyhinde bulunuyor. Ölümünün ertesi günü, bir gazeteci, bir makale yazarak İsmail Saib Efendi merhumu "esersizlikle" itham ediyor ve kendisini yetiştiren cemiyete medyun olduğunu, ilmi bize bırakmayarak kendisiyle beraber toprağa gömdüğünden bahsediyor! Herhalde bu ithamın sahibi, İsmail Efendi'nin yıllarca Darülfünun'da okuttuğu dersleri, ciltler tutan takrirleri, yetiştirdiği talebeleri her nedense hiçe saymak istiyor! Bu işleri görmüş bir âlim, cemiyete olan manevi borcunu fazlasıyla ödemiş sayılır fakat merhum bununla da kalmamış, Şark'ın ve Garb'ın birçok ilim adamlarını yıllarca tenvir eden bir meş'ale gibi Türk kültürüne ve bilhassa o kültürü tanıtıp yaymaya ömrü oldukça hizmet etmişti. Kendi ismini taşıyan hiçbir eseri olmamasına bir zaman ben de hayret ediyor ve şöhretten korkarak başka isimlerle eser neşrettiğini de bilmiyordum. Bir gün kendisine neden hiçbir şey yazmadığını sordum. Bana latif emsi bir cevap verdi:

- Benim sahamda benden evvelkiler her şeyden bahsedip bana mevzu bırakmamışlar; benden sonrakiler de nasıl olsa onları tekrar edecekler; benim gibi ikisinin arasında olanlara da sükût etmek düşer!

Fakat vefatı üzerine açılan "esersizlik" münakaşasını takip ederken Darülfünun kürsüsünde kendisine halef olan ve merhuma karşı ilmî bir minnet besleyen Profesör Reşer'in ifşaatı, İsmail Efendi'nin başka isimlerle muhtelif eserler neşrettiğini ve hatta Bursalı Tahir Bey'in ismiyle neşredilen üç ciltlik "Osmanlı Müellifleri"nin hakiki müellifinin İsmail Saib Efendi olduğunu ortaya çıkarıyor. Profesör Reşer, bu hakikati ilan etmekle, yalnız merhumun hatırasına değil, kültür tarihimize de çok yerinde bir hizmet etmiş olmakla iftihar edebilir.

İsmail Efendi'yi son gördüğüm zaman biraz yorgun bir hâli vardı. Biraz da sıhhatinden şikâyet etmişti. Ben böyle bir şikâyeti ilk defa işittiğim için tabii endişesiz karşılayamadım. O, biraz düşünür gibi oldu. Sonra "Artık her şeyden yoruluyorum." dedi ve nihayet bu öyle bir yorgunluk oldu ki, şimdi ancak Arş'ın gölgesinde dinlenebilir."*

*Huzur Dersleri: Cilt 11, s.1037-1040
Kaynak: http://www.yagmurdergisi.com.tr/archives/konu/ismail-saib-sencer-hocanin-canli-kitaplari


İsmail Sâib SENCER

İsveç başbakanına "İlmin başı sağ olsun" dedirten bir kaybın adı:
31 Ocak 1873'de Erzurum'da doğmuştur. Babası Erzurumlu Hacı Kurbanzade Binbaşı Mehmed Şevki Bey'dir. İlim tahsili için küçük yaşlarda İstanbul'a götürüldü. Dini ilimlerin yanı sıra, eczacılık, hukuk ve tıp tahsili yaptı.Darülfünun'da müderrislik ( profesorlük) ünvanı aldı. 1916 yılında Bayezid Devlet Kütüphanesi Müdürlüğü'ne atandı. Hayatı boyunca Türk İslam kültürüne hizmet etti. Yerli ve yabancı bilim adamlarının en önemli danışma merkezi olmuştur.
İsveç başbakanına "İlmin başı sağ olsun" dedirten bir kaybın adı: İsmail Sâib Sencer ve Beyazıt Devlet Kütüphanesi...
Gerçek bir hazinenin unutulmaz hazinedarı
İsmail Sâib Hocaefendi çok güçlü bir şahsiyetin sahibiydi. O kadar ki, gönülden bağlı olduğu değer yargılarından taviz vermemek, ilmiye kisvesinin bir nişanesi olan sarığı başından çıkarmamak için Dârülfünun'dan (üniversite) istifa etmiş, Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ne bir nev'i sığınmış ve ömrünün sonuna kadar buradan dışarı çıkmamıştı. Kedilere ve kitaplara vakfedilen böyle bir ömrü tarihler nadiren kaydetmiştir

Beyazıt Devlet Kütüphanesi Müdürü Şerafettin Kocaman ile bir mülâkat
Dursun Gürlek

Türk cihan hâkimiyeti mefkûresini tam bir ilim adamı ciddiyetiyle ortaya koyan merhum Prof. Osman Turan bir eserinde "Batı medeniyeti parayı mâbut, bankayı mabet haline getirdi" diyordu. Cemil Meriç'e göre de kütüphane, ziyaretçisi olmayan mabetti.
Oysa dünkü medeniyetimizin en muhteşem tablolarından biri de kütüphanelerdi. Camiler gibi onlar da günün her saatinde dolup taşıyordu. Kütüphane içindeki kütüphaneleri oluşturan hâfız-ı kütüpler ilim adamlarına üstadlık ediyor, onlara yol gösteriyordu. İsmail Saib Sencer Hoca'nın kafası, kırk yıl müdürlüğünü ve hâfız-ı kütüplüğünü yaptığı Beyazıt Devlet Kütüp hanesi'nden daha zengindi. Bir zamanlar adı "kedili kütüphane" ye çıkan ve yerli yabancı araştırmacılarla dolup taşan bu kültür hazinesinin kuruluş hikâyesini öğrenmek, İsmail Sâib Sencer gibi dünya çapında bir ilim otoritesini, ahlâk ve karakter âbidesini daha yakından tanımak istiyorsanız, adı geçen kütüphanenin bu günkü müdürü sayın Şerafettin Kocaman'la yaptığımız bu ayrıntılı röportajı okumanız gerekiyor.

 -Efendim, Sultan İkinci Abdülhamid Han'ın şahsi bütçesinden harcayarak ve döşeme taşlarını Paris'ten getirterek kurduğu bu ilk resmî kütüphanenin daha önceki haliyle ilgili bilgiler verir misiniz?
-Bugün Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nin bulunduğu mekânların bir kısmı, daha önceleri Beyazıt külliyesinin imaret kısmını oluşturuyordu. Beyazıt külliyesi, 1506 yılında İkinci Beyazıt devrinde tamamlanan mekânlardan ibaretti. Burada hemen belirteyim ki Osmanlı devletinde külliyeler şehrin bir nev'i özetiydi. Onlara küçültülmüş şehirler demek de mümkündür. Tabîî ki külliyenin merkezini cami teşkil ediyordu.
Cami, bugün olduğu gibi sadece namaz kılınan bir mâbetten ibaret değildi. O devirlerde camiler, özellikle "selatin camileri" denilen padişah camileri namazın dışında da dini ve kültürel faaliyetlere sahne oluyordu. Ezcümle çeşitli kürsü vaizleri tarafından vaazlar veriliyor, dini mahiyette konuşmalar yapılıyor, sorulan sorular hoca efendilerce cevaplandırılıyor, fetvalar sıralanıyordu. Mabetler aynı zamanda birer mektep ve medrese görevini de yerine getiriyordu. Meselâ maksûreler hâlinde ayrılanbölümlerde çeşitli dersler okutuluyor; bir köşede Buhari-i Şerif'ten ders yapılırken, diğerinde Mesnevi kıraat ediliyordu. Kısaca söylemek gerekirse, camiler günün her saatinde cıvıl cıvıldı. Ve böylece asıl fonksiyonunu ifa ediyor; Müslümanları her an bi rbirleriyle tanıştırmak ve kaynaştırmak sûretiyle İslam'daki birlik ve beraberlik rûhunun tezahür etmesini sağlıyordu. İşte camiler, etrafındaki diğer hizmet binalarıyla birlikte külliyeleri oluşturyordu. Yukarıda da ifade ettiğim gibi, külliyeler, İslam şehirlerinin küçültülmüş birer örneğiydi.
Cami medeniyeti
-Külliyeler, camilerin dışında başka hangi binalardan ve ne gibi sosyal kuruluşlardan ibaretti?
-Merkezini camilerin oluşturduğu külliyeler medreselerden, imaretlerden, hastahanelerden, aşhanelerden, hanlardan, ve hamamlardan meydana geliyordu. Ecdât, yüz yıllarca insanlara hizmet veren külliyeleri inşa ederken, efradını câmi, ağyarını mâni hareket etmiş, bir sosyal tesiste bulunması gereken her şeyi hazırlamıştı. Ruh ve madde plânında ortaya çıkan külliyeler, insanların maddi ve manevi ihtiyaçlarına birlikte cevap veriyordu. Bugün bile selâtin camilerinin etrafında o zamanlar tesis edilen ve gönül medeniyetinin birer tezahürü olan külliye binalarının kalıntılarına rastlayabilirsiniz. Edirnekapı'daki Mihrimah Sultan Camii'nin hemen yanı başında bulunan Mihrimah Sultan Hamamı günümüzde de hizmet vermeye devam etmektedir.
İşte şehrin özeti diye adlandırdığımız külliyenin imaret kısmında, bugün Beyazıt Devlet Kütüphanesi bulunmaktadır. 1882 yılında kütüphanenin kurulmasına başlandığı zaman bu imarethanenin bir kısmı ahır olarak kullanılıyordu. Kütüphanenin mekânı olarak orası alınıyor ve yeniden yapılıyor. Onarıldıktan sonra güzel bir mekân ortaya çıkıyor. 24 Haziran 1884'de Beyazıt Devlet Kütüphanesi resmen açılıyor.
Ahırdan kütüphaneye
-Böyle resmi bir kütüphanenin kurulması hangi ihtiyaçlardan doğdu ve açılış merasimi nasıl yapıldı?
-Bu sorunuzu cevaplandırabilmek için şöyle biraz geriye gitmek ve Osmanlılar zamanındaki kütüphanelere göz atmak gerekmektedir. Hemen belirtelim ki, Osmanlı medeniyeti, aynı zamanda bir kitap medeniyetiydi. Ardına çil çil kubbeler serperek ilerleyen asâkir-i islam veya orduyu hümayun, gittiği yerleri sadece maddi plânda fethetmiyor; manevi yönden de imar ve ihya ediyordu. İşte camiler, çeşmeler, hanlar ve hamamlar bu imar ve ihya hareketinin bel kemiğini teşkil ediyordu. Osmanlı akıncısının altındaki atın ayak bastığı yer, birden medeniyet fışkırtıyordu.

 Bilindiği gibi, Fatih Sultan Mehmed İstanbul'a girer girmez Fatih Camii külliyesini yaptırıyor, külliyede üç tane de kütüphane açtırıyor. Bu kütüphanelerin birincisi caminin içindeki kütüphane, ikincisi, Sahn-ı Seman kütüphanesi, üçüncüsü ise medreselerin hususi kütüphaneleridir. Daha sonraki yıllarda şehirde başka kütüphanelerin de bulunduğunu biliyoruz. Fatih devri, kütüphanecilikte de Osmanlı'nın altın devrini teşkil etmektedir. Unutmayalım ki, kütüphanecilik, ilimle uğraşan milletler için en başta gelen hizmet kuruluşudur.
Osmanlılarda vakıflara büyük bir önem veriliyordu. İmparatorluğun her bölgesinde vakıf sistemi yaygındı. Başka bir ifadeyle söylemek gerekirse, Osmanlı devletini zirveye ulaştıran ve sosyal dayanışmayı en mükemmel bir şekilde sağlayan kuruluşların başında vakıflar gelmektedir. Kütüphanelerin ortaya çıkmasında da vakıfların büyük bir rol oynadığını görüyoruz. Zenginlerin, paşaların, beylerin yaptırdıkları caminin hemen yanıbaşına bir de kütüphane açtıklarına şahit oluyoruz.
İstanbul'da Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nden önce tesis edilen yüzlerce kütüphane bulunmaktadır. 1869 yılında kütüphaneler vakıflardan alınıyor, Maarif Nezaretine, (Milli Eğitim Bakanlığına) veriliyor. Bu işlem sürerken yeni bir fikir gelişiyor; devlet ricali, küçük kütüpaheneler yerine bunların birleşmesinden meydana gelen büyük, zengin ve hizmet sahası geniş kütüphanelerin kurulmasını istiyor. Maarif nazırı Mustafa Paşa'yla devrin sadrâzamı Said Paşa bu teklifi padişaha arz ediyor. Tabii ki, İkinci Abdülhamid Han bu fikri büyük bir memnuniyetlekabul ediyor, biraz önce sizin de dediğiniz gibi, kendi hazine-i hâssasından gerekli parayı veriyor, hatta kütüphanenin mermerlerini de Fransa'dan getirtiyor. 1882'de Beyazıt külliyesinin, imaret kısmının ahır olarak kullanılan bölümü kütüphane için elverişli kabul ediliyor, hemen faaliyete başlanıyor; iki yıl gibi kısa bir süre içinde onarımı, restorasyonu tamamlanıyor ve bir merasimle resmen açılıyor. Hemen sahaflardan bir takım Naima Tarihi alınıyor ve sembolik olarak raflara yerleştiriliyor "Kütüphane-i Umumi-i Osmani" adı altında hizmet vermeye başlıyor.
"Tarih-i Naima, oku beni daima"
-Efendim, Osmanlı vak'anüvis tarihlerinin en önemlilerinden kabul edilen ve hakkında "Tarih-i Nâima, oku beni daima" denilen altı ciltlik değerli eseri raflara koyduk. Peki bu koca kütüphane daha sonra nasıl dolduruldu, kitap akışı hangi yöntemlerle sağlandı ?
-İşin bu safhasında önce Beyazıt Camii'ndeki kitaplar getiriliyor. Bu kitapların içinde dört bin kadar yazma vardır. Tabii ki birden itibaren hepsi numaralanıyor. Kütüphanede bulunan kitapların otuz bin tanesini 1928'den önce Arap harfleriyle basılan kitaplar oluşturmaktadır. Daha sonraki yıllarda bu sayı dört yüz elli bini buluyor. 1934 yılına kadar kütüphane kitap, dergi ve gazete bağışlarıyla oldukç a zenginleşiyor. Belirli bir seviyeye geliyor. 1934 yılında devlet bir kanun çıkarıyor. "Basma, yazı ve resimleri derleme kanunu." Bu kanuna göre, Türkiye'de basılan kitapdan, dergiden, gazeteden, yani her türlü yayından altı nüsha toplanıyor, Türkiye'deki altı kütüphaneye gönderiliyor. İşte bunlardan biri de Beyazıt Devlet Kütüphanesi'dir.
-Kütüphanenize bağışta bulunan kitap dostlarından bazı örnekler verebilir misiniz ?
-Sözün başında belirtmek gerekir ki, kütüphanemize yapılan bağışların sayısı hayli kabarıktır. Balkan savaşı olanca şiddetiyle devam ettiği, vatan topraklarının birer birer elden gittiği o netameli günlerde vatandaşlarımız arabasına, kağnısına yükleyip binbir zahmetle getirebildiği eşyalarının arasında bulunan kitapları o zamanki ad ıyla "Kütüphane-i Umûmî-i Osmani"ye bağışlıyordu. Daha sonraki yıllarda kitap dostu bir çok kimse kıymetli eserlerini kütüphanemize bağışlama lütfunda bulundu. Meselâ bunlardan biri de büyük bilginlerimizden ve bestekarlarımızdan olan İsmail Fenni Ertuğrul'dur. Üstadın koleksiyonu, son derece değerli yazma ve basma kitaplardan oluşan 9150 ciltlik bir hazinedir.
Diğer bir bağışçımız ise eski Türkiye Büyük Millet Meclisi üyesi ve Başbakanlık Özel Kalem Müdürü Necmeddin Sahir Sılan'dır. Necmeddin Bey, 5000'e yakın kitap, dergi ve diğer dokümanları kütüphânemize bağışladı. Daha sonra, eşi Cemile Hanım'ın anısına kütüphanenin girişi restore ettirildi. "Cemile Necmeddin Sahir Sılan Galeri - Kitaplığı Tesisi" adı verilen bu bölümde belirli günlerde ve haftalardaanma toplantıları yapılmakta, kültürel faaliyetler gerçekleştirilmektedir. Kütüphanemize bunların dışında daha başka bağışlar da yapıldığını bu arada belirtmiş olalım. Mesela eski bakanlardan Cihat Baban da bunlardan biriydi.
Aranan bir kitabın hemen bulunması ve ihtiyacın derhal giderilmesi tabiî ki güzel bir şeydir. M. Kemal Paşa, Anadolu seyahatinde bulunduğu bir sırada kendisine bir kitap lâzım olur. İstediği kitap bulunup kendisine verilince bunun nasıl temin edildiğini sorar, bir kütüphaneden getirildiği söylenince memnun olur ve bazı kütüphanelere bütün kitaplar gitsin ki, isteyen herkes böyle benim gibi aradığı kitabı bulsun der. Böylece derleme kanunu çıkar. İşte bu derleme kanunuyla birlikte kütüphanemiz 450.000 kadar kitaba sahip olur. Ayrıca 24.000 kadar dergimiz bulunmaktadır. Türkiye'de çıkan bütün gazeteler Beyazıt Devlet kütüphanesine gelmektedir. Bunların dışında kütüphanemizde mevcut olan para, pul, kartpostal gibi şeylerden de söz edebiliriz. Şunu da belirteyim ki, derleme kanunu 1939'dansonra hiç değişmediği için, bugün mevcut bir takım modern malzemenin kütüphanemize gelmesi mümkün olmamaktadır. Hem bizim tarafımızdan, hem de derleme müdürlüğünce bu konuyla ilgili yeni kanun müsvetteleri hazırlanıp bakanlığa gönderildi, ama henüz bir netice alınamadı.
Tam bir hazine
-Kütüphanenizde bulunan kitapların türü ve daha başka özellikleri hakkında neler söyleyebilirsiniz?
- Hemen belirtmeliyim ki kütüphanemiz roman okuyan, ödev yapan ve benzeri ihtiyaçlar için müracaatta bulunan okuyuculardan ziyade, araştırma ve inceleme yapmak isteyenlere açıktır. Güncel kitaplarda okuyuculara hizmet sunamıyoruz. Kütüphanemizde mevcut yazmaların sayısı on iki bini bulmaktadır. Tabiî ki bunların içinde bir bölümü Arapça, bir kısmı Farsça, diğerleri de Türkçedir. Yazma kitaplar her türlü ilimden bahsetmekte, matematikten, tıptan tut, tasavvufa kadar her konuyu işlemektedir.
  
Yazmalar
-Bu yazmaların içinde muhakkak ki çok değerli eserler bulunmaktadır. Bir kaç örnek verebilir misiniz?
- Meselâ üç ciltlik "Ed irne Tarihi" bunlardan biridir. Adı geçen eser sadece Edirne şehrinin tarihi olmayıp, bütün bir Trakya bölgesiyle ilgili her türlü bilgiyi ve belgeyi ihtiva etmektedir. Eser, bu özelliğiyle bir medeniyet tarihidir. Kitapta tarihi olaylar, ilim adamlarınınhayatı, camiler, çeşmeler, medreseler yer almaktadır. Kısaca söylemek gerekirse, Edirne Tarihi bütün bir bölgenin efradını câmi, ağyarını mâni medeniyet tarihidir. Ne yazık ki üç ciltlik bu kıymetli eser şimdiye kadar Lâtin harflerine kazandırılamadı. Ayrıca kütüphanemizde "Mesnevi"nin, İbrahim Hakkı hazretlerinin "Marifetnâme"sinin güzel birer yazma nüshası bulunmaktadır.
-Edirne Tarihi'nin yazarı kimdir?
- Bâdî Efendi.
-Gelelim matbu kitaplara...
- Efendim, ilk matbu kitapları biliyorsunuz Müteferrika Matbaası'nda basılan eserler teşkil etmektedir. Bunlardan on tanesi kütüphanemizde bulunmaktadır. Maalesef tamamı mevcut değildir. Müteferrika Matbaasından sonra Devlet Matbaasında tab edilen kitaplardan bol miktarda bulunmaktadır. Çok kıymetli yazma eserler seçilip basıldığı için Devlet Matbaasının yayımladığı eserler oldukça değerlidir. Tabiî bütün bunları isim isim saymamız mümkün değildir. Tasnif ve katalog meselesi söz konusudur. Maalesef kütüphanemizin kadrosu oldukça yetersizdir.
-Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nin kronolojik tarihi hakkında bilgi verir misiniz?
- Beyazıt Devlet Kütüphanesi 1884 yılında "Kütüphane-i Umûmi-i Osmani" adıyla kuruldu. Hoca Tahsin Efendi adında biri ilk müdür olarak göreve başladı. Ancak bu zat hakkında fazla bir bilgimiz yok. Sonra meşhur İsmail Saip Sencer, Necati Lügal, Sadettin Nüzhet Ergun, Muzaffer Gökman, Yusuf Tavacı, Hasan Duman gibi zatlar kütüphane müdürlüğü görevinde bulunuyorlar. 1962 yılında, Milli Eğitim Şûrası'nın aldığı 21.6.1962 gün ve 320-367 sayılı kararıyla adı "Beyazıt Devlet Kütüphanesi" olarak değişiyor. Ondan sonra bu şekliyle hizmete devam ediyor. 1940'lı yıllarda burada, bir ara çocuk kütüphanesi açılıyor, fakat fazla rağbet olmadığı için kapatılıyor, onun yerine cilthane açılıyor. Bu cilthane kütüphanemizin kitaplarını ciltlemeye halen devam ediyor.

O bir allâmeydi

-Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nde kırk yıl hâfız-ı kütüplük ve müdürlük görevinde bulunan ve devrindeki bilginlerin ifadesiyle Gazalî kadar mütekellim, Fahreddin-i Râzî kadar müfessir, İbn-i Sîna kadar hakim, Şeyh-i Ekber kadar âlim, Mevlânâ kadar âşık olan İsmail Saib Sencer kimdi?
- Merhum İsmail Saip Sencer Hocaefendi son derece zeki ve güçlü bir hafızanın sahibiydi. Onun bütün varlığı kitaplarından, kedilerinden ve dünyanın dört bucağından kendisini ziyarete gelen bilginlerden ibaretti. Etrafındakilerin anlattığına göre, kütüphanesindeki bütün kitapları, hatta İstanbul kütüphanelerinde bulunan bütün eserleri konularına, ciltlerine, baskı tarihlerine, sayfa sayılarına, noktasına, virgülüne varıncaya kadar biliyordu. Merhumun bu kadar geniş ilmine rağmen eser yazmadığı bir gerçektir; ama şurasını da belirtmek gerekir ki, onun asıl eserleri, cazibesine kapılıp etrafında pervane olan yerli ve yabancı alimlerdi. Vuslatından sonra, arkasından yazı yazan ilim adamlarından bazılarının ifadesine göre, Hazretin bizzat yazdırdığı veya dikte ettirdiği, fakat engin tevazuundan dolayı kendi ismini koydurtmadığı eserler de yok değildi. Meselâ Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın ünlü eseri "Osmanlı Tarihi"ni İsmail Saip Hoca'nın dikte ettirdiği rivayet edilmektedir. Ayrıca, meşhur kitabiyyât bilginimiz Bursalı Mehmet Tahir Bey'in üç ciltlik "Osmanlı Müellifleri"nin gerçek müellifinin de keza İsmail Saip Hocaefendi olduğu söylenmektedir. Daha birç ok âlim, şair ve gazeteci vardır ki, hepsi merhumdan çok istifade ettiklerini, başka hiçbir yerde ve hiçbir kaynakta bulamadıkları bilgileri kendisinden sağladıklarını açıkça itiraf etmektedirler.
Kâtip Çelebi'yi tashih etmişti
-Ord. Prof. İsmail Hakkı Uzunçarşılı 1940'da Belleten'in dördüncü cildinin, on üçüncü sayısına yazdığı nefis bir makalede Kâtip Çelebi ile İsmail Saip Sencer hocayı karşılaştırıyor ve diyor ki:
"Keşfü'z- Zünûn ile tarihi eserlerini okuduğumuz büyük Türk âlimi Kâtip Çelebi ile Hoca'nın, kitâbiyyât, tercüme-i hal, tarih ve edebiyat hususundaki vukufları mukayese edilince, on yedinci asrın yüksek âlimi, İsmail Saip Üstadın yanında mübalâğasız olarak bir tilmiz (öğrenci) vaz'iyetinde kalır. Hoca merhum, Keşfü'z- Zünûn'un bir kısım ye rlerini tashih ve daha birçok ilâvelerle Kâtip Çelebi'ye bir zeyl yapmıştır ki, Maarif Vekâleti'nin (Milli Eğitim Bakanlığının) satın aldığı bu zeyl ile diğer zeyller, Keşfü'z- Zünûn ile yeniden bastırılmaktadır."
- Efendim, söz sahibine göre kıymet ifade eder. Bunları Uzunçarşılı söylüyorsa hakikat payı büyüktür. Ayrıca, İsmail Saip Hoca'dan ne kadar istifade ettiğini de bu sözlerle ortaya koymaktadır. Benim kanaatim o ki İsmail Saip Hoca yüksek ahlâkının ve engin tevazuunun bir gereği olarak şunu da söylemiş olabilir: Bunu ben yazayım, ama sakın benim adımdan hiç bir yerde bahs etme. Karakterinden ortaya böyle bir sonuç çıkmaktadır. Çünkü prensiplerine son derece bağlı olan Hocaefendi güçlü bir şahsiyetin sahibiydi. O kadar ki gönülden bağlı olduğu değer yargılarından taviz vermemek, ilmiye kisvesinin bir nişanesi olan sarığı başından çıkarmamak için darülfünundan (üniversiteden) istifa etmiş, bir nevi Beyazıt Devlet Kütüphanesi'ne sığınmış ve ömrünün sonuna kadar buradan dışarı çıkmamıştı.
Merhum ve mağfur hocamız öyle örnek bir şahsiyettir ki, bir ara tıp fakültesine devam ediyor, bütün derslerden imtihana giriyor, icazet almaya hak kazanıyor. Fakat diploma almaya gerek görmüyor. Hazretin ilmi dirayetini bilen hocalar, neden diploma almadığını sordukları zaman şu cevabı veriyor: "Ben butûnumu (iç dünyamı) aydınlatmak, bilgi edinmek için fakülteyi bitirdim. Diplomaya ihtiyacım yok."
Hafıza şampiyonu
-İsmail Saip Hocaefendi aynı zamanda büyük bir hafıza şampiyonuydu. Faraza "Sağdan üçüncü raftaki Sicill-i Osmani'nin üçüncü cildini al. Yetmiş beşinci sayfasındaki dördüncü paragrafı oku. Orada geçen filan zatın hayatıyla ilgili ayrıntılı bilgiler başka şu kaynaklarda vardır" dedikten sonra, onlarca eser sıralayacak kadar vukûfiyet sahibi bir zattı. Onun, bu yönüyle ilgili başka çarpıcı örnekler biliyor musunuz?
Meselâ başı ve sonu eksik bir Arapça kitabı hafızasından tamamladığı biliniyor. Bu meselenin mahiyeti nedir?
- İsmail Saip Sencer Hocaefendi'yi bir gölgesi gibi takip eden Reşer adında bir Alman Yahudisi vardı. Bu zat, daha sonraki yıllarda İstanbul Üniversitesi'nde Şarkiyat profesörü olarak görev yapmıştı. İşte bu Reşer, İsmail Saip Hoca vefat edinceye kadar peşini bırakmamış, ölümünden sonra da "Artık benim ilim ışığım söndü!" diye intihara kalkışmıştı. Sonradan Müslüman olan Oscar Reşer'in sizin sorduğunuz konuyla ilgili enteresan bir hatırası var.
Osman Reşer, uzun süre Süleymaniye Kütüphanesi'ndeki tasnif heyetinde de çalışmıştı. Kırklı yıllarda, İstanbul Kütüphanelerinde bulunan yazma ve matbu kitaplar tasnif edilmiş, kataloglama işlemleri tamamlanmıştı. Bu heyetlerin içinde Osman Reşer de bulunuyordu. İşte bu Osman Reşer diyor ki: "Elime bir gün yazma bir kitap geçti. Baktım hem başı, hem sonu eksik. Konusunu da çok iyi anlayamadım. Hocam İsma il Saip Efendi'ye götürdüm. Bu kitap nedir, hattatı kimdir diye sordum. Şöyle bir baktıktan sonra "yaz" dedi, baştaki ve sondaki eksik sayfaları tamamlattı. Yazarını ve konusunu söyledi. Ben de bu kitabı yanımda saklamaya başladım. Süleymaniye Kütüphanesi'nde kitapları tasnif ederken, bana söyleyerek başını sonunu tamamlattığı kitabın aynısı çıktı. Büyük bir heyecana kapıldım. Kütüphanedeki yazmalar dışarı verilmediği için mecburen ertesi günü bekledim. Akşam eve gelince Hoca'nın ezbere tamamlattığı kitabıaldım ve sabahleyin Süleymaniye Kütüphanesi'nin yolunu tuttum. İki kitabı karşılaştırınca, bir noktasının ve virgülünün eksik olmadığını, birbirine tıpa tıp uyduğunu hayretle, dehşetle gördüm."
İsmail Saip Efendi'nin, ne büyük bir hafıza şampiyonu olduğunu gösteren, buna benzer daha birçok çarpıcı örnek sıralayabiliriz. Efendim, tarihte böyle nâdir zekâlar var. Meselâ meşhur Harun Reşid bunlardan biriydi. Şiir okumak için huzuruna çıkan kimseye, bu şiiri yazan sadece siz değilsiniz, ben de yazdım, isterse niz okuyayım der, şiiri ikinci defa baştan sona okurmuş. Biliyorsunuz Arapların cahiliye devrinde sözlü edebiyat çok ilerlemişti. O dönemi ve daha sonraki devirleri inceleyen Arap edebiyatı tarihinden böyle güçlü şairlerin, hafıza şampiyonlarının hayat hikâyelerini öğreniyoruz. İşte ben İsmail Saip Hocamızı o devirde yetişen böyle büyük dehalara benzetiyorum.
İlim dünyasının güneşi
-"Ayaklı kütüphane" sözünün bile İsmail Saip Hocayı anlatmakta yetersiz kaldığını, ona verilen bu meziyetlerin ilâhi bir mevhibe olduğunu görüyoruz.
- Tabîî. Şimdi şöyle söyleyelim. Bir kimse, muhtelif kütüphanelerde bulunan on binlerce eserin adını, konusunu, cildini, sayısını vesaireyi biliyorsa ona "ayaklı kütüphane" denir. Tarihimiz böyle ayaklı kütüphaneleri kaydetmektedir. Belirtmek gerekir ki, İsmail Saip Hoca'nın durumu büyük bir farklılık arzetmektedir. O, bütün kitapların muhtevasını bildiği gibi, büyük bir bölümünü de ezberine almıştı. Böyle bir insana ancak "deha ötesi deha" diyebiliriz.
Kısaca söylemek gerekirse İsmail Saip Efendi ilim dünyasının bir yıldızı, hatta güneşidir. Hazret o kadar büyük bir ilim adamı ki, bunu bütün Batılı bilginler de tasdik etmekten kendilerini alamıyorlar. O kadar ki, Avrupa'dan gelen birçok bilgin önce onun rahle-i tedrisinden geçiyor. Hatta şöyle bir şey anlatılır: Müsteşrik Oscar Reşer İstanbul'a geldiği zaman Beyazıt'ta İsmail Saip Efendi'nin bir sohbetine katılıyor. İsmail Saip Efendi konuşurken Reşer, "Yanlış oldu efendim, bu kelimenin, böyle olmaması gerekir" diye müdahalede bulu nuyor. Başta da ifade ettiğimiz gibi Hoca merhum prensiplerinden taviz vermeyen ve bildiğini doğru bilen bir allâme olduğu için, bu müdahale karşısında tavrını hiç bozmuyor, Reşer'e "Sus köpek, otur oturduğun yerde!" diye çıkışıyor. Tabiî ki, Osman Reşer üzülüyor, bir köşeye büzülüyor, konuşmaları dinlemeye devam ediyor. Söz bitip meclis dağıldığı sırada o da gitmek için ayağa kalkıyor. Fakat İsmail Hoca, Reşer'e "Sen dur" diyor ve anlatmaya başlıyor: O kelimenin on altı mânası vardır. Şu şu manaya gelir, şununki böyledir, senin dediğin şuradaki manasını kullandım diye uzun uzun izah ediyor. Bu açıklamalara ve Hoca'nın derin ilmine hayran olan Reşer, bir daha onun peşini bırakmıyor.
İki okyanus
-Sayın müdürüm. İsmail Saip gibi bir allâmeyle, müsteşrik Osman Reşer'in yan yana gelmesini, ben şahsen iki denizin birleşmesi gibi görüyorum. Ve Osman Reşer'in, Hoca'nın ilmine, faziletine, ahlâkına ve karakterine hayran kalarak Müslüman olmasını çok önemli bir hâdise telâkki ediyorum. Bu birlikteliğin ortaya çıkar dığı canlı tablolardan bir kaç örnek daha verebilir misiniz?
- Bu sorunuzun cevabını merhum Mahir İz hocamızın "Yılların İzi" adındaki hatıratından aldığım şu cümleler en güzel şekilde verecektir. Aynen naklediyorum:
"İsmail Efendi sarık ve cübbesiyle Dârülfünun'da (üniversitede) -Arap Edebiyatı- hocasıydı. Kıyafet inkılâbından sonra: 'Biz bununla geldik, bununla gideriz' diyerek istifa etmiş ve yerine bir Alman müsteşriki olup, sonradan bizim de fakültede hocamız olan Reşer Bey'i tavsiye etmişti. Reşer,Almanya'da Şarkiyat'ı bitirdikten sonra Mısır'a gidip orada bir müddet kalmış, sonra İstanbul Kütüphanelerini tetkike gelmiş ve Saip Efendi'yi bulunca dizinin dibinde oturmuş, yirmi beş sene peşini bırakmamıştı. Kedi meraklısı olan İsmail Efendi'nin bizimzamanımızda yirmi yedi tane olan kedilerinin erzakını, Reşer Bey dışarıdan toplar ve kedilere yedirirdi. Kedi yavruları, sohbet esnasında bir şeyi takrir ederken, hocanın bir omuzundan diğer omuzuna inip çıkarlardı. Reşer, hocası oruç tutar diye Ramazanlarda oruç tutardı. Sonra yine onun tesiriyle İslâm'a girdi. Oscar Reşer 'Osman Reşer' oldu.
Osman Reşer üniversitedeyken onun ilk talebesi bendim. Bir gün derste bana: 'Ben şaşıyorum. Öyle şeyler biliyorsunuz ki, nasıl bildiğinize hayret ediyorum. Fakat öyle şeyler bilmiyorsunuz ki, bunu nasıl bilmediğinize şaşıyorum' demişti. Ben de: 'İşte buna metodsuz Şark usûlü derler' dedim.
İstanbul'da yapılan bilmem kaçıncı müsteşrik konferansına dinleyici gitmiştim. O da oradaydı. Kendisiyle karşılaştım. 'Bu Şark ilmi bilginleri arasında bana bir adam tanıtınız ki, edebiyat-ı arabiyeden müşkil beyitleri kendisine sorayım' dedim. 'Bunlar arasında ve garp metoduyla yetişmiş âlimler arasında öyle adam bulamazsın. Soracağın beytin kimin olduğunu söylersen, onlar sana ozâtın dîvânının kimler tarafından şerhedildiğini söylerler. Sen gidip, onlara bakıp öğrenirsin' demişti. İşte şark bunun aksine bir metod ile yetişti. Her şeyi hafızasına almak istedi. Ondan dolayı şu darb-ı meseli yeri gelince tekrar ederler: 'El-ilmü fi's-sudûri lâ fi's-sütûr', yani ilim insanın kendisindedir. Kitaplarda değil.' Garp tamamıyla bunun aksini iltizâm etmişti.
Fakat kendisi dünyayı gezmiş, dolaşmış, İsmail Saib Efendi'den başka kendisini tatmin edecek kimseyi bulamamıştı.
Kendisi cidden âlim adamdı. Ayrıca hayrete şâyan bir coğrafya bilgisi vardı. Hâfız Bey'e bu hususu söylediğim zaman: 'O da bir şey mi? Şu dirseklerimi altı ay masamın üzerine koyayım, sonra gel sen beni coğrafyadan imtihan et' demişti.
Müsteşrikin göz yaşları
İsmail Efendi'nin vefatından sonra kalabalıkla birlikte cenazeyi takip ettik. Definden sonra herkes döndü. Ben hem garip kaldım, hem de hocam olduğu için kabrin başından dönmesini bekledim. Herkes gittikten sonra mezarın başında ellerini kavuşturmuş halde beş dakikadurdu. Ben uzakta olduğum için ne söylediğini, ne okuduğunu işitmedim. Dönüp yanıma gelince dedi ki: 'Benim güneşim söndü. Artık bana hayat karanlıktır. Yaşamaya bile değmez.' Bu söz, ilim aşkının dile getirdiği bir ifade idi. Onun üzerine ben: 'Size bir y ıldız göstereceğim, onunla teselli bulacaksınız' dedim. 'Bu işle meşgul kim varsa ben hepsini tanırım. Kimse onun yerini tutamaz, dedi. Şerafeddin Yaltkaya'dan başlayarak Rebîi Molla vesaire ile bir kaç isim saydı. 'Onların hiçbiri değil' dedim. Hafız Bey'i söyledim. 'Şöyle, kısa boylu bir adam değil mi?' dedi. 'Evet' deyince başını, 'Nafile' onu da biliyorum. mânâsında salladı. Ben ısrâr ettim. 'Bir kere görüşün ' dedim. Hafız Bey'i tanıttım.
İki ay sonra Karaköy börekçisinin köşesini dönerken tramvayda Reşer'i gördüm hemen atladım. 'Nasıl buldunuz?' dedim. 'Eh, şöyle böyle' dedi. Devam edin, sonra yine konuşuruz, dedim. O hâle geldi ki Hafız Bey'i Kuzguncuk'taki evinde bulamazsa, Erenköyü'ne Muhiddin Beylere geliyor, orada da bulamazsa Nişantaşı'nda Hafız dostlarından biri olan Harbiye Nezâreti emeklisi olan bir zatın evine gidiyor ve bu yolculukları aynı günde yapıp, Hafız Bey'i buluyordu. 'Bir beyitte müşkilim var' diye başlar, en az on beş beyit okurdu.
Bu aralarda ben Hafız Bey'i gördükçe Osman Reşer'in bilgisini sorardım. 'Bu müsteşrikler, böyle baştan aşağı cahildir. Hiç bir şey bildikleri yok' derdi. Ben kendisine onun çok değerli âlim bir Arap edebiyatçısı olduğunu tekrarlardım.
Reşer, altı ay sonra Hafız Bey'i takdir etti. Hafız Bey, tam üç sene sonra: 'Cidden büyük bir âlimmiş' diyerek Reşer'in ilmini tasdik etti.
Hafız Bey'in son zamanlarında Altûnîzâde'deki Süleyman Bey'de otururken kendisini ziyarete gitmiş ve Reşer ile neler okuduğunu sormuştum. 'Yakası açılmamış, görmediğimiz, on dört divan okudu' demişti.
Bunların iyi kötü tercümesini yapar ve az miktarda Almanya'da bastırırdı. Hafız Bey'in adını zikretmek hususunda kadirdânlığı gösterirdi. Hafız Bey, öyle şeylere değil, hiç bir şeye metelik vermezdi. İşte o vesilelerden birinde şu beyti söylemişti:
O ganîyim ki, bu bâzâr-ı cihanda feleğe
Metelik vermek için bende bozukluk yoktur
Reşer aynı zamanda şairdi. Almanca şiirlerini yazıp neşrederdi.
Bir gün Bayezid'de kütüphane kapısında çınarların altında oturuyordum. Kütüphaneden çıkan Reşer beni görünce geldi. 'Yahu' dedi. Hasan Âli (Yücel) Bey ile Fuzûlî'nin 'Leyla ve Mecnûn'unu Almancaya tercüme ediyoruz. Bir beyit geldi, mânâsını bir türlü anlayamıyoruz.
Sûz-i dil ile gelip figâne
Kâfûrunu dökdü zağferâne
Şu "kâfûrunu zağferâne dökdü ne demek?" deyince 'Fuzûlî ile meşgul olanlara sormadınız mı?' dedim. 'Kime sordumsa cevap alamadım' dedi. 'Ağladı, demektir' dedim. 'Ne münasebet?' deyince, izah ettim: 'Kâfûr, beyaz gözyaşları; zağferân, aşktan ve heyecandan sararmış yüzüdür. Ağlayınca kâfû r, zağferâne dökülmüş oluyor' deyince çok hoşuna gitmişti.
Benim hüviyetim hakkında hiç bir malûmatı olmayan Hasan Ali Yücel, vekâleti zamanında edebiyat lügatçesi hazırlanması için Nâmık Kemâl, Ziyâ Paşa ve Hamse-i Atâî divanlarını bana havale etmişti. Bunda Reşer'in Şerafeddin Efendi'nin ve merhum fakülte arkadaşım Adnan Ötüken'in tesirleri olduğunu hissediyorum."
Kedili kütüphane
-Efendim. Beyazıt Devlet Kütüphanesi'nin adı bir zamanlar "Kedili Kütüphane"ye çıkmıştı. Hoca merhumun kedilerle olan münasebeti hakkında neler söyleyeceksiniz?
- İsmail Saip Hoca'nın en ilgi çekici özelliklerinden biri de kedilere olan düşkünlüğüydü. Hoca'nın, daha sonraki yıllarda sayıları sekseni bulan çeşit çeşit kedileri vardı. Bunlar da kütüphanenin demirbaşıydı. Hocaefendi kitap okurken kedilerden kimi kucağına yerleşir, kimi omuzuna çıkar, kimi de sarığının tepesine tünerdi.

Kedilerle bu kadar içli dışlı bir hayat yaşayan İsmail Saip Sencer Hocaefendi maaşının hemen hemen yarısını bunlara harcar, onların en güzel şekilde beslenmeleri için gerekli her yola başvururdu. Merhumun vefatından sonra nefis bir makale yazan İbnülemin Mahmud Kemal Bey, onun kedilere olan tutkusunu şu cümlelerle dile getirmektedir:
"Kedilere gösterdiği merhamet ve şefkat şâyân-ı hayret idi. Eski hukukumuz münâsebetiyle yemeğe davet ettiğim zamanlar zor durumda kalırdı. Benim davetimi reddetmekten sakınırdı. Davetime icabet ederse, kedilere bakmazlar, yemeklerini vaktiyle vermezler de rahatlarını bozarlar diye endişeye düşerdi. Bir kaç defa Ramaz an'da iftar vakti evin kapısına kadar geldiği halde, o endişeyle geri döndüğünü daha sonra kendi söylerdi. Etrafını, hatta vücûdunu istila eden ve gayet pis kokular yayan kel, kör, topal, kuyruksuz kedilerden dolayı itap ederdim. (Paylardım.) 'Sizin meskeniniz kedilere mahsus dârülacezedir' derdim. Bîçâre, boynunu büker, 'ibtilâdır' mazur görünüz' derdi.
Kedi hanımlar ve beyler, o kadar şımarmışlardı ki, diğer kedilerin hasret çektikleri akciğer, karaciğer değil, koyun etinden külbastıları, kebapları da beğenmezler, sütten usanırlar da kaymak takdim olunurdu. Bir aralık ona da rağbet buyurmadıkları işitilmişti. Hizmetinde bulunanlar, maaşının yarısını bu kedilerin boğazına sarfettiğini söylerlerdi.
"Âşıka ta'n etmek olmaz müptelâdır neylesin
Âdeme mihr ü muhabbet bir belâdır neylesin"
beytini:
"Saib'e söylenmek olmaz, müptelâdır neylesin
Hırreye fart-ı muhabbet bir belâdır neylesin"
şekline koyarak okurdum. Gülerdi, bir yandan da büyük bir muhabbetle kedilerini okşardı."
"İlmin başı sağ olsun"
-Sayın müdürüm. Şeyhülislâm Yahya bir mısra-ı bercestesinde "Unuturlar seni bîçâre, hemen ölmeyi gör" diyor. Bir zamanlar Batılı bilginlerin bile önünde diz çöktüğü böyle bir allâme, ne yazık ki, emsali olan diğer ilim erbabı ve kemal ehli gibi unutuldu. Oysa vefat ettiği zaman, İsveç başbakanı, İsmet Paşa'ya telgraf çekmiş, "ilim âleminin başı sağ olsun!" demişti. Tam kırk yıl bu ilim hazinesini daha da zenginleştiren İsmail Saib Sencer Hocaefendi'yi unutturmamak için ne gibi faaliyetlerde bulundunuz. Bundan sonra neler yapmayı düşünüyorsunuz?
- İsmail Saib Sencer Hocamızı daha önceki yıllarda kütüphanemizde çeşitli ilim adamlarının katılımıyla andık. Bundan sonra da onun aziz ruhunu ta'ziz etmeye, hatırasını yaşatmaya devam edeceğiz. Bunun için genellikle yuvarlak rakamları tercih ediyoruz. Kırkıncı yılı, ellinci yılı gibi... Önümüzdeki yıllarda da inşallah daha kapsamlı, daha kalabalık anma merasimleri düzenlenecektir. Ancak şurasını da belirtmek gerekir ki İsmail Saib gibi bir allâmeyi hakkıyla anmak, onun ilmîşahsiyetini, üstün kişiliğini ortaya koymak, bugünkü nesillere tanıtmak öyle kolay bir iş değildir. Ben istiyorum ki, onu yakından tanıyan kimseler bu işi yapsın. Tabîî ki bu insanların da sayısı oldukça azaldı. Meselâ Tâhâ Toros Bey'i davet ettik. Fakat hayli yaşlı olduğu için gelemedi. Aslında bu işi en iyi yapacaklardan biri de Tâhâ Bey'dir. İnşallah ileride böyle geniş kapsamlı bir anma programını gerçekleştirmeye çalışacağız.
Tekbirlerle uğurlandı
- İsmail Saib Efendi hazretleri ne zaman vefat etti, hangi kabristana defnedildi?
- Hoca Efendi 22 Mart 1940'da gece saat onbirde Rahmet-i Rahmana kavuştu. Hazretin vefatını, İbnülemin Mahmud Kemal Bey, nev'i şahsına münhasır üslûbuyla şöyle anlatmaktadır:
"Ziyaretine gittim. Küçük bir taş odada yatağını serdirmiş, üstünde oturmuş, mesele soracak zatların vürûduna muntazırdı. (Gelmelerini bekliyordu.) İki kırık iskemleden birine düşmemek için iğreti oturdum. Gördüğüm sefalet ve adem-i nezafet canımı sıktı. Söylendim. Her şeyi hoş gören o merd-i deryâdil, teessürümü gidermeye çalıştı.
Pek sevdiğim o faziletli zatın hastalanıp kardeşinin evinde yattığını işittiğim anda gittim. Aşağı katta bir odada yatıyordu. Gözleri kapalıydı. Zahmetle nefes alıyordu. Gözlerini açtığı zaman da kimseyi tanımadığını söylediler. Hafif bir sesle 'Esselamü Aleyküm' dedim. Gözlerini açtı, derhal beni tanıdı. Memnûniyet ve teşekkür emâreleri gösterdi. ' İnşallah kesb-i afiyet edersiniz. Cenab-ı Hak'dan istid'a-i afiyyet ve Habîb-i i Hak'dan niyazı şefâat ediniz. Ben, Resûl-i Ekrem-i görüyorum. Siz de görürsünüz' diyerek karşı duvara baktım. O da bakıp müsterhimâne bir tavır ile 'Allah Allah' dedi. Bana ağlama geldi. Kendine göstermemek için odadan süratle çıktım. Bir kaç saat sonra rûh-u pâki, merci-i asliye revan oldu. Benim gibi pek eski muhiplerini tâlân ve nâlân etti.
Nâil-i rahmet-i rahmân olsun
Dâhil-i ravza-i rıdvân olsun"

1940 Yılın'da Hakka Yürüdü.ALLAH rahmet eylesin.

 Cenazesi, o zamana kadar görülmemiş bir kalabalıkla Bayezid Camii'nden alındı, eller üzerinde Merkez Efendi Mezarlığı'na götürüldü. Son zamana kadar başına giydiği tekbirli şeb külâhı, tabutunun başına ve defin esnasında da kabrine kondu. Mezarı caminin kıble tarafında, yirmi beş metre mesafededir. Yalnız baş taşı vardır. Taşın ön cephesindeki yazı şöyledir:
"Allah
Eski Dârülfünûn Edebiyyat-ı Arabiyye Müderrisi ve Bayezid Umûmi Kütüphanesi Müdürlüğünden emekli, Bayezid dersiâmlarından, Şarkiyyat mütehassısı Hoca İsmail Saib Sencer burada medfûndur. 1289-1940"
Fatih türbedarı Ahmed Âmiş Efendi'nin meşhur halifelerinden Melâmi Şeyhi Balıkesirli Abdülaziz Mecdi merhum, İsmail Saib Efendi'nin vefatı üzerine şu tarihi söylemiştir:
"Fâzıl-ı devrân Cenab-ı Saib-i şöhretşiâr
Kesret-i ilmiyle olmuşdu celilül i'tibâr
Asya ve Avrupa'da nûr-ı fazlı münteşir
Kendini hürmetle medh u yâd ederdi rüzgâr
Canlı bir dârülkütübdü, kalbi fihrist-i ulûm
Mazhar-ı nûr-ı ilâhi, âşık-ı perverdgâr
Sinesi hubb-ı Nebî'den şu'ledâr-ı feyz idi
Kenz-i mahfîsi Melâmet hırkasından âşkâr
Sofrası her zihayata bezlederdi ni'meti
Kîsesi eylerdi muhtâcı keremle bahtyâr
Ömrü yetmiş yıl mücerred geçti aşk-ı ilm ile
Kendini rıfk ile şâd etsin Cenab-ı Kirdgâr
Ağladı çeşm-i maârif, ağladı eshâb-ı dil
Ağladı, Mecdî vefatında bunun ağyâr u yâr
Noktasında nükteli Saib'ledir târih-i fevt
Oldu İsmail Efendi âzim-i dârülkarâr"

İsmail Sâib Sencer’in vefat yıldönümü dolayısıyla iki tarihçi bir araya geldi: Dursun Gürlek ve Mehmet Serhan Tayşi..

Hasan Âli Yücel - Sâib Efendi ilişkisi
Dursun Gürlek’ten öğrendiğimize göre; Batılılar üstad için “Kütüphanedeki Kütüphane” diyorlar. Başka bir tabirle de,“Kafasının içi, gözcülük yaptığı kütüphaneden daha zengin adam...” Dursun Hoca anlatmaya doyamıyor: İsmail Sâib Efendi Cumhuriyet döneminde müderrislik yapmasına rağmen İlmiye kıyafetini bırakmamıştır. Yani sarığıyla, hırkasıyla... Devrin (CHP’nin) Milli Eğitim Bakanı Hasan Âli Yücel karşısına gelir, el pençe divan durur. Kendisinin Mevlana’dan Rubailer diye 1932 yılında neşredilmiş bir kitabı vardır. O kitabın içinde Hz. Mevlana’nın el yazısı diye orjinal bir yazı mevcut. H. Âli Yücel, kitabının arka kısmına büyük bir hürmetle şunu yazıyor: “Hz. Mevlana’nın el yazısı diye orijinal bir yazı var. Ben bu kitabı hazırlarken Mevlana’nın bu yazısı için, gitmediğim kütüphane, sormadığım hoca kalmadı. Sonunda birisi İsmail Sâib Hocayı tavsiye etti. Ankara’dan İstanbul’a geldim. Kendisine durumu arz ettim ve bana en kısa sürede Mevlana’nın el yazısını buldu, takdim etti. Hocaefendi’nin mübarek ellerinden öperim.”

Kaynak: http://tarihvedusunce.esmartweb.com/...nce/index.html

Ayaklı kütüphane: İsmail Saib Sencer
İz Bırakanlar / Ahmet Sırrı Arvas / ahmetsirri.arvas@tg.com.tr

Bizim insanımız çok okumasa da kitabı sever. Yere düşmüş kağıtlara bile hürmet eder. Hele kütüphaneye girmeye görsün kendine çeki düzen verir, düğmelerini iliklerler. Eh avam tabakası böyle olursa ilmiye sınıfını düşünün artık. Asitanenin kitap kurtları kağıt kokusu almadan yaşayamaz, sahhaflar nadide eserleri "ehline" yetiştirirler. Ayaklı kütüphanelerimiz onbinlerce cild eserin konusunu, müellifini, tarihini (ve şaşacaksınız ama içindekileri de) ezbere bilir ilim adamlarına yol gösterirler. Ki İsmail Saib Sencer Hocaefendi de onlardan biridir işte.
Mübareğin hafızası müdürlüğünü yaptığı Bayezid Kütüphanesi'ne bile fark atar, yerli ve yabancı araştırmacılar etrafında pervane olurlar. Hocaefendi, diğer İstanbul kütüphanelerindeki eserlerden de haberdardır. Konularını, baskı tarihlerini, hatta sayfa sayılarını bilir, kaynak arayanlara tabela olmaya bakar.

İmza atmaz
İsmail Saib Hoca bir deryadır ama kitap yazmaz. Her ne kadar İsmail Hakkı Uzunçarşılı'nın "Osmanlı Tarihi"ni, keza Bursalı Mehmet Tahir Bey'in "Osmanlı Müellifleri"ni İsmail Saip Hocaefendinin dikte ettirdiği söylense de o hiçbir esere imza koymaz.
Uzunçarşılı'ya göre "Keşfü'z- Zünun" gibi bir eserin sahibi Katip Çelebi, kitabiyyat, tercüme-i hal, tarih ve edebiyata vukufiyet hususunda onun yanında tilmiz (talebe) kalır. Hoca merhum, Keşfü'z- Zünun'u tashih ve ilavelerle zeyl eder, esere kıymet katar.
O devirde mühendis mektebi 4, tıp fakültesi 6 yıl diye bir kaide yoktur. Eğer derslerini alır ve imtihanları verebilirseniz bir yılda bile mezun olabilirsiniz. İşte hocaefendi de bir ara tıbba merak salar, bütün imtihanları verir ama "gel icazetini al" dediklerinde omzunu silker, "ben fakülteyi merakımdan bitirdim" der, "hekimlik yapacak değilim ya."
İsmail Saib Sencer Darulfünun'da (İstanbul Üniversitesi) Arap Edebiyatı okutur ama devir değişince sarığını çıkarmaya yanaşmaz. Kürsüyü terkedip Bayezid Kütüphanesi'ne sığınır, ilim adamlarına yol göstermeye başlar.
Hocaefendi tam bir hafıza küpüdür. Bazen bir araştırmacı gelip "hocam filan konuda çalışıyorum, nereden başlasam" diye fikir sorar, mübarek gözünü satırlardan ayırmadan "sağdan üçüncü raftaki 455 numaralı kitabın ikinci cildini al, 135'inci sayfadaki üçüncü paragrafa bak" deyiverir. Yetmedi mi aynı konuyu anlatan 20 kitap daha sıralar.

Kedili kütüphane!
Hoca efendi merhamet timsalidir, sokak hayvanlarına "özellikle kedilere" dayanamaz. Nerde titreyen bir yavru görse derhal himayesine alır, evladı gibi kollar. Gün gelir kedilerinin sayısı sekseni aşar ki bunlar kütüphanenin "kadrolu elemanı"dırlar. Kimi kucağında uyur, kimi omzuna çıkar. Hocaefendi maaşını onlara harcar, azıcık keyfi kaçan için baytar çağırır, yana yakıla ilaç arar. Hele biri doğum yapmasın bir lohusa şerbeti dağıtmadığı kalır, ilim adamları "Maşaallah" der, analı babalı büyüsün temennisinde bulunurlar. İbnülemin onun bu tutkusunu şöyle anlatır: "Kedilere gösterdiği şefkat şayan-ı hayret idi. Onu yemeğe davet ettiğim zamanlar zor durumda kalırdı. İcabet etmek ister ama kedilerini kimseye bırakamazdı. Başlarında olmazsa onların incitileceğinden korkardı.
Ben bu kel, kör, topal arsızları barındırdığı için kızar, â??burası darülaceze mi' diye paylardım. Biçare, boynunu büker, â??ibtiladır mazur görünüz' diye mırıldanırdı. Kedi hanımlar, pisi beyler ciğerden usansalar, kuzu etinden külbastılar gelir, sütten sıkılsalar kaymaklar ısmarlanırdı. "Aşıka ta'n etmek olmaz müpteladır neylesin / Ademe mihr ü muhabbet bir beladır neylesin" beytini, "Saib'e söylenmek olmaz, müpteladır neylesin / Hırreye fart-ı muhabbet bir beladır neylesin" şeklinde okurdum. Suçlu gibi güler, bir yandan da muhabbetle kedilerini okşardı."
Hocaefendi sadece kedilere değil güvercinlere de meftundur, farelere bile kıyamaz. Hastalandığında biri tavuk suyu çorba hazırlamaya kalkar, "bırakın" der "bu fakir için kıymayın garip hayvana..."
Yine İbnülemin anlatır: "Ziyaretine gitmiştim, küçük bir taş odada şiltesini serip oturmuş, mesele soracak zatların vüruduna muntazırdı. (Gelmelerini bekliyordu.) Odada sadece iki iskemle vardı ki ikisinin de bacakları kırıktı. Gördüğüm sefalet canımı sıktı. Söylendim. Her şeyi hoş gören o merd-i deryadil, teessürümü gidermeye çalıştı.

"İlmin başı sağ olsun"
Birkaç gün sonra hastalandığını ve kardeşinin evine sığındığını işittim. Derhal koştum, zahmetle nefes alıyordu, hafif bir sesle â??Esselamü Aleyküm' dedim. Gözlerini araladı, beni tanıdı. â??İnşallah kesb-i afiyet edersiniz' dedim. â??Cenab-ı Hak'dan istid'a-i afiyyet ve Habib-i Hak'dan niyazı şefaat dileyiniz. Bak, Resul-i Ekrem-i Efendimiz burada' diyerek karşı duvarı gösterdi. Öyle yürekten bir â??Allah' dedi ki bana ağlama geldi. Gözyaşlarımı saklamak için odadan çıktım. Ruh-u paki, merci-i asliye revan oldu, muhiplerini talan ve nalan etti. Nail-i rahmet-i rahman olsun / Dahil-i ravza-i rıdvan olsun.
Onun aziz naaşını, görülmemiş bir kalabalık omuzlar, Bayezid Camii'nden alır, Merkez Efendi'nin yanıbaşına defnederler (1940). Araştırmacılar yetim kalır, düşünün İsveç Başbakanı bile İsmet Paşa'ya telgraf çeker, "ilim aleminin başı sağ olsun!" der.
Mufassal bilgi "Tarih Düşünce" dergisinde

Kaynak: http://www.e-tarih.org/makaleler.php?sayfa=makaledetay&makaleno=3193

İsmail Saib Sencer / Ahmet BELADA / Nisan 2010
31 Ocak 1873’te Erzurum’da doğdu. Küçük yaşta İstanbul’a gitti. İptidaî ve Rüştiye mekteplerini bitirdikten sonra, devrin seçkin zevatından ders aldı. Tıp ve biyoloji gibi ilimlerin yanı sıra, eczacılık ve hukuk dersleri de aldı.
Maarif Nezareti (Milli Eğitim Bakanlığı)’nın açmış olduğu imtihanı kazanarak Bayezid Umumî Kütüphanesinde ikinci hafız-ı kütüplüğe tayin edildi. Bu esnada medreseyi de bitiren Saib Efendi, Bayezid dersiamlığı unvanını aldı. Bayezid Camii’nde ders vermeye başladı. Muhtelif medreselerde değişik dersler okuttu. Birinci kütüp Tahsin efendi’nin ölümünden sonra birinci müdür oldu.
1925’ten sonraki şapka kanunundan sonra, prensiplerinden taviz vermeme adına medreselerdeki derslerine son vererek Bayezid Umumî Kütüphanesi’ne çekildi. Kırk yılı aşkın çalıştığı Bayezid Kütüphanesi’nden  1939 yılında emekli oldu. İbnülemin Mahmut Kemal ile birlikte, kütüphane tasnif işlerinin yanı sıra, İslam Ansiklopedisi ilmi müşavirliğinde bulundu.
MEZİYETLERİ
Arapça, Farsça, Fransızca, Almanca bilen Saib Bey; Grekçe ve Latinceyi de anlardı. Bunun yanında on binlerce kitabı tanıyan çok geniş bir hafızaya sahipti. Yerli yabancı birçok kimse tarafından; “Ayaklı Kütüphane”, “Fihrist-i Ulûm”, “Canlı bir bibloğrafya” ve “ Çağın cahızı” gibi sıfatlara layık görülmüştür. Özellikle eski müelliflerin yazılarını tanımada, yazma eserlerin bozuk bölümlerini kolayca okuyabilen, gördüğü bir yazının hangi yüzyıla ve hatta hangi hattata ait olduğunu tahmin etmede üstün bir kabiliyeti vardı.
Melami meşrep, sakin tabiatlı nazik bir insan olan İsmail Saib Efendi kendisine başvuran insanlardan bilgisini esirgemezdi. İstisnasız devrinin hemen bütün âlimlerinin kendisinden istifade etmesine rağmen yazılı bir eser vermemesi dikkat çekici. Nedeni konusunda ise şu yorumlar yapılmış:
—Çok bilgisi olduğundan bilgi dağınıklığından kitap yazamamıştır.
—Sûfî düşüncesinden ki, bilgisini ortaya koyarak bir şöhret yapma isteği bulunmadığından yazmamıştır.
Sadece Keşfü’z-Zünun’un kendisinde bulunan nüshasının kenarlarına kaydettiği önemli zeyilleri(ilaveleri) mevcuttur.*
BAYEZİD KÜTÜPHANESİ VE İSMAİL SAİB EFENDİ
Cemil Meriç merhum; “Kütüphaneler ziyaretçisi olmayan mabetlerdir.”sözüyle hem kütüphanelerin önemini, hem de bu kadar önemli bir merkezin az kullanılmasından duyduğu rahatsızlığını ifade etmekte.
Osmanlı medeniyetinde kütüphanenin önemi çok büyüktür. Hatta Osmanlı medeniyeti, aynı zamanda bir kitap medeniyetiydi. Ardında çil çil kubbeler serperek ilerleyen Asakir-i İslâm (İslâm askerleri) gittiği yerleri sadece maddi planda fethetmiyor, manevi yönden de imar ve ihya hareketini bel kemiğini teşkil ediyordu. Osmanlı akıncısının atını ayak bastığı yerden birden medeniyet fışkırıyordu.
Bayezid Devlet Kütüphanesi de böyle bir anlayıştan hareketle, ahır olarak kullanılan imarethanenin bu kısmı 1882 yılında hizmete giriyor.
Bu kütüphaneye önce Bayezid Camii’ndeki kitaplar getiriliyor. Birçoğu el yazması, 30.000 Arap harfleriyle yazılı kitap getirildi. Daha sonra getirilen kitaplarla toplam  450.000 kitap oluşuyor. Bu sayı sonraki yıllarda artarak devam ediyor. Bu kütüphanenin II. Müdürlüğünü İsmail Saib Sencer yapıyor.
BİR ECNEBİ VE HATIRA
İst. Üniversitesi’nde şarkiyat profesörü olarak görev yapan, Alman asıllı Yahudi Oscar Reşer, İsmail Saib Hoca ölünceye kadar peşini bırakmadı. Ölümünden sonra “Artık benim ilim ışığım söndü.” diye intihara kalkıştı. Sonradan Müslüman olan Oscar Reşer “40’lı yıllarda İstanbul kütüphanesinde tasnif işleriyle uğraşıyordum. Elime bir gün yazma bir kitap geçti. Baktım hem başı hem sonu eksik. Konusunu da çok iyi anlayamadım. Hocam İsmail Saib Efendi’ye götürdüm. Bu kitap nedir, hattatı kimdir diye sordum. Şöyle bir baktıktan sonra “Yaz” dedi, baştaki ve sondaki eksik sayfaları tamamladı. Yazarını ve konusunu söyledi. Ben de bu kitabı yanımda taşımaya başladım. Süleymaniye Kütüphanesi’nde kitapları tasnif ederken, bana söyleyerek başını sonunu tamamlattığı kitabın aynısı çıktı. Büyük bir heyecana kapıldım. Kütüphanedeki yazmalar dışarı verilmediği için ertesi günü bekledim. Akşam eve gelince Hoca’nın ezbere tamamlattığı kitabı aldım ve sabahleyin Süleymaniye Kütüphanesi’nin yolunu tuttum. İki kitabı karşılaştırınca bir noktasının ve virgülünün eksik olmadığını, birbirine tıpatıp uyduğunu hayretle, dehşetle gördüm.
Hoca’nın munis, ilkeli ve dürüst İslâmi anlayış ve yaşantısından sonra Müslüman olan ve ismini Osman Reşer olarak değiştiren bu zatla oldukça güzel hatıraları yaşamış Mahir İz yılların izinde ve İbnülemin Mahmut Kemal bu hususta epeyce bilgi vermekte.
Ünü yerli ve yabancı birçok kimsenin dikkatini ve hayranlığını çeken Saib Hoca öldüğünde İsveç başbakanı, İsmet Paşa’ya telgraf çekmiş “İlim âliminin başı sağ olsun” demişti.
Ayaklı kütüphane diye tanınan, 27 kedisiyle kütüphane müdürlüğü yapan, toplumun hayran olduğu, Allame İsmail Saib Sencer Hoca Efendi 22 Mart 1940 yılında vefat etti.
KÜTÜPHANEDE BİR  BAŞKA HATIRA
Her yönüyle batıya açıldığımız bir dönemde piyano çalamayan bayan ayıplanır, Fransızca konuşamayan erkek de yadırganır olduğu zamanda Fransa Schorbone’da matematik tahsili görmeye giden Salih Zeki** Avrupa’da okumanın verdiği gasalmayla, Bayezid Kütüphanesine gelir. Görevli zata kütüphanede matematikle ilgili kitabın olup olmadığını sorar. Aradığı evsafta bir kitabın olduğunu ama “Şu masadaki molla onu okuyor.” cevabını alır. Kendince “O ne anlar, birazdan getirir.” düşüncesiyle beklemeye başlar; fakat gelecek gibi değildir. Yanına varır. Tanışırlar ve matematik hakkında konuşmaya başlarlar. Zaruri ihtiyaçlarının dışında kütüphane kapanıncaya kadar tartışırlar.
Sonunda Salih Zeki şu itirafta bulunur: “Ben bu kadar yıl Avrupa’da matematik tahsili gördüm; ama matematiği şu molladan öğrendim.” der.
O kütüphanedeki küttap İsmail Saib Sencer, molla ise meşhur müfessir Elmalılı Hamdi Yazır’dır. Çok daha ilginç olan ise o tartışmayı yan masada dinleyen Nevşehir’li birisinin 0(sıfır)rakamı hakkında bir kitap yazmış. Bu kitap da şu anda kaynak kitaplar arasında yer almakta.
*       Türkiye Diyanet Vakfı İslâm Ansiklopedisi C.23
**     Salih Zeki: Halide Edip’in ilk eşidir.

Kaynak: https://ahmetbelada.wordpress.com/tag/ismail-saib-sencer/

Ayaklı Kütüphane İsmail Sâib Sencer
 İsmail Sâib Sencer, Beyazıt Kütüphanesi’nin ilk müdürlerindendir. İsmail Hoca bir deryadır ama kitap yazmaz. Ona ait eserlerin var olduğu söylense de, o hiçbir esere imza koymaz. ÖYLE BİR HAFIZASI VARDIR Kİ!..
O O devirde mühendislik fakültesi dört, tıp fakültesi altı yıl diye bir kural yoktur. Eğer derslerini alır ve imtihanları verebilirseniz bir yılda bile mezun olabilirsiniz. İşte Hocaefendi de bir ara tıbba merak salar, bütün imtihanları verir ama “gel diplomanı al” dediklerinde omzunu silker, “ben fakülteyi merakımdan bitirdim” der, “hekimlik yapacak değilim ya!..”
İsmail Sâib Sencer, Darulfünun’da (İstanbul Üniversitesi) Arap Edebiyatı okutur daha sonra da kürsüyü terk edip Beyazıt Kütüphanesi’nde görev alır, ilim adamlarına yol göstermeye başlar. “Ayaklı Kütüphane”lerimiz; on binlerce cilt eserin konusunu, müellifini, tarihini (ve şaşacaksınız ama içindekileri de) ezbere bilir ilim adamlarına yol gösterirler. Ki İsmail Sâib Sencer Hocaefendi de onlardan biridir işte... 
Mübareğin hafızası, müdürlüğünü yaptığı Beyazıt Kütüphanesi’ne bile fark atar, yerli ve yabancı araştırmacılar etrafında pervane olurlar. Hocaefendi, diğer İstanbul kütüphanelerindeki eserlerden de haberdardır. Konularını, baskı tarihlerini, hatta sayfa sayılarını bilir, kaynak arayanlara tabela olmaya bakar.
İsmail Saib Sencer’in 80 civarında kedisi vardır! Niçin derseniz; kitapları farelerden korumak için!.. Çok cüzi maaşının bir kısmıyla kedilere yiyecek alır, bir kısmını da fakirlere verir... 

KARDEŞİNİN EVİNE SIĞINMIŞTI!
İbnülemin Mahmut Kemal İnal anlatıyor: 
“Hastalandığını ve kardeşinin evine sığındığını işittim. Derhal koştum, zor nefes alıyordu, hafif bir sesle selam verdim. Gözlerini araladı, beni tanıdı. İnşallah sağlığınıza kavuşursunuz, dedim. 
“Allahü tealadan afiyet, Resulullah efendimizden şefâat dileyiniz. Bak, Resûl-i Ekrem Efendimiz burada” diyerek karşı duvarı gösterdi. Öyle yürekten bir ‘Allah’ dedi ki bana ağlama hissi geldi. Gözyaşlarımı saklamak için odadan çıktım. O arada ruhunu teslim etmiş.” 
1940 senesinin 22 Martında 75 yaşında vefat eden İsmail Sâib Sencer’in cenazesi büyük bir cemaat tarafından Merkez Efendi’nin yanı başına defnedilir...


Kaynak: http://www.ehlisunnetbuyukleri.com/MSSD-Ayakli_Kutuphane_Ismail_Saib_Sencer-808.aspx


Sizin çok yakından tanıdığınız, takip ettiğiniz bir isim de İsmail Saip Sencer…
Mehmet Serhan Tayşi: Çok âlim bir zât ama isminin bile anılmasını istemiyor. Çok mahfiyet sahibi bir zât… Evet. İsmail Saip Efendi, Beyazıt Kütüphanesi’nin müdürüydü. O, üniversitede bulunduğu sırada üniversitelerde devrim yapılıyor, değişiklikler yapılıyor… Aleyhinde konuşuyorlar Hocaefendi’nin. Hoca sarıklı falan olduğu için… Ve örtünün altına küçük bir tezkere koyuyor, hiçbir şey söylemeden çıkıp gidiyor. Mustafa Kemal Mustafa Kemal’in özel telgrafı geliyor. “Hocam, sen istediğin kıyafetle girebilirsin derse” diye. Allame-i zîhinun bir adam bu. Sarık vs. şeylerle bir tarafa konulacak bir adam değil. Şeklen tarif edilecek birisi de değil. İsveç başkonsolosu buradayken O’nun derslerine girmiş. Şarkiyatçıymış adam. Memleketine gidince başbakan olmuş. İsmail Saip Efendi vefat ettiğinde bu adam İsmet İnönü’ye telgraf çekmiş: “Ekselanslarının şahsında Türk milletinin ve dünya ilminin başı sağ olsun.” Gölpınarlı, hep menfi konuşur ama O’na müspet konuşmuş. Diyor ki: “İsmail Saip Efendi, asrının, kelamda Gazali’si, tıpta İbn-i Sina’sı, mantıkta İbn-i Rüşt’ü, felsefede Farabi’si, tasavvufta Muhyiddin Arabî’si…” böyle sayıyor. Tüm bu ilim dallarının zirvesi adam. 12 tarikattan mücaz. İnabe-i icaze verebiliyor. Son derece mahfiyet sahibi. Yanındaki Yahudi Oscar Reşer; Osman adını alıyor, Müslüman olmak istiyor, sıkıştırıyor hocayı “Hocam, bana İslam’ı öğret” diye. “Evladım, ben 60 yıllık Müslümanım, daha kendim tam Müslüman olamadım seni nasıl Müslüman edeyim” diyor. Kemâlat başka şeydir evladım. Biz bu edepleri, incelikleri her gün biraz daha kaybediyoruz ama güzel gençler de yetişiyor elhamdulillah. Bundan da çok memnunuz. Asla ümitsiz değiliz.
Kaynak: http://www.islamanahtari.com/2011/04/mehmet-serhan-taysi-tarih-bilgimiz-zayif/


İsmail Saib Efendi

Kaçakçılık şubesi, aylardır peşinde olduğu çeteye operasyon yapmak üzereydi. Alıcı kılığına girmiş
bir polis ileri teknoloji savaş aletleri satan çeteyle kontağa geçmiş, yapılan pazarlık sonrası milyon
dolarlık bir parti mal teslim almak için Darülfünun önünde buluşmaya sözleşmişlerdi.
Satıcı kılığındaki polis memuru, siyah megane içindeki şüphelilere yaklaştı. Arabadan dört kişi indi.
Ellerinde bir çanta bulunuyordu. Etrafı çeviren keskin nişancılar olabilecek herhangi bir aksiliğe karşı
elleri tetikte beklemekteydiler. Polis şüphelilerle selamlaştı. Maldan numune getirip getirmediklerini
sordu. Dört kişiden en iri olanı
-Getirdik gözüm, getirdik. Sen paradan haber ver diyerek tok bir kahkaha savurdu. Polis memuruda
güldü. “Önce malı görelim” dedi.
Şüphelilerden bir tanesi arabaya döndü. Elinde bir çantayla geri geldi. Polis kameraları olan biteni
saniye saniye kaydediyordu. Kılık değiştiren emniyet mensubu çantayı açtı. İçeride bir termal kamera
duruyordu. Geri kalanı nerde diye sordu. Sözcüleri arabanın bagajında diye yanıtladı. Polis
gülümseyerek
-Çalışıyor mu bu meret dedi. Gergin görünen dörtlü biraz rahatlamıştı. İçlerinden biri çalışmaz olur
mu diye atıldı. Kamerayı eline aldı. Çalıştırıp polis memuruna verdi.
Memur kamerayı, Beyazıt devlet kütüphanesine çevirdi. Dört yanı kedilerle çevrili iki kişinin ısısı
ekrana düştü.
Şüpheli ile birlikte ekrana bakıp gülüştüler. İri yarı olan şimdi de biz ısınalım diyerek parmakları ile
evrensel para işaretini yaptı. Polis memuru tabi ki diyerek elini cebine götürdü .Seri şekilde silahını
çıkarıp
-Polis yat yere diye bağırdı. Etraflarını onlarca ekip otosu kuşattı. Silah çekmeye teşebbüs eden bir
şüpheliyi keskin nişancılar bacağından vurdu. İstanbul emniyeti zorlu bir operasyonu daha üstün
başarı ile geride bıraktı.
Termal kameraya ısısı düşen zatlardan biri; ak saçlı ak sakallı bir pir-i mugan diğer ısı sahibiyse
ihtiyarın hayatını öğrenmek maksadıyla kendisine misafir olan yeni yetme bir edebiyat fakültesi
öğrencisiydi. Altmış senelik ömrünü tane tane anlatan ihtiyar kâh hüzünleniyor kâh gülümsüyor yanı
başındaki delikanlı da bir yandan kalem kamerası ile ihtiyarı çekerken, bir yandan da deşifre de
zorlanmamak için ihtiyarın sözlerini elinden geldiğince kaydediyordu.
Hazret, kitap kurdu olmadan evvel İstanbul’u titreten eski bir külhanbeyi idi. Vaktiyle nice çakalı
inine gönderip nice tilkinin kuyruğunu kesmiş, âlemde nam almıştı. Her vukuatta adı bilumum genç
kızlarda fotoğrafı bulunurdu. İtibar hep geçer akçe olduğundan yedi tepeli şehrin yedi tepesinde de
ismi hâlâ saygıyla anılıyordu. Bu bıçkın babayiğit ömrünün son demlerinde ettiği tövbeden sonra
sayılı insanla irtibat kurup, yalnız üstüne başına çıkan nankörlerle hemhal olmayı yeğliyordu.
Onun zamanında tekmil İstanbul bir mekândı. Herkes birbirini tanır, derdi olanın derdine koşulur,
borçlu olana yardım edilir, dertlilerin derdine deva için koşulurdu. Mahallenin kabadayıları, ali kıran
baş kesenliklerini Mahallenin namusunu korumakta, kimsenin helaline mahrem getirtmemekte
kullanırlar, mazlumun yanında zalimin karşısında dururlardı. Lila renkli dizilerin kahramanı değildi
hiçbiri. Kabadayılığın ismi kaba kendi incedir*, ben az söylerim sen çok anla* şeklinde esaslı laflar edecek irfandaydılar. Onun zamanı şaire
Bu sehr-i sitanbul ki bi mislü bahadır
Tek sengine yekpare acem mülkü fedadır
dedirten zamanlardı. Şimdinin köy nüfusu kadar haneyi aynı binada barındırıp kimsenin kapı
komşusunun adını bilmediği İstanbul’unu hayal bile edemezlerdi.
Müslüman halka zulmeden bir Yahudi tefeciyi yanına aldığı birkaç sadık dost ile tepeleyerek aldığı
köşkte ikamet ediyordu. Hayatını değiştiren rüyayı da bu köşkte görmüştü.
İsmail Saib Efendi başından geçenleri tane tane anlatırken yeni yetme, nefes alırsam kaçırırım
korkusu ile soluksuz dinliyordu. Böyle bir Pazar bir kez kurulur, bu vurgun bir kez vurulurdu.
Saib Efendi düşünü anlatmaya başladı. Rüyasına merhum annesi girmişi, ellerini oğluna doğru
uzatarak onu ateşlerin arasından kurtarmaya çalışan kadıncağız; oğlum tövbe et, kurtul diye
haykırmıştı. Kan ter içinde uyanan İsmail Saib en yakın arkadaşı Süleyman Çakır’ın ölümünden sonra
iyiden tiksindiği âlemden, el ayak çekmeye kanaat getirmişti.
Şehzade Başı caminde iskarpinlerinin topuğunu eze eze aldığı ilk abdestten hayatının seyir defterine
farklı bir galaksiye ait nebülözler kaydetmişti. İlk namazını teravihe denk getirip imamla
iddialaşmasa* da cumayı hesaplayamamıştı. İstemsiz, omuzlarına çarparak yanından geçenlere bu
mübarek mekânda tekme tokat giremeyeceğinden kalbiyle bayağı buğz etmişti. İlk dakikadan tövbeyi
bozmak olmazdı. Bu hadise çocukken ailesi onu zorla mahallenin camisine gönderdiği vakit, cami
imamından dinlediği bir hikâyeyi hatırlattı.
Aktif dinleme metotlarına hakim yeni yetme hemen atıldı.
-Hikâyeyi anlatır mısınız?
“Elbette” diyerek karşılık verdi koca çınar. Dizleri üzerinde oturmak ayağını uyuşturmuş olacak ki
ufak inlemelerle bacağını uzattı. Takiben bağdaş kurdu. Anlatmaya başladı.
Biri arif biri cahil iki adem, cami avlusunda muhabbet ediyormuş. Cahil olanı arif olana, ehl-i dünya
ile ehl-i hakikatin farkını sormuş. Arif her şeyden bihaber masum masum abdest alan bir adamcağızı
gösterip,
-Öğrenmek istersen, git şurada abdest alan adamın ensesine bir sille aşk eyle demiş.
Gayetle çam yarması olan cahil sözü ikiletmemiş, abdest alan masumun ensesine tokadı yapıştırmış.
Zavallı adam hiddetle dönmüş ve ensesine tokat atan ilim aşığıyla esaslı kavgaya tutuşmuş. Abdest
alan cahilden de iriymiş. Cahil temiz bir dayak yemiş.
Öğrenme iştiyakıyla yanıp tutuşan cahil, ilim uğruna çile çekmekten mesut, kendisine el veren arifin
rahle-i tedrisine avdet etmiş. İkinci dersi büyük bir heyecanla beklemeye başlamış. Arifan uygulamalı
eğitim taraftarı olduğundan, ikinci görevi başka bir masumun ensesine tokat atma olarak tevdi edip
huşu ile olacakları izlemeye koyulmuş. Emir demiri keser, talebe soluğu abdest alan başka bir
garibanın yanında almış. Vakit kaybetmeden tokadı yapıştırmış. Abdest alandan ses gelmemiş.
Hocasına bakmış. Arifan jest hareketiyle bir tane daha patlatmasını işaretliyormuş. Denileni yapmış.
Bakmış gene ses yok, dönmüş hocasının yanına. Arif kendinden beklenen bilgeliği göstererek demiş
ki
-İlk tokadı attığın adam ehl-i dünya idi. Tokadın müsebbibini sen bilip, sana saldırdı. Ses çıkartmayan
ikinci adam ise ehl-i hakikat idi. Tokadı sen atmış olsan da, tokadın kudret kaleminde yazılı olduğunu
bilip ses çıkarmadı.
Sohbet meclislerinde anlatılandan pay çıkarılan o kısacık andan sonra yeni yetme katip, İsmail Saib
Efendi’nin anlatacaklarını daha büyük bir ciddiyetle dinlemeye koyuldu.
-Hikâye evlaydı. Lakin çocuk aklımla bile bana ters gelmişti. Kendimi tutamadım, kıssayı anlatan
imama, “Hocam o çam yarması dayaktan sonra gözüne mülayim bir adam kestirmiş. Abdest alan
fukara da daha feci dayak yememek için ses edememiş” dedim. Allah rahmet eylesin hocam o vakit,
oğlum eşkıya olursan çok can yakma demişti. Feraset işte.
O sıra yeni yetmenin telefonu çaldı. Eski İstanbul efendisinin sözünü kesen çağrıyı şiddetle reddedip,
telefonu kapattı. Özür dileyerek dinlemeye devam etti.
Hocanın hikâyesi İsmail Saib’in hayatını şekillendirmişti. Ne cahil olup dayak yemek, ne de ehli
hakikat olup tokada ses etmemek işine gelmişti. İlk abdest alan adamla özdeşim kurup kavgadan daim
galip çıkmak en akıllıca tercihti. Bu basit mantık, fıtraten halim iken, Allaha sığın şahsı halimin
gazabından* sözü fehvasını mihenk edinmesine, daim gazab edip tokat atan el olmasına vesile
olmuştu.
Genç kâtip çölde su bulmuş ve suyun zerresini dahi israf etmekten korkan bir bedevi gibi hemen
sordu.
-Ya sonra?
-Anlatayım dedi İsmail Saib, meşhur sabrını bir kez daha göstererek.
Hikâye hatrıma düşünce bunda da vardır bir hayır diyip ses çıkarmadım. Omzuma çarpan gençle yan
yana namaza başladık. Altta kalır mıyım? O iki rekâtı bitirmeden ben tur bindirip dört rekâtı
kılıverdim. Sonra ver elini Şehzade Başı avlusu. Sigarasızlıktan ağrıyan başımın ıstırabına son
vermeye tabakamı açtım. Özenle tütünümü sardım, itinayla yaktım. Âlemleri yaratanın huzurundan
çıktık amma küçük dağları ben yarattım oturuşuyla bir banka oturdum. O sıra yanıma sarı bir kedi
sokuldu. Ayağı hafif topallıyordu köftehorun. Acı acı miyavlamaya başladı. Anladım ki karnı aç. Hani
insan hayatında bir milat belirler de o andan önceki zamanı hiç yaşanmamış kabul eder ya o kedi
benim miladım oldu. Fiyakalı takımının ütüsünü ve sterilliğini gözden çıkarıp kediyi kucağıma aldım.
Yüz metre ilerideki dönerciye götürdüm. Bol etli bir döner sipariş edip, içecek dolabından şişe su
aldım. Hijyene pek dikkat etmeden kedinin yarasını yıkadım. İşlemeli mendilimle yarayı güzelce
sardım. Ağzındaki sakızı geve geve başka bir şey lazım mı abi diyen dönerciye
-Gölge etme başka ihsan istemez
diye yol verdim. Paşa on dakika önce makûs talihine kahr-ı miyav ediyordu, eti görünce miyavının
tonu değişti. Döneri bıyığına bulaştırmadan sildi süpürdü. Pek hoşuma gitti ama işkillenmedim de
değil. Ette bi iş vardı. Ya dünyanın en güzel gözlerine sahip çift toynaklı bineğe ya da avrat ve silahla
birlikte üçüncü kutsalımız olan hayvancağıza aitti. Dönerciye ters ters baktım. Hayvan ve at
kelimelerinin üzerine basa basa hayvan doymadı bir porsiyon daha at dedim.
Eski mafya babası Bunları bir solukta anlatırken hem gülüyor hem de işte bu son vukuatımdı evladım
diyordu. Başka kimseye yan gözle bile bakmadım.
“Üstadım” dedi yeni yetme kâtip “Kedi sevginiz buradan mı geliyor? Hiç nankörlüklerini görmediniz
mi?”
Mütebessim çehresinde bir gülücük daha peyda olan ihtiyar
-Daha o an gördüm evladım dedi. İki dakikada ne oldum delisi olan kedi önüne gelen tabağın içindeki
hafif yağlı kısımları seçmeye başladı. Bu kez onu kast ederek vay hayvan vay dedim. Kerata hitaptan
hoşnut olsa gerek kucağıma sokuldu. Ne insanlar var evladım nankörlük konusunda kediye üstat
olurlar.
Kedi muhabbetinden uzaklaşmak için başka bir soru sordu genç katip. “Efendim, Beyazıt’ta hıfz-ı
kütp olmaya nasıl karar verdiniz. Okumaya merakınız var mıydı hiç?
İsmail Saib manidar güldü. Evladım dedi, dedim ya yedi tepede bir numaraydım. Okumaya gelince bir
kütüphane kitap okudum desem mübalağa olmaz. Ha kitap yüklü eşeğiz o ayrı konu. O sıra içeriye
yakın arkadaşı İbn-ül Emin Mahmut Kemal İnan girdi. İki dost samimane kucaklaştılar. Sonra İsmail
Saib kendisiyle muhabbet etmeye gelen gençle dostunu tanıştırdı. Büyük bir tevazunun eseri olan,
yapmacıklıktan fersah fersah uzak bir ses tonuyla
-Onca ehli ilim varken bizi adamdan saymış diyordu. Bu söz belki başkasının ağzında kibir ifade
ederdi ama bu sevimli çehrede eğreti durmuyor bilakis daha bir sevimlilik katıyordu. Yeni gelen
misafire çay ikram etmek için bardak çıkaran İsmail Saib, şekerin bittiğini görünce tüh çekti. Yeni
şeker almak üzere ayağa kalkan genci zorla yerine oturttu ve misafire hizmet ettiremem diyerek beş
dakika içinde döneceğini vaad edip odadan çıktı. Yalnız kalan iki misafir tanıştılar. Delikanlı fırsattan
istifade, İsmail beyi tanıyan birinin ağzından onunla ilgili bilgiler istirham etti. İbn-ül Emin fazla
nazlanmadan anlatmaya başladı.
Evladım, ilk bakışta onu görenler belki de çember sakallı çehresine hürmeten saygı göstermek ihtiyacı
hissederler. Eski yazıya acip derecede vakıftır. Elindeki metin üzerinde aylarca çalıştıktan sonra eş
dost tavsiyesiyle ona ulaşanlar, aylardır üzerinde kafa patlattıkları metinleri, kucağında kedisinin
başını okşayarak okuyan bu yaşlı adamı içten içe kıskanırlar. Zehir gibi zeki adamdır. Hıfzı kütp
demek, kütüphanede hangi kitap hangi rafta hangi sırada, hangi kitapta hangi bilgi bulunur bilmek
demektir. Yazarı ve adı bilinmeyen bir eseri konusundan hareketle bulabilmek acaba kaç insana nasip
olan bir hafıza kudretidir. Zannediyor musun ki sadece eski tanıdıkları onun burda olmasını
sağlayabilir. Ondaki kapasite dünya üzerinde ender insana ihsan edilmiştir.
Yeni yetme katip yazabilecek anıları olup olmadığını sorunca, Mahmut Kemal samimi üslubuyla
anlatmaya başladı.
-Bir gün Ata, yaverlerine bir kitap adı verip getirmelerini emretmiş. İ.Saib kütüphanede böyle bir eser
yok. Zannederim istediğiniz şu kitaptır diyerek ciltli bir kitap uzatmış. Kitap Paşaya ulaştırılınca
gerçekten de aranan eserin o olduğu anlaşılmış. Başka istersen, maaş bordrosunda adının benim
adımdan önce yazılmasından o kadar rahatsız olmuş ki geldi durumu bana anlattı.
Hadi hepsini bir yere bırak. Şu daracık oda da kaç kedi var görüyor musun? Maaşının yarısından
fazlasını bunlara harcar, kendisine ait şu ilerdeki yatakla çay demliğinden başka bir şeyi yoktur. Sen
İstanbul’un en namlı Kabadayısı iken, gel böyle bir adam ol.
Bazen eski âleminden kimi hapishane kardeşi kimi kavga yoldaşı dostları gelir. Uzun uzun halleşirler.
O vakitler şunu düşünürüm kültürün irfana ulaştığı ender bir adem olmasına, eski, kirli hayatı vesile
oldu. Yalnızca kitaplarla kalsaydı insanları tanıyamayacaktı. Yalnız serseri olsaydı viranelerde viran
olup gidecekti. Allahtan erken uyandı da bu millet onun gibi bir değerden yoksun kalmadı.
Mahmut Kemal son cümlesini bitirmişti ki İsmail Saib kapıdan girdi. “Çok beklettik canlar kusura
kalmayın” diyerek fokurdayan çaydanlığı semaverden indirdi. Eski muhitinden kalma alışkanlıkla
-Demlenelim diyerek, çayları bardaklara doldurdu. İbnül Emin Mahmut Kemal latifeyi devam
ettirerek
-Benim ki sek olsun dedi. Safi demden mürettep çayını aldı, köşeye çekildi. Yeni yetme edebiyatçı,
bardağını alıp, mahcup yerine geçti.
İsmail Saib’de bardağını alıp yerine yerleşti. Kedilerden açılan muhabbet gecenin ilerleyen saatlerine
kadar sürdü. Genç adam yaşlılığın nasıl bir şey olduğunu bilmiyordu ancak karşısındaki tecrübe
abidesi gençliğin ne demek olduğunu çok iyi biliyordu. Mahvolma aşamasında kurtardığı
gençliğinden edindiği birikimleri, zamanın el verdiği kadar aktarmaya çalıştı. O anlattıkça Mahmut
Kemal ve yeni yetme kâtip ağzının içine düşe düşe dinlediler. Sohbetin tadına doyulmuyordu. Yalnız
vakit çok geç olmuştu. Bir başka gün mutlaka buluşmak üzere sözleşip ayrıldılar.
Yazık ki bir daha görüşmek mümkün olmadı. İbnülemin Mahmut Kemal Bey’in, “Büyük Kayıp” adlı
yazısı yayınlandığı gün genel manada Türk âlemi hususi olarak yeni yetme katip yeri doldurulamaz
bir büyüğün yokluğunu hissediyordu.
Ümmet Ünal

Kaynak: http://www.hikayeler.net

EKŞİ SÖZLÜK'TEN NOTLAR


1875-1940 yılları arasında yaşamış entelektüel. ebulula mardin'in huzur dersleri isimli eserinde hakkında bilgi bulunabilir.

en bilinen ve ilginç yanı hafızasıymış bu osmanlı efendisinin. istanbul kütüphaneleri'ndeki tüm yazmaları hangi kütüphanede, hangi kitaplıkta ve hatta numaralarına varıncaya dek ezberinde tutarmış. örneğin bir gün mustafa kemal paşa'nın bir yazma eseri merak edeceği tutmuş. hemen istanbul'a telefonlar edilerek kitabü'l- envar isimli kitabın bulunması emri verilmiş. emri alan eleman tabiki, o sırada beyazıt kütüphanesi müdürlük makamını işgal eden, ismail saib efendi'nin kapısına varmış. elemanı dinleyen üstad, bu isimde bir kitap bulunmadığını, aranan kitabın kitabü'l-enva olabileceğini söyledikten sonra ilm-i heyet'e dair bu yazmanın elan süleymaniye kütüphanesi, şehit ali paşa kitapları arasında bulunup 298 numarada kayıtlı olduğunu bildirmiştir. * *

not: kitabü'l envar isimli bir kitabın olmadığını duyan eleman nasıl tırsmıştır ama... paşa'ya böyle bir kitap yokmuş deme ihtimali ne büyük azaptır allahım, evlerden ırak...

soyadi kanunu'ndan sonra sencer soyadini almistir.

ismail saib efendi ile anilmasi illa ki gereken isim, elbette ki osman reser'dir ayrica.

kültür ve fikir hayatımızda saygıyla söz edilen çok değerli kimseler bayezid devlet kütüphanesi'nde müdürlük yaptılar. bunların arasında ismail saib sencer vardır ki, hafızasına, bilgisine dair anlatılanlar toplansa ciltlerce kitap olur. süheyl ünver onun için şöyle demektedir: "doğu ve batı'daki şöhretini birçok eser sahibi sağlayamamıştır." adnan adıvar ise onu şu şekilde değerlendiriyor: "o, bir kütüphane memuru değil, canlı bir bibliyografya idi... paris, berlin, londra şarkiyat okulları öğrencisi bile biraz olsun ismail saib hoca'nın öğrencisidir." ünlü şarkiyatçı ritter onu nitelendirmek için "bilimin gaipten sesleneni" anlamına gelen "ilim hatifi" demektedir.

konferanslarında anlattıkları çok üst seviyeden konular olduğu için dinleyiciler bir elin parmaklarını geçmezmiş. bunlardan birinde arapça ve şarkiyat konularında ünlü olan oscar rescher de bulunmuş. birbirlerini tanımıyorlarmış; ama rescher, ismail saib hoca'nın ününü duymuş ve dinlemeye gelmiş. hoca bir ibareye anlam verirken rescher; "yanlış söylüyorsunuz!" diye itiraz edince, cevabı; "sus... ve dinle!" olmuş. ibarenin nerelerde, hangi anlamlarda kullanıldığını sayarken beşinci anlam olarak rescher'in itiraz ettiği noktayı söylemiş. hoca'ya hayran kalan rescher peşine takılmış, dünyanın bütün ilim mahfillerinde bulunduğunu, ismail saib bey'den başkasının kendisini tatmin etmediğini sık sık tekrar edermiş. hoca hakk'ın rahmetine kavuştuğunda da; "benim güneşim söndü. artık hayat bana karanlıktır." demiş.

http://zaman.com.tr/yazar.do?yazino=916199

istanbul'un ve beyazıt devlet kütüphanesi'nin ebu hureyre'si. zîrâ bu zât kitaplara hizmet ettiği ve eşsiz hâfızasıyla devrini aydınlattığı gibi zamanın kedilerine de hâmilik yapmış; kütüphânede sayısız kediyi de ağırlar, onları elleriyle besler, gözetirmiş. ki, bu hasletleri dursun gürlek tarafından "ayaklı kütüphaneler"de çok güzel bir şekilde anlatılır.*

biri kitaptan, kütüphaneden bahsedince aklıma gelen bibliyofil. ayaklı kütüphane, fihrist-i ulûm, cennet mekan, zat-ı muhterem.

kariyerinin büyük bir kısmını 1920'lerin ortasından 1940'ların sonuna (ve sonrasında 1960'larda) kadar memlekette, istanbul üniversitesi'nde geçiren; ülkede filoloji, tarih, islam çalışmaları gibi alanların tesisi ve yeşermesinde büyük hizmetleri olan alman müsteşrik hellmut ritter, fotoğraf çektirmeyi hiç sevmediğini söylediği ismail saib efendi'nin, nam-ı diğer hoca ismail'in bir fotoğrafını çekmiş hoca mutad yazma okuma mesaisindeyken. o fotoğraf şimdi kimbilir, nerededir.
eğer yolunuz dil tarih fakültesi kütüphanesine düşer de koleksiyonundaki yazma eserlerden birini incelerken olur ya önünüze hafif un bulanmış bir sahife gelirse bilin ki o eser hoca ismail'in fırınından çıkmış. şaka değil, gerçek. onu da ritter anlatıyor. hoca ismail'in elsine-i selaseye vukfu öyle büyükmüş ki, zamanında anasından babasından kendisine arap alfabesiyle yazılmış elyazması eser kalan ama bunun ne olduğunu çıkaramayanların tek adresi hoca ismail'miş. kendisine gelen eserleri - ki sırf kendi koleksiyonunda 13000'i yazma 28000 kitap varmış - kullanmadığı eski bir fırında muhafaza edermiş. vefatından sonra hükümet bir heyet görevlendirip kitapların bir listesini hazırlatmış, nüshaları da dil-tarih-coğrafya fakültesine göndermiş.

uzunçarşılı'nın cilt cilt osmanlı tarihi'nin, bursalı mehmed tahir'in osmanlı müelliflerinin arkasında hep ismail saib efendi'nin olduğu söylenir. başka birçok eseri de dikte ettirdiği rivayeti dolaşır, ama o eserler nelerdir, allahu alem.

sene daha 1953 iken, hellmut ritter gibi gününün asgari 17 saatini bilfiil yazma eser üzerinde çalışarak geçiren (ritter'in öğrencisi fuat sezgin ile bir diyaloğu vardı sanki bu mevzuda fuat sezgin'den naklen. işte bir gün sezgin'e sormuş ritter günde kaç saat çalışıyorsun diye. sezgin de 13-14 demiş. ritter ne dese beğenirsin: "bu çalışmayla alim olamazsın!" yok ebeninki ali sami) biri bile "ismail saib gibiler kalmadi hiç artık zamanımızda" derken, sene 2014'te günde bir saat çalışmayı bile başarı sayacak kıvama gelen fakirin "kalmadı yahu artık zamanımızda hiç hoca ismail gibileri" demesine dötüyle gülerler.

Kaynak: https://eksisozluk.com/ismail-saib-efendi--1596512?nr=true&rf=ismail%20saib%20sencer%20efendi

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder