14 Ekim 2014 Salı

MANDAKİ KONGUR

KARDEŞİM KONGUR (1)
Bedreddin MEHMEDOV (2)

[NOT: Bu yazı, Türk Kültürü Dergisinin 358. sayısında (Şubat 1993, s. 38-50) yayımlanmış olup aralarında bazı farklar bulunabilir. Ç. P.]



        "Toprak örtüldüğü zaman yürek de sakinleşir." sözü doğru değilmiş. Benim yüreğim sakinleşmiyor. Yeniden, döne döne kavruluyor, küt küt çarpıyor. Dünyada nefes aldığım sürece sakinleşecek gibi de değil. Akranım olmaktan öte, kardeşim, arkadaşım olan bir insanı ahrete yolcu ettikten sonra bu dünyada huzur içinde olacağım söylense, kat'iyen inanmam...
        Kazakistan toprağından, Alma Ata'dan dönüşüm üç aya yaklaşıyor, ama bu konuda yazmağa elim varmıyor. Birdenbire oluveren bu işe inanasım gelmiyor. Acılar içinde yarasını yalayan yabanî hayvanlar gibi, eski güzel hatıraları yeniden yâd ederek biraz teselli buluyorum.

                    Misafir odasına cesaret edemedim de,
                    Oturtmuştum baş köşeye.
                    Misafir odasında ben kaldım,
                    Sen gittin gerçek yere.

        Budapeşte Üniversitesi Profesörü, Türk lehçeleri üzerine araştırmalar yapan ve dünya çapında tanınmış bir âlim olan Macar Yazarlar Birliği Üyesi İştvan Mandoki Kongur, bundan aItı yıl önce 1986 Nisanının son günlerinde, Dağıstan'a ilk kez misafir olarak geldi. O zaman kırk iki yaşında olan bu Kıpçak âlimi, Kumuk ve Nogayların dilini, tarihini ve kültürünü yakından öğenmek için geldiğini söylemişti:
        "-Dağıstan'a ben, yalnız misafir olarak değil, aynı zamanda, uzak ata yurdunu özleyen bir kişi olarak geldim." dedi Kongur. "Bizim ata babalarımız buralarda, dalgalı Hazar denizi ile sarp Kafkas dağları arasındaki düzlüklerde ömür sürmüş. Sizin bana âşina olan düzlüklerinizin yeli, bana onların at kişnemelerini, nal seslerini ulaştırıyor. Ben size Karaçaydan, Malkardan dolaşıp geldim. Onlar da benim öz kardeşlerim. Orada da beni çok iyi karşıladılar. Ama yüreğim beni buraya, Kumuk Yurduna doğru çekiyordu. Her adımım size doğru geliyordu."
        Biz ilk olarak bir yazarın davetinde tanışmıştık. Ben Kumuklarda misafir ağırlamak istemeyen bir kimseye hiç rastlamadım. Allah nasip etti de Kongur adlı misafir bizim evimizi şerefIendirdi.
        "Adı da Kumuk sözüne benziyor.'' diye düşündüm ve manasını sordum:
        -''Kara da değil, kızıl da değil; alacalı." dedi misafirim, tertemiz Kumukçayla: ''Kongur atkongur ögüz, kongur kuş."
        Kıpçak Iehçesinde bu kelimenin ikinci manası ''sert'' de değil, ''yumuşak'' da değil; ''sakin'' demekmiş. Yeni kardeşime bu adı verenlerin yanılmadığını, kendisinin adına nasıl benzediğini sonraları anladım. Onun şahsiyetinde canlılık da, sabır da, tevazu da, güzellik de vardı. Ben onun her sözünde, bizim tarafa doğru büyük bir hasretle çırpınan arzu dalgalarını hissettim.
        Önceleri Kongur'un sorularına verdiğim cevaplar doyurucu olsun diye, alışageldiğimiz şekilde, her şeyi ona Rusça anlatmaya kalkmıştım. O, benim sözlerimi ikide bir kesti ve ''Ben senin Kumukçana en az yedi yüz yıldan beri hasretim. Mümkünse ana dilimizi bozmadan konuşalım." diye gülümsedi. Konuşma dili ile veciz bir lisanla konuşmak bir; ilim isteyen konularda edebî dilde konuşabilmek iki; çok geçmedi, biz onun her iki sahada da ne kadar kabiliyetli olduğunu gördük. Önceden sözleşip, Kongur'u, Dağıstan Üniversitesinde okuyan Kumuk gençlerinin yanına, Cangişi Cangişiyev'in dersine götürdüm, Orada öğencilerden başka, Dağıstan Dilleri Bölümü Başkanı Prof. R. Haydarov, filoloji ilimleri doçenti Salav Aliyev ve daha başka hocalar da vardı. Kumuk Iehçesi ağızları dersinin ikinci yarısını misafirimiz Mandoki Kongur idare etti. Bu dil âliminin, Kıpçak Iehçesinin köklerini, kopuzun tellerinden nağmeler dökülür gibi anlatan sözleri ile Kumuk gençlerinin soruları bir araya gelince, derste kimin Kıpçak, kimin Kumuk olduğu unutulmuştu:
        "-Dilimizi unutsak da adımızı korumuşuz." dedi Kongur. Bizde, Macaristan'da iki bölge var: Büyük Kıpçak, Küçük Kıpçak. Her birinde üçer boy var. Bizim soyumuzun adı Kongur. Soy bakımından biz Kumanız. Büyük Kuman, Küçük Kuman diye de söyleniyor. Hazar denizi kıyısındaki düzlükten biz, 13. asırda ayrılmışız, Batuhan'ın seferleriyle. Şimdiki Macaristan toprağını ikinci vatan edindik. Bizim sayımız iki yüz bine ulaşıyor."
        Atalarımızdan gelen âdete göre misafirimize, canının ne istediğini, ona nasıl hizmet edebileceğimizi sordum. Kongur, ilk önce Kumuk yurdunu ve Nogay bozkırlarını görmek istedi. Daha önceki gün Targu'ya gitmiştik. Bu sefer Kazanış'a doğru yola çıktık. Yol boyunca eski sırdaşlar gibi sohbete daldık. Ana diline bu kadar derin sevgiyi nasıl oldu da muhafaza edebildi diye soruyorum:
        "-Aklım erdiğinden beri, ana dilimin sesleri bana, ayrı ayrı kelimelerden, sözIerden, eski şarkılardan ulaştı. Çocukluğumdan beri Kıpçak soyunun güçlü soylardan olduğunu işitiyordum. 'Macarların en meşhur boyları Kıpçaklardır.' diye söylerdi babam. Altı yaşımda okula başladım. Benimle aynı sırada oturan, şehirden gelen bir doktor çocuğu vardı. İkimiz de birbirimizden geri kalmasak da o beni çekemez, Macarları üstün gördüğünü söylerdi. 'Yok' diyordum ben, 'Kıpçaklar da kötü halk değil. Pek çok zorluk içinden geçerek çelikleşmiş; dayanıklı, kuvvetli, gururlu bir halk.' İçimden düşünüyorum: Biz Kıpçak isek, niye Kıpçağız? Niye Macar değiliz? Bizi kim ayırmış? Aramızda ne fark var?
        "Böyle sorular beni her gün yiyip bitiriyordu. Bir taraftan yedi ceddimin ahlâkını, âdetini terk etmeden yaşayıp gelen babamın sözleri, öbür tarafta aynı sırada oturduğumuz Macar arkadaşımın kendini beğenmiş sözleri... İki ateş arasındaydım...
        Üçüncü sınıfta tarih dersleri başladı. Yüreğimde gizlenen hasret birden bire keskinleşti: Kıpçak dilimiz neredeydi? Derslerden aldıklarım yetmedi; dışarıdan aldığım eski kitaplar hakkında yazılanları gece gündüz demeden okudum. 'Kıpçak dili ölmemiş, eski eserlerde, kitaplarda muhafaza edilmiş. Bu dille konuşan halklar da var: Kumuklar, Balkarlar, Karçaylar, Tatarlar, Kazaklar ve başkaları.' diyordu hocalarım. Öyleyse öğenecek yerler varmış! Bunlardan hangisi olursa olsun birini öğrensem, ben hakiki Kıpçak olacağım düşüncesine vardım. Ama kimden, nasıl öğreneceğim? Nereden başlayayım? Yeniden düşüncelere daldım.
        "Benim doğduğum Karsak denen küçük şehir bizim bölgenin, Büyük Kıpçak'ın ortası oluyor. Bizim yakınlarımızda, o zaman Sovyet askerleri çalışırdı. Askerler, subaylar, ihtiyaçları için şehre gelip gidiyorlar. Onlardan birini izleyeyim, bakayım düşüncesine kapıldım. Okulda Rusçayı az da olsa öğenmiştik. Utana sıkıla da olsa bir şoförle tanıştım. Kırım Tatarlarındandı, adı da Ferzil. Haftada iki üç defa buluşuyoruz. Maksadımı öğrendiği zaman o da benden hoşlandı ve birbirimize ısınıverdik. Dersten çıkar çıkmaz büyük mağazanın önüne koşuyorum. Yüreğim ise benim önümden uçuyor: 'Ferzil'im, nerdesin benim Ferzil'im!' Sekiz ay içinde konuşmayı öğendim. Ne kadar şanslı bir gencim ki Kıpçakça konuşuyorum. Okulda bir kelime öğrensem, Ferzil'den beş altı kelime öğreniyorum. On altı ay sonra, evine dönme vakti geldiğinde, Ferzil dostum beni Baytursun adlı genç bir Kazakla tanıştırdı. Beni ona emanet etti desem daha doğru olur: 'Sen bu çocuğu kovma!' dedi Baytursun'a: 'Bu asil çocuk, bizim soyumuzdan'. Sonraları Baytursun bana Kazakça okul kitapları gönderdi, altıncı sınıflar için.
        Dünyaca tanınmış Profesör Nemeth bizim yurdumuzdan, Karsaklı. Lisenin birinci sınıfında okurken onunla tanıştım. Kitap çok, yalnız hangisi gerçeği söylüyor? Hangisine inanayım? O, beni gerçek yola ulaştırmağa çalıştı. Âlimin nasihatlarını dinliyorum, okuyorum, öğreniyorum. Ama ne yaparsın, canım doysa da gönlüm doymuyor: Hakikatten uzaktayım..."
        Atlıboyun'un yeşeren kadife eteğinde otlayan iki at gören Kongur, üzengilere basarak yarı ayakta duran süvari gibi şöyle bir doğruldu. "Orada, Atlıboyun denen yer Kumuk yurdu imiş." diyorum Kongur'a. "Halk düzlüğe doğru göçünce, arkada eski kabirleri; aşağıda, özde, kurumayan pınarları kalmış. Göçürülemeyen iki şey: pınar ve kabirler...''
        "-Ana dili de öyle, onlara benzer." dedi Kongur. Dilin kökünü göçürmek mümkün değildi. Mümkün olsa da, o aşağıdaki pınar gibi: kendini beğenmiş kişiler hatırlamasa da, onun kökü kurumuyor...
        Karşıda otlayan atlar neyi hatırlattıysa, Kongur, kendini yaralayan konuyu şöyle anlattı:
        "-Bizde atlar, yılkılar korunmuş. At oynatamayan Kıpçak hiç yok gibi. Eskiden binek olarak tutuyor idiysek de, şimdi işe de koşuyoruz. Lisede okurken atlar üzerinde uzmanlaşmak için zooloji fakültesinde okuyarak yeni bir at soyu geliştirmek gibi bir idealim vardı. Belki de bendeki bu ideali doğuran istek, bana, at üstünde büyüyüp, atım öleceğine ben kendim öleyim diyegelen atalarımızdan miras kalmıştır, kim bilir? Bizde, Macaristan'da aslî olarak iki at cinsi var: görünüşü güzel, boylu poslu, uzun bacaklı, Kafkas atlarına benzeyen İngiliz soyu ve göze hoş görünmeyen, ama bin kilometrelik yolu aksamadan, tökezlemeden, yorulmadan alan yassı tırnaklı, alçak boylu soy. Ben bu iki at cinsini birleştirip günümüze uygun yeni bir at cinsi çıkarmak istiyordum. Hem güzel hem de dayanıklı olsun istiyordum...
        Zoolog mu olayım, Türkolog mu? Babamdan sordum. 'Biz Kıpçaklarız. At üstünde doğmuşuz.' dedi babam; 'At, murat diye bir söz de var. At güzel. Ana dilin ondan daha fazla. Sen on sekizine girdin. Kendin düşün, kendin karar ver.' Düşündüm ve karar verdim: 'At böyle bizim elimizde. Onun önünü alacak olanlar da yasaklar. Gel sen unutulan ana dilimizin köklerini araştır, bütün halkımızı sevindir!' dedim kendime...''
        Kongur her attığı adımı ve her duruşu ile kendi halkından başka halkları da sevindirmek için doğmuş bir insan idi. Onun yüreğindeki hassasiyet, ana diline olan tutkusu; hasretinin ne kadar güçlü, arzusunun ne kadar büyük olduğunu gösteriyordu.
        "-Muradıma eremeden yarı yolda dizlerimin bağı çözülür de yığılıp kalır mıyım acaba?'' gibi endişeleri, geleceğin âlimini profesör Nemeth'in önüne bir kere daha alıp götürür.
        "-Ben tereddütte kaldım." der o, Nemeth'e; "Ne yapayım?"
        "-Kendin bilirisin. Yüreğinin sesini dinle!" demiş profesör.
        "-Siz kabul ederseniz yanınıza gelmek isterdim..."
Böylece Kongur imtihandan geçer. Nemeth onu kendi kürsüsüne kabul eder...
        ...Toprağın üstünü çiğneyerek akınlar geçse de, alev alev ateşler yansa da, aradan yıllar geçse de yere düşen tohumun aşısı varsa, o er geç uyanır. İnsanın yüreğine düşen ülkü de bu tohuma benzer. Ülkü de nesilden nesile aktarıla gelmektedir. ''Er kişinin damarına, kırk atasının, kırk anasının kanı işler.'' derler. Bu konuda Kongur güzel söylemişti: ''Kan su gibi akıp gitmez, bir şekilde korunur. Dış görünüş, karakter, ahlâk; nesilden nesile aktarılır gider...''
        Bu sözlerin doğruluğunu Kongur, kendi kısa hayatı ile gösterip gitti. Şimdi bize düşen görev, onun ektiği tohumu yeşertip büyütmektir.
        Onu biz, gökler ağlıyormuş gibi sağanak yağışlı günlerin birinde Ala Tav'ın eteklerinde Gök Töbe denen yerde, Alma Ata'nın merkezî kabirlerine gömdük. Toplanan insanların çokluğundan, dirilerle beraber ölüler de ayağa kalkmış gibi görünüyordu.
                    Aziz Kongur, az gelsen de tez gittin,
                    Yoldaşını yalnız koyup ters ettin.
                    Bu taraflara canın kaldı hasret,
                    Kazak toprağı, yoldaşımı kabul et!
                    Rahat uyu Gök Töbe'nin koynunda...
                    Artık görev, kardeşinin boynunda...
        ...Ör Kazanışlı yakınımız Asgerhan'ın evindeyiz, 1986 yılı Mayıs ayının ilk gunleri. Buradan köyün çevresi fevkalâde güzel görünüyor. Yeşermekte olan hür tarlalar, uzakta uçsuz bucaksız uzayıp giden dağlar, hür köy, hür evler, at yarıştıracak kadar geniş, hür avlular.
        "-Parlak bir yaşantınız var." diyor Kongur, düşüncelere dalarak. "Bu hürriyet, yüreğinizin genişliğinden geliyor. Sizin halkınız doğuştan böyle bir halk. Engel tanımayan at gibi. Bizim atalarımız da darlık bilmemiş, uzun yaşamış. Dar insana ise, hür dünya bile zindan gibi görünür, erkin "hür" kelimesinin er gibi sağlam bir kökü oluşu da beyhude değildir..."
        Cangişi, şöyle bir bakıp tarlaların, vadilerin, pınarların, dağların adlarını bir baştan öbür başa sayıverince, Kongur böyle adların kendilerinde de olduğunu belirtip saymaya başladı: Tallı, Terekli, Butaklı, Töbeler, Boyunbaş, Kazmalı, Belbavlu, Sarıkız...
        "-Dil unutulalı beri öz adlarımız yok olmakta." diyor misafirimiz, endişelenerek. "Babamın adı, Şandori Mandoki Kongur. Görüyorsunuz sadece adımız korunmuş."
        Sözümüz dönüp dolaşıyor yine ana diline dayanıyor. Tertemiz Kumukça konuşulan evde Kongur, su salınan tarla gibi kabarıp duruyor. Köy okulunda ana dilini öğrendikten sonra yüksek okullarda ilmî bakımdan derinleşmek için çok imkân olduğunu belirterek bizim gençleri şanslı sayıyor, hevesli hevesli konuşmaya devam ediyordu.
        Üniversitede misafirlerin düşüncelerini yazdıkları deftere Kongur, Kumuk Türkçesiyle şunları yazmıştı: ''Gençleri; ana dilini, kültürünü, tarihini, böylesine büyük bir arzu ile öğrenen bir millet hiç bir zaman ölmez.''
        "-Kıpçak Türkçesine, şimdiki Türk kavimlerinden hangisinin dili daha yakın?" diye soruyorum Kongur'a. O, kendi üslûbuyla sayıyor: Kumuk, Karaçay, Balkar; daha sonra Kırım Tatarlarının doğu diyalekti, Karayim, Kıpçak Yahudileri, Nogay, Karakalpak, Kazak, Kazan Tatarları, Başkırt, Kırgız Türkçeleri."
        "-Macaristan'da Kıpçak Türkçesiyle konuşanlar çok mu?"
        "-Bizim dilimiz yüz yıllar önce unutulmuş, Kıpçak Türkçesiyle konuşan son kişi, dünyadan 1804 yılında ayrılmış. Diyalekt sözleri korunmuş. Eski yırlar (4), masallar, deyişler, yazma eserlerde yaşıyor. Fakat konuşamasalar da, bizim halkımız, ana dilinin köklerine pek hasret... Şimdi okuldan, gençlerden başlayarak öz dilimizin tohumlarını ekme, onu yeniden yükseltme arzumuz var. 1-10 arası sınıflar için Kumuk Türkçesiyle yazılmış ders kitaplarından, okuma kitaplarından, eğitim enstitülerinde basılmış müfredata uygun kitaplardan elde edeceğimiz başarı, bu işimizi görecek. Öte yandan bizim dostluğumuzun, bu arzumuzun kanallarını pekiştireceğine inanıyorum.
        Bizden her gidişinde Kongur'un en ağır yükü Kumuk kitapları oluyordu. O; Abdülhakim'den, Cangişi'den, benden pek çok kitap topladı. Bizzat ben, Moskova'ya gidip, ona kaç kere kitapIar, sözlükler gönderdim. Şimdi biraz yollar açıldı; ama o yıllarda münasebet kurmak zordu. Kongur bana kaç tane mektup yazmış, ben birini bile alamadım. Bana göndereceği bir kitabı veya başka bir hediyesi olduğunda Kongur, bizden Macaristan'a giden kişilerle gönderirdi.
        "-Ak Şehir'in engelleri büyük, bizim atlarımızın toplanmasına imkân vermiyor. 'Dağıstan seni kabul etmek istemiyor.' diyerek beni kaç kere aldattı." diye endişeleniyordu. Bense: "Şeytanlar meleklerden, her zaman daha çok olmuştur, kardeşim Kongur. Bu devran böyle gitmez." diye, yarı şaka yarı ciddi onun gönlünü almaya çalışıyordum...
        "-Ne düşünüyorsun?" diye soruyorum Kongur'a.
        "-Atalarımızı düşünüyorum." diyor o. "Biz zenginlik ararken dilimizi sattık. Altın ararken avcumuzun içindeki paha biçilmez hazinemizi, ana dilimizi kaybettik...
        Her iki sözün birinde Kongur bu tür seyahatlerin kısa olduğunu, bir dahaki sefer söyleşmeye doyamazsa, doyuncaya kadar kaIma arzusunda olduğunu heyecanla dile getirirdi. "Yüz işitme, bir gör.'' derler Macaristan'da. Ben Dağıstan'ı az da olsa gördüm. Kumuk köylerinde, Nogay stepIerinde, Derbent'te, Kubaçi'de bulundum. Az gördüysem de çok işittim. Halkını koruyan, ana diline hürmet eden yazarlar, âlimlerle tanıştım. Adı bütün dünyada anılan şair Rasul Hamzatov, âilim ve şairler İ. Asekov, S. Aliyev, C. Hangişiyev, A. H. Haciyev, daha adlarını öğrenemediğim başka dikkat çekici kişilerle dostluğum hiç sönmemecesine yanacak. Profesör Sakinat Haciyeva Hanım ile yaptığım müzakerelerin de benim için çok faydalı olacağına şüphem yok. Kumuk ülkesinde böyle derin ufuklu, akıllı hanımların olmasından şahsen ben çok gurur duyuyor, seviniyorum... Sizin tatlı diliniz, kıvrak zekânız bana çok tesir etti, ilham verdi."
        Bize, Kongur kardeşimizin bu üslûbu ve bu tatlılığı; söylenmekle bitmeyecek asil umutlar, büyük hayaller getiriyordu...

                    Çıkıverip gelmiş idin,
                    Ateş almaya gelmiş gibi.
                    Tutuşmadan yanacağını
                    Önceden bilmiş gibi,

                    Söndürmeyelim, dedin,
                    Ana dil ateşini.
                    Ana dilde söylenen söz
                    Temizler yürek pasını...

                    Arkadaş olup geldin,
                    Yalnızlığım bilmiş gibi.
                    Yaralı yüreğimden,
                    Parça almaya gelmiş gibi.

                    Aklımı toplayamıyorum,
                    Gecem gündüz, gündüzüm gece...
                    Çalışıp öğrendiğimi,
                    Bilemedim sen gidince.

        "-Kuğu görünüşü bizim halkımız için en güzel görünüş; temizliğin, hürriyetin sembolü." derdi Kongur. "Kumankelimesinin de kuvmandan geldiği söylenir. 'Kuş tüyünden, insan dostundan tanınır.' diyor, Kıpçak ata sözlerinden birisi. Kuğu nasıl uçarsa uçsun, rengi değişmez. Size doğru, eski ata yurdumuza doğru yeni bir yol kuruldu. Bu yolu ateş basmasın dostlar; birbirimize gidip gelelim..."
        Derbent'i görüp dönüyoruz, Manas (3) yolundayız. Kongur iki tarafa bakıp mırıldanır gibi söyleniyor:
        "-Güzel yerler, yüreğime işliyor. Gözüm ağlamasa da gönlüm ağlıyor... Şairlikten güzel bir şey dünyada var mı ki? Şairlik ilâhî bir kabiliyettir, gök ile münasebetli. Şu güzel dünyayı yaratan Allah, kendisi de şairdir... Âlimler ise, o başka..."
        Tevazu gösterip şairliğini gizlese de, şair olmayan bir kişi böyle konuşabilir mi? Kongur'un içinde bir ateş yanmıyor olsaydı, o, günümüzden yedi yüz yıl önce ata babalarının ağladıkları, güldükleri yerleri düşünür müydü? Ben arkadaşımın sevdalı sözlerinde Kıpçak atının toynağındaki gizli kıvılcımı sezdim, onun yüzünde ana dilimizin aziz ışığının parıltılarını gördüm.
        "-Bugüne kadar ben yalnız yürüdüm." diyor Kongur. "Siz ise bana hürriyet verdiniz! Ben sizinle halk oldum. Her adımda bana güzellik, iyilik gösterdiniz. Ben şiiri fevkalâde çok severim. İki şiir kitabım çıktı. Fakat benden güzel yazanlar var, şiir benim işim değil diyerek on on beş yıl önce bırakmıştım. Şairlik bir anlık heyecandan sonra bırakılabilecek bir iş de değil. Profesör Nemeth'in Dağıstan'dan derlediği Kumuk ve Nogay halk yırlarını, öteki Türk boylarının şifahî edebiyatından pek çok şiiri Macar diline çevirdim, hâlâ da çevirmekteyim. Buradan tekrar şair olarak dönüyorum. Ata babalarımız da böyle vasiyet etmiştir diye düşünüyorum...
        "-Biz iki yüz bin kişi varız. Ben yalnız geldim, ama halkımın sevgisini de alıp geldim. Size iki yüz bin kere hasretmişim. İşte sizin sevginizi de alıp halkıma götürüyorum." diyordu Kongur, o seferki gidişinde.
        Akşam treniyle gideceğini öğrenince biraz kederlendi: "Gece olup kalacak, karanlık olup kalacak. Güzel Kumuk beldelerini bir kere daha göremeyeceğim...''
        ...O gidişinden sonra Kongur, Dağıstan'a iki kez daha geldi. Birincisi 1991 yılı güz sonunda, Nogay halk destanıYedigey Batır bayramına çağrılması vesilesiyle; ikinci olarak da Rusya Bilimler Akademisinin Dağıstan Şubesi tarafından bu yılın Ağustos ayında bir kere daha çağırılması vesilesiyle. Bu gelişi, onun son gelişiydi...
        Yedi yüz yıllık bir yol inşa edip Kongur kardeşimiz bizi ayağa kaldırmaya gelmişti; Allah'ın yazgısına karşı gelecek değiliz, ama bize onun cenazesini kaldırmayı takdir buyurmuş...

                    Doğduğun, oynayıp büyüdüğün,
                    Ana vatanın Karsak...
                    Ata yurdun Kumuk'tur,
                    Yolunu araştırsak.

                    Cenazeni biz kaldırdık,
                    Beşiğe koydu Karsak...
                    Senin ölümün de ibret,
                    Eğer ders alacaksak.

        Kongur kardeşimiz gibi insanlar yüz yılda, bin yılda bir gelir dünyaya. Onun hayat yolu, kitaplarda anlatılan meşakkatli yoldur: Ana dilinin temiz tohumunu ekip, tomurcuk çiçeğini kurutmadan besleyip büyütmek; ana dilinin temizliğini muhafaza etmek...
        Bundan altı yıl önce Kongur ve arkadaşlarının Macaristan'da ektikleri tohum ilk meyvelerini veriyor. Onun söylediğine göre, bugün Büyük Kuman'da iki lisede okuyan gençler, Kumuk dili esas alınarak yazılmış okul kitaplarından, sözlüklerden ders görüyor. Budapeşte Üniversitesinin Türk Dili Bölümünde Kongur'un okutup yetiştirdiği genç âlimler bu vazifeyi üzerlerine almışlar. Bunlardan ikisi Yanoş ve Yuliya Bartna, Alma Ata'ya, Kongur için baş sağlığı dilemeye geldiler. Tertemiz Türkçe bildiklerinden onlarla ana dilimizle konuştum. "Kongur'un ardından bizim namaz kılmamız lâzım.'' dedi Yuliya, bir gözünden bin yaş döküp ağlayarak: "O bizim gözümüzü açtı. Ana dilimizi geri getirdi. Büyük dünyanın, Türk dünyasının yoluna bizi yönlendirip gitti..."
        Son on yedi gün Kongur benim evimde kaldı. Yarım yamalak yapılmış, adam akıllı inşa edilip de bitirilememiş yeni evlerimizde ne var ne yok demedi; benim evimi misafirimiz kendi şeçmişti. Her gün evden beraber çıkıp beraber dönerdik.
        ...Göz yaşım yazmama mani oluyor. Tıkanıp kalıyorum. Sakinleşemiyorum. Allah'ın yazgısından sonra benim yazdıklarımın ne önemi var!...
        Köşede, Aksak Bammat'ın sağlığında vasiyet ederek bıraktığı kopuz dayalı duruyor. Fevkalâde güzel yır söyleyen biriydi, Allah taksiratını affetsin, bu kopuzu kendi yapmıştı. Sabah akşam fırsat buldukça Kongur onu tıngırdatırdı.
        "-Yaban kazı suretine benzeterek yapmış." diyerek o ağaç kopuzu okşardı. "İnanmıyorsan şöyle bir bak: boynu, başı, sorgucu, karnı, kuyruğu. Yaban kazı bizim soyumuzun sembolü imiş."
        "-Sen bana Kumuk müziğini ne zaman öğreteceksin?" der dururdu. Nasip olmadı...
        Ne kadar dinlerse dinlesin, o bizim yırlara doymazdı. Eşim Ravzana, ta küçük yaşlarda öğrendiği akordeonu fevkalâde güzel çalar ve çok güzel yır söyler. Kongur ona eski yırları çaldırıp söyleterek saatlerce dinlerdi. Nağmelerin tesiriyle onun kederlendiğini görünce içimden ağlardım...''Bu türkü bizde şöyle söylenir.'' diyerek, aheste aheste kendisi de Kıpçak türküleri söyler, bizim türkülerle karşılaştırırdı.
        Ölümünden iki gün önce Kazanış'ın bahçesinde, Bayterek'te yapılan toplantıda, kopuzcu Şarav'ın verdiği ziyafetten Kongur'un duyduğu mutluluk gözümden kaçmadı. O gün işittiği yırları o, yol boyunca mırıldandı durdu. Onun fevkalâde güçlü bir hafızası vardı; anında ezberlerdi, yazıp da yorulmazdı.
        O, ışığı söndürmeden uyurdu. Şimdi uyudu mu acaba diye ne zaman bakacak olsam, yorganın altında ya bir sözlüğü ya da bir kitabı okur görürdüm; Kumuk kitaplarını.
        "-Bugün her şeyi bırakıyoruz, Kongur. İstirahat edeceğiz." diyorum bir gün.
        "-Yok yok, çalışacağız. Biz işe geç başladık... Yola geç çıktık. Hedefimize ulaşamazsak halk affetmez. Birbirimizi tamamlamamız gerek. Bize öğretenler az. Ben kendim de size kul olup Macaristan'da hizmet edebilmeyi umuyorum. Benim için üzülmeyin. Sıra sizde. Terleyen at güzel olur. Terlemeyen, yorulmayan taydan at olmaz...
        Onun için yorulmayan kalmamıştır, ama benim için çok zor oldu. Kongur'un at bağladığı yer, benim evimdi. Bizim yakınlar içinde onu tanımayan çok azdı. Son geldiğinde ben onu babamın kardeşi Balçar Mutuk ile, annemin kardeşleri Enverbek ve Abdülbek ile tanıştırmıştım. Bir seferinde Enverbek koyun kestiğinde Kongur, onun hayvanın derisini yüzüşüne ve etini parçalama usulüne pek büyük bir dikkatle bakarak: ''Hayvan kesme usulünü sen bizden, Kıpçaklardan mı öğrendin?'' diyerek yaptığı espiri hâlâ aklımda...
        "-Biz üzengideşleriz." dedi o, bir gün sabah evden çıkarken: "Uyumamız benziyor, yürümemiz benziyor, yırlarımız benziyor; fikirlerimiz benzer, isimlerimiz benzer..."

                    Üzengideşler idik,
                    Yürüyorduk yanaşık.
                    Ana dilimi aksatsam,
                    Kızardın sen birazcık.

                    Üzengideşler idik,
                    Özün gittin, ben kaldım.
                    Sen toprağa yattın,
                    Ben top gibi ufaldım.

                    Bir üzengim üzüldü,
                    Bir üzengim çözüldü...
                    Gemim azıya alıp
                    Yüreğim parçalandı...

        Kongur kardeşimin bize ilk gelişinden sonra ikimiz birlikte Kumukların ve Macaristan'daki Kıpçakların ortak köklerini araştırarak bir kitap yazmağa teşebbüs ettik. Son gelişinde bu kitaba bir de ad bulmuştuk: ''Kongur Bedreddin''. Kitabın esas maksadı şuydu: Türk dünyasında yaşayan bizler, güçlü çınar ağacının kolları gibi dal budak salıp dağılsak da, bizim kökümüz birdir. Büyük felâketlerin, güçlü kasırgaların tesiriyle kopan köklerimizi birleştirmek, kopan dallarımızı toplayıp ağacımızı korumak. Bu ağacın kökünü besleyen güç ise, en başta ana dilimizdir.
        ''Gök Töbe'ye, Kazak toprağına; Kongur'un yıldırım hızıyla ulaşan acı haberini işitip Tataristan'dan, Karakalpakistan'dan, Kırgızistan'dan, Türkiye'den, Türkmenistan'dan, Özbekistan'dan ve başka yerlerden gelen kardeşlerimizin önünde; geride kalan ömrümü tüketsem de, bu kitabı yazıp bitirmek için söz verdim. Tabiî ki Allah'ın, Kongur'un yakın arkadaşlarının ve dünyada kalan kardeşlerinin yardımı ile..
        Kongur kardeşim, bilmediği bir sebeple, Macaristan'a gidip Karsak'ı görüp biraz rahatlayayım da geleyim diye pasaportunu da almış, hazırlanadururken, bir gün öğleden sonra, 4 Ağustos idi, Abdulhakim telgraf çekti de ''Sana Macaristan'dan sıcak selâm!'' dedi. İçim cız ediverdi. Öz canından aziz gördüğü Kumuk toprağını, canı bilip geldiği gibi, burada, öylece kaldı...
        Geçen yıl Yedigey Batır'a geldiğinde, kendisine hediye ettiğim ağaç kopuzun gövdesine yazdığım sözler, şimdi beni titretiyor:

                    Kıpçak atın aksamasın,
                    Aziz kardeşim Kongur.
                    Tüm dünyayı dolaşıp da,
                    Döndü Kumuk'a Kongur...

        Kongur, Cangişi ve ben Hazar denizinde yüzüyoruz. Çok güzel bir gün. Dalga yok, su sıcak. Şakalaşarak yüzüyoruz. Kongur, deniz kıyısında yaşayan halkları tek tek saydı ve "Bu bizim denizimiz. Bakınız buna Bedretdin, Cangişi; bu su, içinden ışık veriyor. Bunun eski adı Akdeniz. Karadeniz öbür tarafta. Bu Akdeniz!" diyerek deniz suyunu avucuna alıp bir kaç kere öptü.
        Biz çıktıktan sonra bile o doyamıyor, dönüp dönüp suya dalıyordu.
        Sudan çıkıp gülerek üstünü giydiği yerde hastalık tuttu...

                    Can sevindirerek gelmiştin,
                    Can damarın çekildi.
                    Tuna'da doğduğun gün,
                    Akdenizde son buldu.
                        (Akdeniz: Kumuklar Hazar Denizine Akdeniz derler)

                    Kendin Gök Töbe'desin,
                    Ruhun yaşıyor Kumuk'ta.
                    Benim bütün varlığım,
                    Yeşerttiğin tohumda.

        Kongur kardeşimiz az konuşup çok dinlemeyi seven bir kişiydi. Onu ben sorularımla, kendi yüreğine anahtar olacak samimi sözlerle konuşturmak istiyordum... Onun ağzından çıkan her kelimeyi yazamadığıma şimdi çok pişmanım. Bizim şu ihmalkârlık huyumuz: Er geç insanın dünyadan ayrılacağını aklımıza getirmeyiz. Ama insanın görüntüsü ve sesi korunsa, o insan ölmemiş gibi olur.
        Yola çıkacağımız zaman yanıma aldığım kırmızı bir defterim var. Onu ben ne zaman Rusça adıyla anacak olsam, her seferinde Kongur bana dürtüp: "O kelime Rusça, esdeligim (günlük) diye ana dilinde söyle!" diyerek beni düzeltirdi.
        Bu defterimden aldığım yazılardan bazılarını size de okumak istiyorum. Kongur'un sözIerini, kendi söylediği gibi, bir harfini dahi değiştirmeden veriyorum.
*    *    *
1991 Yılının Kasım ayında geldiğinde söylediklerinden
        "-Budapeşte'de kaç tane köprü var?" diye sordum Kongur'a, bir seferinde.
        "-Büyük köprülerden sekiz tane var." dedi o. "Niçin soruyorsun?"
        "-Şimdi, şu andan itibaren bir büyük köprü daha kuruldu, Budapeşte'den Kumuk ülkesine ulaşan, dedim ben."

        "-Uzak yolu kısa edip geldin sen Kongur, Bir güzel söz söylesen!"
        "-Benim bütün sözlerim birdir. Bir zamanlar biz büyük bir milletmişiz: İskitler! Sonraları Dünya bizden korktu. Ama bizden korkmak gerekmez. Bizim atalarımız hiç bir halkı küçük görmemiş, ikinci sınıf saymamış. Biz doğuştan savaşı, kanı sevmeyiz."

        "-Kongur'un kılıcı kınından çıkmaz mı ki?" diyorum.
        "-Biz kılıcımızı değil, ahlâkımızı güzelleştirerek ilerledik. Biz güç kullanmak isteseydik, bütün Dünya Türk olurdu."

        "-Altın Ordu dağıldıktan sonra, bizim köklerimiz söküldü, eklemlerimiz boşaldı.. dağıldık. Şimdi toplanmamız gerek.. Toplanan kökümüz kurumasın. Atlarımızın toynak izleri göl göl olsun!"

        "-İki adam, bir evin çocukları da olsa, iki ayrı tarzda konuşur. Biz bir evin çocuklarıyız, Yedigey Batır bugün doğmadı, ama bizim kanımızda yaşıyor. Yedigey Batır, Ülker Batır... bizim zengin, derin ideallerimizi çocuklarımıza da öğretsin. Onların adlarını oğullarımıza ve onlardan doğacaklara bırakalım."

        "-Dil yok, moda var, biz birbirimizi övmesek duramayız. Tarihi iyi biliyoruz, Kuban'ı, Kafkas'ı, Ural dağını da söyleriz. Az bilgimiz var, derinleşmemiz gerek. Her bir halkın zenginIiği, bilgisi sözde yatar. Siz Abdülhakim, Bedreddin, bu bakımdan çok hizmet ediyorsunuz halkınıza. Sağlığınız yerinde olsun. Asla hastalanmayın. Gençlerimizin iyiliğini, güzelliğini görelim. Yaşlıların gönlündekini alıp bize yetiştirdiğiniz için teşekkürler."

        "-Çok gelmek istiyorum. Birlikte çalışmak istiyorum... Mesafe uzak değil... Fakat engeller zorluk çıkarıyor, bir araya gelmemize imkân vermiyor. Siz şu anda Kumukların batırlarısınız. Bu engellere boyun eğmeyin..."

        "-Kumukçayı sizden öğrendim. Zengin dil, kökleri derinlerde yatıyor. Büyük bir dilek söylemek istiyorum. Söz bitmiyor. Öbür tarafta biz Kıpçaklar rahat yaşasak da tarihi unutmadık, sizi hatırladık. Bildiğimi söylüyorum. Ben yalnız değilim inşallah."

        "-Avrupa; atı, eğeri, özge giyimleri Asya'dan öğrendi. Biz ise atı unuttuk. Bizim öteki milletlerden aşağı kalır yanımız yok. Kumuk halkına ata binmeyi öğretmek gerek. Bize sağlık gerek. Moralimizi bozmayalım."

        "-Gusarı-husarı-hasarı-hosarı-hazarı... Kaspiy deniz-Hazar denizi... Giysisi, millî giyimi, hepsi de Asya'dan, bizden gitmiş Avrupa'nın."

        "-Avrupa'nın cennetinden, Asya'nın zindanı dahi yeğdir."
  
        "-Kumuklar, Kıpçaklar; biz maymunlarız. Ne zaman adam olacağız?!" Ardından şöyle devam etti: "-Olcas Süleymanov bir keresinde benim gönlümü almak isteyerek şöyle söyledi: Kongur olmasa, biz hayvan olup giderdik!"

        "-Güzel sözler bizi ninnilerimiz gibi mest ediyor. Türk dilinin zenginliğine başka bir dilin zenginliği erişemez...
        Gözlerimi yaşartan bir söz söylemek istiyordum... Vekil olup, elçi olup yurt içinde yürüyelim... Yürüyen elçimiz yok oldu gitti... Alman, buraya 13-14 yıllarında geldi, 'Kumuklar 30-40 yıl içinde yok olup gidecek, halk hesapta yok olacak.' diye yazmış. Niçin böyle yazmış, benim öğretmenim, bunu anlayamıyorum. Benim hocam Aksak Temir barlasın soyu, diye yazıyor. Niçin öyle söylemiş?! Bilmiyorum... Uzun lâfın kısası: Gençler büyüsün."

        "-Birlik olsa, eşitlik de olurdu. Kumuk'ta da bizdeki gibi birlik yok. Kumuk, Nogay birleşse, peteğimize bal dolmuş olurdu."
        Kıpçak'ın en birinci dostu da, en birinci düşmanı da kendisi, Kıpçak. Onun için biz önce kendimizi temizleyelim, gençler ana dilini bilsin. Yeniden doğalım. Düşüncemiz fikrimiz temiz olsun. Dağlılar da burada yaşasın. Onlar da bizden öğrensin, örnek alsın, bize kardeş olsun. Bize ata babamızın bırakıp gittiği değerlerin eskimediğini, ışığının sönmediğini gösterelim."

        "-Ben bir süre önce bazı devletleri gördüm. Tuna'dan Çin'e kadar bir bitki ortak: Yuvşan (5)Yuvşan olan yerde Kıpçaklar yaşamış. Daha uzaklara gidince; Avusturya, İsviçre Finlandiya... Cennetin nimeti var, yuvşan yok! Yuvşanbitiyor. Yuvşan yetişmeyen yerde biz de durmuşuz. Vermut şarabı yapmak için yuvşanı onlar bizden alır. Vermut Alman dilinde yuvşan demek. Kıpçaklardan çok yiğitler öldü. Topraklan yumuşak olsun, yattıkları yer sağlam olsun. Savaştan dönen delikanlılar, sağ kalanları, yuvşan kökü ile tedavi etmişler."

        "-Sabahımız akşamımıza ne çok benziyor! Şanslı halkız."

        "-Korkma, korkma Bedreddin; biz ölsek de diriliriz. Biz ölümün üstündeyiz!..."
(21.11.91)
*    *    *
 1992 Yılının Ağustos ayında geldiğinde söylediklerinden
        "-Dünya edebiyatı denince ben şöyle düşünüyorum: Macaristan'ın çok güzel, iyi edebiyatı var, ama dünya halkları onu tanımıyor. O çok az çevrilmiş, Kumuk edebiyatı da böyledir diye düşünüyorum. Bizim edebiyatımızı Hint-Avrupa dillerine çevirmek zor; ama onların edebiyatını bizim Türk lehçelerine güzel bir şekilde, güçlükle karşılaşmadan çevirmek mümkün. Bizim dilimiz zengin, sembollerimiz güçlü, sözümüz işlek.
        Yırçı Kazak'ı dünya niçin tanımıyor? Eğer onun yırları İngiliz diline çevrilseydi, ondan güçlü şair olmazdı. Burada sen Shakespear'i çevirdin. Shakespear'in eserlerindeki vakalar, bizim Kumuk, Türk hayatında da geçmiş. Tabiî ki onun dramalarını söylemiyorum. Bizim edebiyatımız şairlik edebiyatı. Bizde şiir fevkalâde güçlü. Shakespear'i Türk klâsikleri ile karşılaştırdığımızda, o bizden ilerde değil. Bizde o zaman drama da tiyatro da yoktu. Yalan da yoktu. Bizim ata babalarımızın edebiyatını bir iki kişi yaratmamış; her kişi, birbirinden alarak, alış veriş ile yırlayıp (6) gelmiş. Özünden çıkarmış. Seninki değil, benimki değil; hepimizinki. Ömrümüz yırlayarak geçti. Her adımımız bir yır, bir motif işareti. Atalar sözleri ile yaşıyoruz. Bir Rus 200 söz ile yaşayabilir. Bize bin, hatta milyon söz de yetmiyor, az geliyor. Biz söyleyeceğimizi zorlanmadan söyleriz; gülerek, oynayarak, yırlayarak. Ne söylesek, yır yazar gibi duygulanarak söyleriz.
        Dil bakımından, Tügelbay Sadıkbekov'u, Kırgız yazarı Çıngız Aytmatov ile bir araya getirsek, deve ile at gibi. Çıngız Kırgızca yazmış olsa, öyle iyi çevrilemezdi. O, Rusça yazdığı için dünya onu tanıdı. Başka bir ifadeyle, Çıngız da bir intikam alıcıOnun babasını komünistler öldürmemiş olsaydı, o kıpkızıl komünist olacaktı. Babasının öcünü aldı, yüksek artistik değeri, kabiliyeti ile..." (20 Ağustos 1992).
 *    *    *
        Kongur'u biz Kumuk toprağında, öz kardeşimiz gibi, tam Müslümanca gömmeye niyetlenmiştik. Ama kendi doğduğu yerden, Macaristan'dan izin çıkmadı. O, Kazakistan'a defnedildi. Bunun sebebini bana Kongur'un eşi Ongayşat anlattı; kendisi de yazar, çevirmen bir hanım; Kazak toprağında doğmuş, Macar dilini, İngiliz dilini, Türk dilini iyi biliyor. Kongur hakkında bir gazetede çıkan makalede şu satırlar var: "Kazakistan hür toprak, uçsuz bucaksız bereketli tarlalar. Kazak kızını ben çok severek aldım, bizim ata babalarımızın yaşadığı Kıpçak toprağına olan hasretimi bununla da gösterdim. Babamın, annemin kabirlerinin Tuna'nın öte yakasında olduğunu ben saklamıyorum. Ama ben kendim burada, Kazak toprağında, Kıpçak toprağında gömülmek isterdim..."

        Macaristan'dan kardeşlerinin alıp getirdiği toprak ile benim Kumuk yurdundan götürdüğüm toprak ve bir kısımyuvşanAla Tav'ın eteğinde bir kabirde bir araya getirildi. Kongur kardeşimiz kendi ölümüyle üç toprağı bir araya getirmiş oldu. Onun kabrinden alıp geldiğim bir avuç Kıpçak toprağını anamın baş ucuna koydum.

                    Parlak suyuma kaya düştü,
                    Kongur'um gitti, Kongur'um.
                    Gömmek gözüme kan doldurdu, (7)
                    Kongur'um gitti, Kongurum.
                    İpek Yoluma toz doldu,
                    Bayrak başıma kuş kondu,
                    Kongur'um gitti, Kongur'um.
                    Sürülerim, yılkım bölündü,
                    Kıpçak aygırım süründü,
                    Kongur'um gitti, Kongur'um.
                    Ağaç kopuzum düzen tutmuyor,
                    Bakır konguravım (8) söylemiyor,
                    Kongur'um gitti, Kongur'um.
                    Han köprümü su aldı,
                    Azı dişlerim ufaldı,
                    Kongur'um gitti, Kongur'um.
                    Arkadaşımdan ayrıldım,
                    Bel kemiğim ayrıldı,
                    Kongur'um gitti, Kongur'um.
                                            4 Eylül 1992 / Alma Ata
----------------------------------------------------------------------------------------------
(1) Kumuk Türkçesinden aktaran: Çetin PEKACAR.
    Bu metni, yazarı Bedreddin Mehmedov (Badrutdin Mahammadov), Nizamî toplantısı münasebetiyle Baku'ya geldiğinde, Prof. Dr. Sadık TURAL'a vermiş ve ondan yayımlamasını rica etmiştir.
(2) Dağıstan Yazarlar Birliği Üyesi, Kumuk sahası şairi, gazeteci.
(3) Manas: Dağıstan'da, Mahaçkala-Derbent karayolu üzerinde, eski bir Kumuk yerleşim merkezinin adı.
(4) Yır: Halk şiiri; türkü.
(5) Yuvşan: Pelin.
(6) Yırlamak: Şiir, türkü söylemek.
(7) Gömmek kelimesinin Kumuk Türkçesinde iki anlamı var: "Bir şeyi gömmek" anlamında fiil ve "masmavi" anlamında sıfat. Bu mısraları yazan Bedreddin Mehmedov'un gözleri mavidir; dolayısıyla şair bu mısra ile tevriye yapıyor.

(8) Kongurav: Zil; tef.

KAYNAK: http://w3.gazi.edu.tr/~pekacar/kongur.htm

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder