23 Ağustos 2011 Salı

CEMAL KAMACI

Cemal KamacI  (AVRUPA ŞAMPİYONU İLK TÜRK BOKSÖR)
1943 yılında Trabzon’un Maçka ilçesinin Kapı Köyü’nde ailenin onuncu çocuğu olarak dünyaya geldi. Spora İstanbul’da futbolla başladı. Top oynarken ayağını kırınca futbola veda etti. Boksa Fatih Güreş Kulübü'nde Ali Hoca’nın teşvikleriyle başladı. Kısa bir süre sonra Fenerbahçe'ye geçti ve boks takımının kaptanlığını üstlendi. 1962'de Milli Takım'a seçilen Cemal Kamacı, 1966 yılı sonuna kadar bütün millî karşılaşmalarda 67 veya 71 kilolarda dövüştü. Bu süre içinde iki kez Balkan ikinciliği kazandı. 1967 yılında Türkiye'de profesyonel boks lisansı verecek bir kurum olmadığı için lisansını Viyana'dan Avusturya adına çıkarttıran Kamacı, böylece profesyonel oldu. 1972 yılında Avrupa Şampiyonu Fransız Roger Zami'yi İstanbul'da yenerek, 63.5 kilo Avrupa Profesyonel Boks Şampiyonu oldu. 1973 yılında ünvanını İspanyol boksör Ortiz'e kaptıran Kamacı, yılmayarak 1975'te Köln’de İspanyol Gomez Fouz'u yenerek bir kez daha ünvanını geri aldı. Avrupa Profesyonel Boks Şampiyonluğu ünvanını 1976 yılı içinde yaptığı üç maçta da korudu. 63.5 kg'da dünya sıralamasında dördüncü sıraya kadar yükseldi. Avrupa Şampiyonu ilk Türk boksörü olan Kamacı, 11 Kasım 1976'da İstanbul’da düzenlediği bir jübile maçından sonra boksu bıraktı.

YAŞAR ERKAN

YAŞAR ERKAN – OLİMPİYAT ŞAMPİYONU-GÜREŞ 1936 yılında bir telgraf çekilir Ankara’dan Berlin’e… Telgrafı çeken, Cumhurbaşkanı Mustafa Kemal Atatürk, alan ise Yaşar Erkan’dır… Şu yazılıdır telgrafta: “Kendin küçüksün ama memleket için çok büyük iş yaptın. Artık ismin Türk spor tarihine geçti. Çok yaşa Yaşar!..” 11 Ağustos 1936 günü, Berlin Olimpiyat Stadı’nı dolduran yüz bin kişi ayağa kalktığında saatler 16.30’u gösteriyordu… Bu bir saygı duruşuydu… Birincilik kürsüsünde, Grekoromen güreşte 61 kiloda altın madalyayı kazanan Yaşar Erkan sevinç gözyaşları döküyordu… Mutlu, hem de çok mutluydu Yaşar Erkan… Çünkü biliyordu ki, ülkesinin, Cumhuriyet Türkiye’sinin bayrağı olimpiyat oyunlarında ilk kez birincilik direğinde yükseliyor, İstiklal Marşımız ilk kez bu kadar kalabalık bir insan topluluğu tarafından dinleniyordu…

KARA AHMED

KARA AHMED – GÜREŞ (DÜNYA ŞAMPİYONU)
Kara Ahmed dünya şampiyonu Türk pehlivanlarından. 1871’de Osmanlı Devletine bağlı Bulgaristan’ın Umur köyünde doğdu. Babası Rumeli pehlivanlarından Uzun Ali Ağa’dır.
Küçük yaşlarda başladığı yağlı güreşe, 1892’de geldiği İstanbul’da da devam etti. Yağlı güreşin çeşitli oyun ve usta tekniklerini, İstanbul’da Hergeleci İbrahim Pehlivandan öğrendi. Birçok defa Almanya’ya gidip müsabakalara katıldı. 1899’da dünya şampiyonu oldu. Kara Ahmed’in bu muvaffakiyetini takdir eden zamanın Osmanlı Sultanı İkinci Abdülhamid Han, Kara Ahmed’e “İftihar Madalyası” vererek mükafatlandırdı. 1900 yılında Rus güreşçisi Petlasinki’yi elli üç saniyede mağlub edince, Avrupa’da karşısına çıkacak başka rakip bulunamadı. Paris’teki müsabakalarda kendisini tanıyıp sporcu ahlakına, efendiliğine hayran olan Fransız kızlarından birinin İstanbul’a gelerek, İslamiyeti kabul etmesine sebeb oldu. Aişe Zarife adını alan bu Fransız kızıyla Kara Ahmed bilahare evlendi.
Birçok defa Avrupa’ya davet edilen Kara Ahmed, yaptığı müsabakalarda teknik güreşin en ince ustalıklarını göstererek sporseverlerin takdirini kazandı. Sporcu ahlakının mümtaz temsilciliği ve müsabakalardaki güreşiyle devrinde hayranlık uyandıran Kara Ahmed, spor yazarlarına hala konu olmakta devam etmektedir.
1902 de Fransa dönüşü, İstanbul’da vefat eden Kara Ahmed’in kabri Eyub Mezarlığındadır.

ALİÇO

ALİÇO (1844 – 1922) - GÜREŞ
Kırkpınar başpehlivanlarından. 1844 yılında Bulgaristan’da, Plevne'den güneybatıdaki Orhaneli’ne giden yol üzerinde bulunan Ozikoviça köyünde doğdu. Pomak asıllıdır. Güreşe Deliorman’da başladı. 1864 yılında Kırkpınar’da güreşirken yakın köylüsü olup kendisinden önce Sultan Abdülaziz tarafından saraya alınmış olan Kavasoğlu İbrahim Pehlivanın aracılığı ile saraya girdi. Padişaha bağlılığı ve iyi hizmeti dolayısıyla sarayda şamdancıbaşılığa kadar yükseldi.
Kavasoğlu’ndan sonra saray başpehlivanı oldu. 27 yıl üst üste Kırkpınar başpehlivanlığını kazanarak bu alanda kırılması güç bir rekorun sahibi oldu. Bilhassa elense ve tırpanlarıyla meşhurdur. Gayet kuvvetli bir pehlivan olup, sekiz saat güreş etse yorulmak nedir bilmezdi.
Aliço, Sultan Abdülaziz’in padişahlıktan indirilişine kadar (30 Mayıs 1876) sarayda kaldı. Sultanın ölümünden sonra saraydan ayrıldı. Yaşlılık günlerini Malkara köyünde bekçilik yaparak geçirdi. 56 yaşında iken kendi yetiştirmesi olan Adalı Halil’in meydan okumasını kabul etti. Kendisinden 25 yaş daha küçük bulunan çırağını Gelibolu’da bir düğün güreşinde yarım saat içinde yendi. Bu arada birçok güreşçi yetiştiren Aliço, 1922’de İpsala’da vefat etti.
Aliço, 190 cm boyunda 120-130 kilo ağırlığında, kolları kalın ve göğsü geniş bir pehlivandı. Gerek güreş meydanlarında ve gerekse meydan dışı hayatında mertliğin, doğru sözlülüğün, cesaretin ve yiğitliğin bütün özelliklerini taşımış ve göstermiş olmasından dolayı Rumeli’de adeta efsaneleşmiştir.

ADALI HALİL

ADALI HALİL - Türk arslanI (1871-1927) - GÜREŞ

Adalı Halil, (d. 1871, ö. 1927 Edirne), son devir büyük Türk pehlivanlarından. Edirne'nin Adaiçi bölgesindeki Kilise köyünde doğdu. Babası Kara Mehmed de meşhur bir pehlivandı. Adalı Halil, babasının teşvikiyle daha küçük yaşta güreşe başladı ve ilk güreş derslerini babasından aldı. Sonra Kırkpınar'da 26 sene başpehlivan olan meşhur Aliço'ya çırak oldu. Ondan güreşin bütün inceliklerini öğrendi. 1.98 boyunda, 125-130 kilo ağırlığında, devrinin en iri pehlivanlarından idi. Koca Yusuf ve Kurtdereli gibi yağlı güreşin ustalarıyla karşılaştı. Kurtdereli Mehmed Pehlivanla beraber Avrupa'ya gidip, orada karşılaştığı bütün rakiplerini çok kısa zamanlarda yendi. Avrupa'da yenmedik rakip kalmayınca Amerika'ya geçti. Orada da bütün rakiplerini kısa zamanda yendi ve “Türk arslanı” diye anılmaya başladı. Hatta bir tanesinin kaburgalarını kırması üzerine halk galeyana gelmiş, ellerinden güç kurtulmuştur. Yurda döndükten sonra kazandığı Kırkpınar başpehlivanlığını 18 yıl korumuştur. Edirne'de 1927 yılında vefat eden Adalı Halil'in kabri, Kasımpaşa Camii önünde bulunmaktadır. An'anevi Kırkpınar güreşlerine katılan pehlivanların, güreş başlamadan önce Adalı Halil'in kabrini ziyaret etmeleri gelenek halini almıştır.

KOCA YUSUF

KOCA YUSUF (1856 - 1898) - GÜREŞ
1856 yılında Şumnu, Bulgaristan'da doğdu. Dünyaca ünlü Deliormanlı Türk güreşçidir. Güreşin efsanevi isimlerinden olan Yusuf, 120 okkalık (144 kg) gövdesi, güreş becerisi, gücü ve sporcu ahlakı ile "Koca" lakabını almıştır. Ona "Koca" lakabı Filozof Rıza Tevfik tarafından sonradan verilmiştir.
Koca Yusuf dönemin ünlü pehlivanlarından Nasçıköylü Kel İsmail Pehlivan'ın çırağı olarak çok ufak yaşta güreşe başladı. Uzun süre Kırkpınar başpehlivanlığını elinde bulunduran Kel Aliço ile güreşti. Adalı Halil'i iki kez ardarda yendi. Sultan Abdülaziz, Sultan V. Murat ve Sultan II. Abdülhamit döneminde pek çok güreş yaptı.
1897'de Avrupa'ya gitti ve Paris'te minder güreşinin kurallarını öğrendi. Bu dönemde güreştiği ve döneminin önemli sporcuları olan Olsen, Pons, Fournier ve Sebes gibi isimlerin tamamını yendi. Avrupa'da büyük ün kazanınca Amerika Birleşik Devletleri'nden davet aldı ve oraya gitti. Orada da yaptığı bütün güreşleri kazandı. Yendiği güreşciler arasında ünlü Jenkins ve Amerika Şampiyonu unvanını taşıyan Robert de vardır.
Türkiye'ye dönmek üzere 21 Mayıs 1898'de Fransız bandıralı La Bourgogne transatlantiği ile yola çıkan Koca Yusuf, bindiği geminin 4 Temmuz sabahı New York'un kuzeydoğusundaki Sable Adası'nın 60 mil açıklarında İrlanda bandıralı Crmartyshire şilebiyle çarpışıp batması sonucu tüm yolcular ve mürettebatla birlikte boğularak ölmüştür. Cesedi Atlantik Okyanusu'nda kaybolmuştur.

HALİL MUTLU

HALİL MUTLU

Halil Mutlu'nun başarıları: Dünya Gençler Şampiyonu (1993) 5 Kez Dünya Şampiyonluğu (2003, 2001, 1999, 1998, 1994) 3 Kez Olimpiyat Şampiyonluğu (2004 Atina, 2000 Atlanta, 1996 Barcelona) 10 Kez Avrupa Dünya Şampiyonu (2008, 2005, 2003, 2001, 2000, 1999, 1997, 1996, 1995, 1994) Avrupa Şampiyonları'nda 26 altın madalya sahibi (9 Koparma, 8 Silkme ve 9 Toplam olmak üzere). Bu kategoride David Rigert, 27 altın madalyaya sahip. Tarihte, 3 Olimpiyat şampiyonluğu kazanan 4 halterciden biri.

NAİM SÜLEYMANOĞLU

NAİM SÜLEYMANOĞLU - HALTER (AVRUPA, DÜNYA, OLİMPİYAT ŞAMPİYONU)Haltere 1977'de başladı. 15 yaşında iken Brezilya'da düzenlenen dünya gençler halter şampiyonasında 52 kiloda iki altın madalya alarak şampiyon oldu. Onaltı yaşında rekor kırarak yine şampiyon oldu. Böylece halter tarihinde en genç dünya rekortmeni ünvanını aldı. 1983-1986 arasında gençlerde 13, büyüklerde 50 olmak üzere tam atmış üç rekor kırarken, yine bu dönemde Dünya ve Avrupa şampiyonalarında 52,56,60 kilolarda şampiyonluklar yaşadı.
1984, 1985 ve 1986'da dünyada yılın haltercisi seçildi. 1986'da Sydney'de düzenlenen Dünya Halter Şampiyonası'nda Türkiye büyükelçiliğine sığınarak Türkiye'ye iltica etti. 1988'de Avrupa Halter Şampiyonası'na Türkiye adına katıldı ve üç altın madalya kazandı. Bunun yanında 60 kg'de koparmada 150 kg kaldırarak dünya rekoru kırdı.
1988 Seul Olimpiyatları'na Türkiye adına katılabilmesi için Türk hükümetince Bulgaristan'a 1 milyon dolar ödenerek gerekli izin alındı. Bu olimpiyatlarda Süleymanoğlu 60 kg koparmada sırasıyla 145 kg, 150.5 kg, 152.5 kg, silkmede 175 kg, 188,5 kg, 190 kg, toplamda da 320 kg, 339 kg, 342.5 kg kaldırarak 9 dünya 6 olimpiyat rekoru kırarak muhteşem bir zafer elde etti ve böylece Türkiye olimpiyatlar tarihinde güreş dışında ilk altın madalya kazandıran sporcu oldu.
1992 Barcelona Olimpiyatları'nda rakiplerine ezici üstünlük sağlayarak altın madalyayı yine ülkemize kazandıran Naim, aynı yıl Uluslararası Halter Basın Komisyonu tarafından Dünyanın En İyi Sporcusu seçildi.
1993 Dünya Şampiyonasında ise 3 altın madalya kazanırken 2 de dünya rekoru kırdı. 1994'te Bulgaristan'da yapılan Avrupa Halter Şampiyonası'nda sadece üç kaldırış yaparak üç dünya rekoru kırdı. Atmış altısı İstanbul'da yapılan Dünya Halter Şampiyonası'nda ilk kez Türk Seyircisi önüne çıktı. Ve bu şampiyonada sakat olmasına rağmen 3 dünya rekoru kırarak üç altın madalya kazandı. Bu da onun dünyanın en güçlü sporcusu unvanı kazandırdı.
1995 Avrupa halter şampiyonasında sakat olmasına rağmen 1 altın, 2 gümüş kazanarak Türkiye’nin takım halinde birinci olmasında önemli katkı sağladı.
1996 yılından beri, hiç bir halterci onu yenemedi (Yalnızca 2008 Avrupa Şampiyonası'nda sakatlanmasından dolayı silkme ve toplamda gümüş madalya kazanabildi) 1999 yılında Türkiye'de yılın sporcusu seçildi. Kendi ağırlığının üç katını kaldıran üç insandan biri. Tüm zamanların en büyük dört haltercisinden biri olarak kabul ediliyor.

HAMZA YERLİKAYA

HAMZA YERLİKAYA – GÜREŞ (FİLA VERİLERİNE GÖRE GELMİŞ GEÇMİŞ EN ÇOK MADALYA KAZANAN 3. GÜREŞÇİ)Uluslararası Güreş Federasyonları Birliği, modern güreşin tarihinde dünya minderlerinde ilk kez 17 yaşında bir güreşçinin şampiyon olduğunu açıkladı ve Hamza Yerlikaya'yı Asrın Güreşçisi unvanı ile ödüllendirildi. Olimpiyat, Dünya ve Avrupa şampiyonu.
Başarıları
1992 İstanbul, Yıldızlar Greko-Romen stil 76 kg Dünya 1.
1993 Avusturya, Gençler Greko-Romen stil 81 kg Avrupa 1.
1993 Stokholm, İsveç Büyükler Greko-Romen stil 82 kg Dünya 1.
1994 Macaristan Gençler Greko-Romen stil 88 kg Dünya 1..
1995 Prag, Çekoslovakya, Büyükler Greko-Romen stil 82 kg Dünya 1.
1996 Budapeşte, MACARİSTAN, Büyükler Greko-Romen stil 82 kg Avrupa 1.
1996 Atlanta, ABD Olimpiyat Oyunları Greko-Romen stil 82 kg Olimpiyat 1.
1997 Tahran, İran, Büyükler dünya kupası Greko-Romen stil 85 kg 1.
1997 FİNLANDİYA, Büyükler Greko-Romen stil 85 kg Avrupa 1.
1998 Minsk, Beyaz Rusya Büyükler Greko-Romen stil 85 kg Avrupa 1.
1999 Sofya, Bulgaristan Büyükler Greko-Romen stil 85 kg Avrupa 1.
2000 Sydney, Olimpiyat Oyunları Greko-Romen stil 85 kg 1.
2001 İstanbul da Büyükler Greko-Romen stil 85 kg Avrupa 1.
2002 Finlandiya, Büyükler, Greko-Romen stil 84 kg. Avrupa 1.

MUSTAFA ABDULCEMİL KIRIMOĞLU

MUSTAFA ABDULCEMİL KIRIMOĞLU KİMDİR?

13 Kasım 1943 yılında Bozköy'de doğdu. Babası Abdülcemil ve annesi Mahfure, Stalin döneminde Sudak'ın Ayserez köyünden "Kulak", yani zengin aile çocukları oldukları gerekçesiyle Urallar'a sürüldü. II.Dünya Savaşı esnasında gizlice Kırım'a dönen aile Kırım'ın çöl bölgesindeki (Kırım'ın kuzeyde kalan ovalık bölüme verilen ad) Bozköy'e yerleşti. Ağabeyleri Hanefi ve Hasan, ablaları Şevkiye ve Vasfiye ile birlikte henüz altı aylık bir bebekken 18 Mayıs 1944'de, bütün Kırım Tatarları gibi Kırım'dan sürgün edildi. Yanlarında anneleri vardı. Babası sürgünden iki gün önce diğer Kırım Tatar erkekleri gibi muhtemel bir direnişe karşı tutuklanarak tecrit edilmişti.

Aile Özbekistan'ın Andican bölgesine sürgün edildi. Çocukluğu burada bir köyde geçen Kırımoğlu, 1955 yılında Taşkent yakınlarında bir kasabaya yerleştiler. 1959 yılında Rus dilinde orta öğretimini tamamladı ve Taşkent üniversitesi Arap Dili ve Edebiyatı Bölümüne girmek için müracaat etti. Ancak "Kırım Tatarlarını, yani Sovyetlere sadık olmayan bir milletin mensuplarını bu fakülteye almıyoruz" diyerek reddedilmesi üzerine bir fabrikaya işçi olarak girdi.

1961 yılında arkadaşlarıyla birlikte "Kırım Tatar Millî Gençlik Teşkilatı"nı kurdular. Bir kaç hafta sonra teşkilatın liderleri tutuklandı, Kırımoğlu işten çıkarıldı. 1962 yılında Taşkent Ziraat Mekanizasyon ve Sulama Enstitüsü'ne yazıldı. Ama üç yıl sonra KGB'nin isteği üzerine "Milliyetçi, Komünist Parti ve Sovyet Devleti aleyhine propaganda yapmak ve yazdığı, Kırım'da XIII-XVII. Yüzyıllarda Türk Medeniyeti adlı makalesini enstitü talebeleri arasında dağıtmakla" suçlanarak okuldan atıldı.

Enstitüden atıldıktan sonra askere çağırıldı. "Benim milletimi yok sayan, tanımayan bir devlete askerlik yapmam" diyerek Kızıl Ordu'da askerlik yapmayı reddedince tutuklandı ve 1,5 yıl hapse mahkum edildi.

1968 yılında Sovyetler Birliği'nin Çekoslavakya'yı işgalini protesto eden Moskova'daki bir grup aydın arasında o da vardı. Bunun üzerine Sovyet Devleti aleyhine faaliyette bulunmak, Kırım Tatarlarının vaziyeti ve onların hakları hakkında mektuplar ve makaleler yazarak Sovyetler Birliği'nin millî siyasetini lekelemekle suçlanarak 1969 yılında yakalandı ve tutuklandı. Aynı suçlamalarla, Moskova'da yaşayan yahudi şairi İlya Gabay ve II. Dünya Savaşı'nın ünlü generallerinden Piyotr Grigorenko da tutuklanarak Taşkent'e getirildi. Ancak Grigorenko'nun davası onlarınkinden ayrıldı ve akıl hastanesine kapatıldı. Böylelikle bu Kızıl Ordu'nun ünlü generali, yalnızca Kırım Tatarlarının haklarını savunduğu için 5 yılını tımarhanede geçirdi. Kırımoğlu ve İlya Gabay 3'er yıl hapis cezasına mahkum edildiler.

Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu 1974 yılında üçüncü defa tutuklandı ve 1 yıl müddetle Sibirya'da ağır şartlı çalışma kampına sürgün edildi.

Cezasının bitimine üç gün kala kamp arkadaşlarına ve akrabalarına yazdığı mektuplarla Sovyet Devleti'ne karşı propaganda yapmak ve iftira etmek gibi suçlamalar ile hakkında yeni bir dava açıldı. Bunun üzerine açlık grevine başladı. Açlık grevi 303 gün sürdü. Açlık grevi boyunca zorla ve darp altında beslendi. Ünlü fizikçi Andrey Saharov, General Piyotr Grigorenko gibi Sovyet aydınları ve insan hakları savunucuları onun serbest bırakılmasını talep etmeleri ve bu maksatla Birleşmiş Milletler'e, Dünya Kamuoyu'na İslam Dünyası'na, İnsan Hakları kuruluşlarına yazdıkları müracaatlar, mektuplar ile Kırımoğlu'nun adı ve Kırım Tatarlarının meselesi Dünya Kamuoyuna, bu meyanda Türkiye Kamuoyuna duyuruldu. O yıllarda Türkiye'de Mustafa Cemiloğlu olarak tanınan ve halkı tarafında verdiği mücadele dolayısıyla Kırımoğlu olarak anılan bu ünlü insan hakları savunucusunun hapishanede öldüğüne dair haberler çıkınca, Türkiye'de pek çok yürüyüşler, toplantılar, protestolar ve açlık grevleri yapılmıştı.

Sovyet Makamları onun yaptığı açlık grevine ve Dünya Kamuoyunun tepkisine aldırmadan onu Sibirya'daki Omsk şehrinde yargıladılar ve 2,5 yıl ağır şartlı çalışma kampı cezasına mahkum ettiler. Muhakemesine ne akrabalarını ne de onu savunmak üzere Omsk şehrine gelen Andrey Saharov ve eşi Yelena Bonner'i almadılar. "Halka açık" yargılamada dinleyiciler sırasını KGB ve İçişleri Bakanlığı mensupları doldurmuştu. Kırımoğlu cezasını çekmek üzere Çin sınırındaki Primoraki Çalışma Kampına gönderildi.

Ceza müddetini tamamladıktan sonra Taşkent şehrine getirildi. Şehri terketmesi, Akşam 20.00 sabah 06.00 saatleri arasında evden çıkması, halkla toplu bulunabileceği yerlere (kahvehaneler, çay salonları, tiyatro, pazar yerleri vb.) gitmesi yasaklandı ve her hafta karakola gitme mecburiyeti getirilerek açık nezaret altına alındı.

Bir yıl sonra açık nezaret şartlarını ihlâl ettiği gerekçesiyle beşinci defa tutuklandı.. Taşkent'deki muhakemesine, Andrey Saharov'u, diğer arkadaşlarını ve akrabalarını almadılar. Kapalı yargılama sonucunda 4 yıl Yakutistan'daki Zıryanka Kasabasına sürgün edildi. Yakutistan'dan döndükten sonra, ailesiyle birlikte yerleşmek maksadıyla Kırım'a geldi. Üç gün sonra cebren Özbekistan'a götürüldü. Yangiyul kasabasında yaşamaya başladı.

1983 yılı kasım ayında altıncı defa tutuklandı. Taşkent'deki yargılama sonucunda üç yıl ağır şartlı çalışma kampına gönderildi. Artık geleneksel olan öncekilerle benzer suçlamalarla, yani Sovyet Devleti'nin iç ve dış siyasetine iftira etmek, antisovyet olmak, Kızılordu'nun Afganistan'ı işgalini kınayan bir bildiriyi, Andrey Saharov ve bir kaç aydınla birlikte neşretmekle suçlandı. Ayrıca 1983 yılında Krasnodar bölgesinde vefat eden babasının naaşını yasak olmasına rağmen Kırım'a gömmeye teşebbüs etmek; bu esnada polisle ve askerle çıkan çatışmalara önderlik etmek gibi ek suçları vardı.

Magadan şehri yakınlarındaki kampta ceza müddetinin tamamlanmasına az bir zaman kala Kırımoğlu aleyhine yeni bir dava açıldı. 1986 yılı sonunda Magadan'da yargılandı ve üç yıl hapse mahkum edildi. Ancak yargılandığı haberinin alınmasıyla, Türkiye'de ve ABD'inde serbest bırakılmasına yönelik başlatılan yoğun kampanyalar ve Rejkyavik şehrinde yapılan ilk Gorbaçov-Reagan zirvesinde, Reagan'ın ön şart olarak aralarında Kırımoğlu'nun da bulunduğu hapisteki 5 insan hakları savunucusunun serbest bırakılmasını talep etmesi sonucunda şartlı olarak serbest bırakıldı. Siyasî faliyetlerde bulunduğu takdirde, 3 yıllık hapis cezasını tamamlamak üzere tutuklanacaktı.

Kırımoğlu hapisten çıkınca, Kırım Tatar Millî Hareketi'nin Teşebbüs grupları mensuplarıyla görüşerek milli faaliyetlerini sürdürdü. Arkadaşlarıyla birlikte, 1987 yılında Kızıl Meydan'da Sovyet tarihinde benzeri hiç görülmemiş Kırım Tatar gösterilerini organize etti. Bu gösteriler, gerek Sovyetler Birliği'nde gerekse Hür Dünya'da büyük yankı yarattı ve dikkatleri Kırım Tatar meselesine çevirdi. Kırım Türklerine Kırım'ın yolunu açtı.

Kırımoğlu 1989 yılı Mayıs ayında Taşkent'te toplanan Kırım Tatar Millî Hareketi Teşebbüs Grupları Genel toplantısında kurulan Kırım Tatar Milli Hareketi Teşkilatı başkanlığına seçildi. Bu Teşkilatın öncülüğünde 1991 yılında, SSCB'nin Kırım Tatarlarının yaşadığı her yerinde yaptıkları seçimler sonucunda II.Kırım Tatar Millî Kurultayı 26 Haziran 1991'de Akmescit'de toplandı. Bu Kurultay'ın seçtiği ve Kırım Türklerini temsile yetkili en üst organ olan Kırım Tatar Milli Meclisi Başkanlığına seçildi. Kasım 2001'de toplanan IV. Millî Kurultay'da seçilen Meclis'in başkanlığına yeniden seçilen Mustafa Abdülcemil Kırımoğlu, evli ve üç çocuk babasıdır. Bahçesaray'da yaşamaktadır.

CENGİZ HAN

CENGİZ HAN


1167 yılında doğdu. Moğol kağanı ve Moğol devletinin kurucusu. Asıl adı Temuçin’dir. Temuçin, 13 yaşlarında iken, babasını kaybetti. Henüz küçük olduğundan, kabilesi, onu bırakıp Tayciutlar’a katılmak istedi. Annesi Helün Hatun, binbir çaba ile kabilenin küçük bir bölümünü geri çevirebildi. Nice güçlük ve sıkıntıya rağmen, varlıklarını sürdürebildiler. Bütün bu olaylar sırasında, Temuçin’deki önderlik yetenekleri kendisini belli ediyordu.

Cengiz, han olduktan sonra Çin’deki Kitün/Chin sülalesinin, kuzey sınırlarında Tatarlar’a karşı giriştiği bir harekete katıldı ve Tatarlar ezildi. Ona göre Tatarlar atalarına kötülük edip, ölümüne neden olmuşlardı. 1202’te Tatar kabileleri ile savaştı ve onları yendi.
Cengiz Han, Moğolistan’ın tek gücü durumuna gelmişti. 1206 ilkbaharında, Onon ırmağı boylarında bir kurultay toplandı. Bu kurultay, bütün kabilelerin temsilcileri Han Cengiz’i, bakanlığa (Kağan) getirdiler. Cengiz unvanı da bu sırada verilmiş olmalıdır.

Cengiz Kağan Çin’den batıya giden ticaret yolunu denetimlerinde tutan Tangutlar’la savaştı. 1209’da kendisi de sefere katıldı. Başkent Ning-hia düşmediyse de, Tangutlar denetim altına alındı. Cengiz Kağan, Asya’nın doğusunda büyük bir güç olarak ortaya çıkarken, Orta Asya’nın kudretli devleti de Harezmşahlar’dı. İki ülke arasında bir çok elçiler gidip gelmişti. Cengiz, iki ülke arasında özellikle ticaretin gelişmesinden yana olduğunu belirtmiş, Harezmşah ülkesinden gelen kervan mallarını uygun fiyatlarla satın almıştı. Cengiz, 1218’de bir kaç elçisi dışında tamamı Müslüman olan tacirlerin yönettiği 450 kişilik bir kervan hazırlatıp gönderdi. Cengiz’in Moğollar’ı tek bir devlet altında toplaması sonucu, eski Göktürk topraklarındaki bazı Türk boylarının Batı’ya doğru göçü başlamıştır. Asya’daki dinler mücadelesinde, Cengiz’in Şaman inancında olmasına karşın, siyasal açıdan İslamiyet’e yakınlaşmasıyla islamiyet’e destek sağlamıştır. Cengiz’le birlikte Asya’nın iktisadi yaşamı da değişime uğramıştır. Ülkeler arası ticaret yeni boyutlar kazanmış, sınırlar ve gümrükler ortadan kalkmıştır. Asya’da tek bir devletin egemen olmasıyla Asya’nın batısı ile doğusu arasındaki ticari ilişkiler gelişmiştir. 1227 yılında öldü.

Abdurrahman Gazi

Abdurrahman Gazi

Abdurrahman Gazi, Osmanlı Devleti'nin ilk kuruluş yıllarında gösterdiği yararlılıklarla ün kazanmış bir komutandır. Abdurrahman Alp diye de tanınan Abdurrahman Gazi, Ertuğrul Gazi döneminde şöhret buldu. Osman Gazi ve Orhan Gazi dönemlerinde çeşitli savaşlara katıldı ve Aydos kalesini fethetti. Yakın arkadaşı Akçakoca ile birlikte Kocaeli ve Yalova'nın alınması sırasında büyük başarılar gösterdiler. Abdurrahman Gazi 1329 yılında vefat etti.

Kemalettin Sami Paşa

Kemalettin Sami Paşa

Balkan Savaşı'nda sağ kolu sakatlanan Kemallettin Sami Paşa I. Dünya Savaşı'nda bütün cephelerde en önde çarpışanlar arasında yer aldı; 13 cephede 13 yerinden yaralandı. İstanbul'un 16 Mart 1920'de işgal edilmesinden sonra Anadolu'ya geçti. Ölümünden sonra, İsmet Paşa'nın Hakimiyet-i Milliye'de yazdığı gibi, Kurtuluş Savaşı'nda da daima ön saflardaydı. 1. ve 2. İnönü Savaşları'yla 9. Kolordu'ya komuta ettiği Büyük Taarruz'da 22 yara aldı. Vücudunda kurşun ya da şarapnel değmemiş tek nokta kalmamış gibiydi. 1923'te Sinop milletvekili olarak TBMM' ye girdi. 20 Ağustos 1924'te Berlin büyükelçisi oldu. Ölünceye kadar da bu görevde kaldı. Askerlikle ilişkisi emekli olduğu 24 Eylül 1928'e kadar sürdü. Şeyh Sait İsyanı'nı bastırmak için düzenlenen harekatı gayri resmi olarak onun yürüttüğü söylenir. 30 Ağustos 1926' da ferikliğe (korgeneral) yükselmişti.

Kurtuluş Savaşı komutanlarından ve diplomat Kemalettin Sami Paşa 15 Nisan 1934'te, büyükelçi olarak bulunduğu Berlin'de geçirdiği mide ameliyatında öldü. Konvansiyel trenine eklenen özel bir vagonla 22 Nisan'da İstanbul'a getirilen cenazesi, devlet erkanı, yabancı elçilik mensupları ve büyük bir halk topluluğunun katıldığı askeri törenle Eyüp'teki 16 Mart Şehitliği'ne gömüldü.

Râzî

Râzî (864 - 925) vvvvvvvvv


Tam adı Ebu Bekir Muhammed İbn Zekeriya El Râzî'dir. Râzî 864 yılında İran'ın Ray şehrinde doğdu. Yerleşik inançları sorgulayan felsefî düşünceleriyle tanınmış olan Râzî (öl. 925), bilimle de ilgilenmiş ve kimya ve tıp gibi alanlarda yapmış olduğu çalışmalarla bilim tarihinde seçkin bir yer edinmiştir.


Kimya biliminde Câbir'in açmış olduğu yoldan giderek yapısal dönüşüm kuramını benimsemiştir; ancak Câbir gibi Aristotelesçi değildir; maddenin oluşumunu dört unsurun birleşmesiyle değil, atomların birleşmesiyle açıklama eğilimindedir. Câbir gibi, bir dizi deney yaparak saf elementi elde etmeye çalışmış ve bu işlemin, maddenin erimesi, çözülmesi, parçalanması, ortaya çıkan parçaların farklı parçalarla birleşmesi ve oluşan ürünün çökelmesi gibi 5 ayrı süreçten geçtiğini belirtmiştir.


Çalışmaları sırasında yeni kimyevî maddeler, yeni yöntemler ve yeni aletler geliştiren Râzî'nin en önemli başarılarından birisi, farklı organik maddeleri damıtmak suretiyle çeşitli yağlar, tuzlar ve boyalar elde etmiş olmasıdır; ayrıca, demir gibi zor eriyen metallerin ergitme işlemleri ile ilgili araştırmalar da yapmıştır.


Razi'nin kimya alanındaki çalışmalarının yanı sıra, tıp alanındaki çalışmaları da çok önemlidir. Rey'deki bir hastanede doktor olarak görev yapmıştır. Bilimsel bir tutum sergileyerek yerleşik otoriteleri önemsememiş, daha çok kendi gözlem ve deneylerine öncelik tanımıştır. Kendisine daha çok Hippokrates'i örnek alan Râzî, Hippokrates gibi, iyi bir klinisyendir; hastalarını tedavi süresince dikkatle gözlemiş ve teşhis ve tedavisini bu gözlemler sırasında elde etmiş olduğu bilgiler ışığında yönlendirmiştir. Teşhis sırasında özellikle nabız, idrar, yüz rengi ve terleme gibi gibi göstergeleri göz önünde bulundurmuştur.


Râzî ilk defa Ortadoğu ülkelerinin çoğunda yaygın olarak görülen çocuk hastalıklarından çiçek ve kızamığın tanılarını vermiş ve bunlar arasındaki farkları belirlemiştir.


Râzî'nin hastalıklara ilişkin incelemelerini içeren küçük boyutlu yapıtlarının yanı sıra, Hâvî (Bütün Bilgiler) adlı kapsamlı bir yapıtı daha vardır. Burada, baştan ayağa doğru bütün beden hastalıklarını sıralayarak, bunlara ilişkin derleyebildiği bütün bilgileri sunmuştur. Yapıtın en önemli yönlerinden birisi, daha önce yaşamış olan hekimlerin görüşlerini de içermesidir; bu nedenle, tıp bilgisinin gelişim sürecini araştıran tarihçiler için bulunmaz bir kaynak niteliğindedir.


Bu yapıttan edinmiş olduğumuz izlenime göre, Râzî hastalıkların tedavisinde, ilaçla tedavi yöntemini tercih etmiştir. Böbrek taşlarının ve mesane taşlarının çıkarılması gibi, genellikle cerrâhî müdâhalenin beklendiği durumlarda bile, ilaçla tedaviyi yeğlediği görülmektedir; hatta bu konu ile ilgili olarak kaleme almış olduğu müstakil bir eserde de aynı şekilde ilaçla tedavi öngörülmüştür.

AHMET YESEVİ

AHMET YESEVİ


Türkistan'da yetişen büyük velilerdendir. Adı Ahmet bin İbrahim bin İlyas Yesevi olup, Piri Sultan, Hoca Ahmet, Kul Hace Ahmet diyede tanınır. Babası Hace İbrahim'in nesebi Hz. Alinin oğlu Muhammet bin Hanefi'ye dayanır. Hicri 5. asrın ortalarında doğduğu tahmin edilmektedir. Ahmet Yesevi çok küçük yaşta babasını, 7 yaşındada annesini kaybetmiştir. Yesi şehrinde ilim ve terbiye tahsiletmiştir. Bundan dolayı YESEVİ nisbetiyle şöhret bulduğu kabul edilmiştir. Yesi'de, önce Arslan Baba Hazretlerinden ders aldı. Arslan Baba'nın vefatıyla Buhara'ya gitti. Orada Ehli Sünnet alimlerinden Yusuf Hamedaniye bağlandı ve manevi ilimleri tahsil etti. İnsanlara doğru yolu göstermek için ondan icazet (diploma) aldı.

Buhara bu tarihlerde Karahanlıların hakimiyeti altındaydı ve devrin en büyük ilim merkezlerinden biriydi. Dünyanın çeşitli yerlerinden talebeler buraya gelip ilim tahsil ediyorlardı. Buhara'da güçlü bir Hanefi Fıkıh geleneği mevcuttu. Hoca Ahmet Yesevi Buhara'da bir müddet ders verdi. Daha sonra bu vazifeyi başkasına devredip Yesi'ye döndü ve burada talebe yetiştirmeye başladı. Büyüklüğü ve şöhreti kısa zamanda Maveraünnehir, Horasan ve Harzem dolaylarına yayıldı. Zamanın en büyük ve üstün evliyelarından oldu. Zahiri ve batını bütün ilimlerde derin alim olan Ahmet Yesevi Hazretleri, Hızır Aleyhisselam ile görüşür sohbet ederdi. Günün büyük bölümünü ibadet ve zikir ile geçirirdi. Zamanında arta kalan diğer bir kısmında, talebelerine zahiri ve batını ilimleri öğretir, günün kısa bir bölümünde ise, alınteri ile geçimini sağlamak üzere, tahta kaşık ve kepçe yapıp bunları satardı.

Ahmet Yesevi Hazretleri yetiştirdiği talebelerinin her birini bir memlekete göndermek suretiyle İslamiyetin doğru olarak öğretilip yayılmasını sağladı. Onun bu şekilde gönderdiği talebelerinden bir kısmı da Anadoluya geldiler. Bu vesileyle onun yolu Anadoluda yayılıp tanındı. Anadolunun Müslüman Türklere yurt olması, onun manevi işaretiyle hazırlandı. Talebelerinin gayretiyle Anadolu ebediyyen Türk yurdu oldu.

Ahmet Yesevi Hazretlerinin en önemli özelliği, Arapça ve Farsça bilmesine rağmen çok sade bir Türkçe ile Hikmet denilen eğitici sözleri, Türkistan Türkleri üzerinde büyük izleri bırakmış olmasıdır. Bu hikmetli sözlerde şeriat erkanını ve tarikat adaplarını anlatmıştır. Yesevi Ocağı aynı zamanda bir tarikattır. Önemli ve büyük tarikatlardan Nakşilik ve Bektaşilik, Yeseviliğin kollarıdır. Yeseviliğin, adapları müridlerin uyması gerekli hususlar ve ahkamları vardır. Yesevi dergahı, fakirler, yoksullar, yetim ve çaresizler için bir sığınak yeriydi. Bu dergahlar aynı zamanda, tekke edebiyatının ilk temsil edildiği yerler olmuştur. Ahmet Yesevi Hazretleri tekke edebiyatının ilk temsilcisidir. Bu vesileyle Anadoludaki Türk edebiyatının yeşerip gelişmesine zemin hazırlamış, Yunus Emre gibi büyük şairlerin yetişmesine sebep olmuştur. Bu şekilde yetiştirdiği talebelerinden tayin ettiği halifeleri şunlardır;

Mansur Ata, Abdulmelik Ata, Süleyman Hakim Ata (Bu Türkler arasında en meşhur halifesidir) Muhammed Danişmend, Muhammed Buhari (Sarı Saltuk) Zengi Ata, Tac Ata v.b. Bu halifelerinin yetiştirdiği birçok talebe ki; Ahi Evran, Hacı Bektaş, Mevlana, Taptuk Emre, Yunus Emre gibi talebeler Anadoluda, Ahmet Yesevi Hazretlerinin çizdiği yolda ilerlemişler ve Türk dilini, edebiyatını, kültürünü özellikle İslam dinini doğru olarak gelecek nesillere aktarmışlardır. Sade bir Türkçe ile Halkın anlayacağı, sohbet tarzındakiHikmet adlı şiirleri, Çin'den, Marmara sahillerine kadar yayılıp, Türk Milletine manevi ışık olmuştur. Ahmet Yesevi Hazretleri Hicri 590 (1194) de Yesi şehrinde vefat etmiştir. Kabri üzerine türbe, 200 yıl sonra, Timur Han tarafından inşa edilmiştir.

"Kafir bile olsan, hiç kimsenin kalbini kırma. Çünkü kalbi kırmak Allh'ü Taala'yı kırmaktır. Gönlü kırık zavallı garip birini görsen, yarasına merhem koy, yoldaşı ve yardımcısı ol."

Ahmet Yesevi Hazretleri'nin bu sözlerinde, özellikle biz Avrupada yaşayan Türkler için, altın değerinde bir nasihat vardır. Biz Avrupa Türklüğü, Gayrimüslimler ile beraber yaşarken, geçmişimize bakıp güç almalıyız. Buraları Türkleştiremeyiz, fakat Türk kalabilmemiz için, Ahmet Yesevi Hazretlerini ve onun yolundan gidenleri çok iyi bilmemiz gerekmektedir.

15 Ağustos 2011 Pazartesi

Toktamış Han

Toktamış Han [1]
Altınordu hanlarından. Babası Mangışlak Hâkimi Tuli Hoca olup, annesi Künçek Hâtundur. 1341de doğdu. Babasının, Akordu Hanı Urus Han tarafından öldürülmesiyle, 1375te Timur Hanın yanına sığındı. Timur Han’dan iyi muâmele ve yakın alâka gördü. Otrar ve Savran şehirleriyle, hâkimiyet alâmetlerinden bayrak, asker, at ve davul verildi. Toktamış, bu târihten îtibâren yaptığı seferlerle, 1378de Sığnak’ı, 1379da Temür Melik’i mağlup ederek, Doğu Deşt-i Kıpçak’ı; 1380de Kıyat Mama’yı yenerek Batı Deşt-i Kıpçak’ı zaptetti. Altınordu birliğini yeniden kurdu.
 Rus knezlerinden Dimitri Donskoy’un merkezi Moskova’ya elçi göndererek, itaat etmesini bildirdi. Dimitri’nin bu isteği reddetmesi üzerine, ordusunun başında harekete geçen Toktamış Han, birkaç günlük bir muhârebeden sonra Moskova’ya girdi. 24.000 Rus askeri öldürüldü ve pek çok ganimet ele geçirildi. Büyük oğlu Vasil’i rehin olarak Altınordu merkezine gönderen ve beş yıllık haracını ödeyen Dimitri, yeniden antlaşmaya muvaffak oldu. Böylece Toktamış Han, Altınordu Devletini, Rusya’da tekrar en büyük devlet hâline getirdi.
Toktamış Han, Timur Han İran’dayken, Timurlulara âit Harezm’de adına para kestirdi. Âzerbaycan ve Kafkasya’yı almak için faaliyete geçti. 1384-1385 kışında, Tebriz’i yağmalattı. Mısır Memlûklarıyla iyi münâsebetlerde bulundu. Toktamış Hanın bu faâliyetlerini, Timur Han kendisine ihânet kabul etti. Toktamış Han, 14 Nisan 1395te Terek Nehri boyunda Timurlulara yenildi. Altınordu başşehri Saray’dan Timur Han tarafından çıkarılınca kaçtı. Toktamış Han, Timur Han tarafından, İtil boyundaki Ükok şehrine kadar tâkip edildiyse de yakalanmadı. 

Timur Hanın Âzerbaycan’a çekilmesiyle, tekrar toparlanmaya çalıştı. Terek yenilgisinden sonra, Altınordu Hanı îlân edilen Temür Melik ve onun destekçisi Emir Edigü ile mücâdele etmek zorunda kaldı. 1397de yenilerek, Litvanya Prensi Vitovt’un mültecisi oldu. Litvanyalıların, Temür Melik’le mücâdelesine katıldıysa da tekrar yenildi. 1399dan 1405 yılına kadar kaçak yaşadı. Emir Edigü’nün adamları tarafından dâimâ arandı. Timur Han’dan özür dileyip, affedildiği de rivâyet edilir. Toktamış Hanın, Sibirya’da, 1405teki ölümünün, Emir Edigü’nün fedâilerince gerçekleştirildiği kabul edilir.
Toktamış Han, Altınordu Hânedanının bilinen ilk çalışkan, güçlü hükümdarıdır. Cesur olup, bitmek tükenmek bilmeyen bir azme sâhipti. Toktamış Han, dünyânın en büyük hükümdârlarından Timur Han ve devrinde, çok kudretli, zekî Emir Edigü ile mücâdele etmesine rağmen, Altınordu Devletini, Rusya’da en güçlü devlet hâline getirdi. Rus knezliklerinin büyümesini, güçlenmesini engelledi.


[1] http://www.bilgicik.com/yazi/toktamis-han-turk-kaganlari-ve-sultanlari/

Togolok Moldo

Togolok Moldo [1]

Kırgız halkının tanınmış şairi Bayımbet Abdırahmanov (Togolok Moldo); Narın bölgesinde Kurtka adlı
köyde 17 haziran 1860 yılında, fakir bir ailenin evinde dünyaya geldi; asıl adı Bayımbet, babasının adı Abdrahmandır. Arapça okuma yazmayı bildiği için Togolok moldo(yuvarlak molla) adını almış, halk arasında da aslen bu adıyla tanınmıştır. Togolok Mollo adını almasının diğer bir sebebi kısa boylu, esmer tenli olmasıdır.

Bayımbet (Togolok Moldo) on dört yaşında babasını kaybetti ve kendisinden küçük beş kardeşi ile
yetim kaldı. Birkaç yıl baba tarafından akrabası olan Muzoke'nin yanında kaldı. Köyün mollasından ilim öğrendi, fakat daha sonra Muzake'nin ölmesiyle yeniden yetim kalmış ve akrabaları ile birlikte yaşamak için Çü bölgesine gelmiştir. Burada Rus ve Kırgız zenginlerinin yanında çalışmak zorunda kalmıştır. Muzoke büyük bir kopuzcu, şair olduğundan Bayımbet'e halk türkülerini, hikaye, şecere, masallarını çok anlatmış ve onun yeteneğinin gelişmesine etki etmiştir. Neticede Togolok Moldo on beş yaşından başlayarak şiir yazmaya başlamıştır. Bunun hakkında kendisi bir şiirinde; "on sekiz yaşa gelince, şair oldum ad alıp, "Manas'ı" tamamen öğrendim. Tınıbek'ten ezberleyip" der. Bayımbet Abdrahmanov, okuma yazma bildiği için kendi eserlerini kağıda döken bir şairdir. Şair devrime kadar bir çok şiir yazmıştır, batıdaki türlü kitapları çok okumuştur. Ne yazık ki devrime kadar Kırgızistan'da matbaa olmadığı için Bayımbet'in devrime kadarki eserleri kitap olarak yayınlanamamıştır. Bu eserler halk arasına el yazması şeklinde dağılmıştır. Örneğin; "Kaçan kız", "Koyun gözlü", "Yaşlanınca özlem olan yaş" v.b... Fakir bir aileden olup, hayatın türlü zorluklarını çok çekmiş olan Togolok Mollo, Ekim devriminin başarılı olmasına çok sevinmiştir. Daha Sovyetler devrinin ilk yıllarında geniş hacimli "Fakirlere nasihat", "Değişim", "Kadınların bağımsızlığı", "Bağımsızlık", "Atan tan ile Süyünbay" gibi siyasi içerikli şiirler, manzumeler yazmıştır. Şairin "Değişim", "Nasihat" adlı manzumeleri kısaltılarak, birleştirilmiş ve "Nasihat" adı altında 1925 yılında Moskova'dan kitap olarak basılmıştır. Bu kitap
zamanımızda en popüler kitaplar arasındadır ve Kırgızistan'ın bütün bölgelerine dağılmış, elden ele geçerek okunmuş ve şairi tüm halka geniş bir şekilde tanıtmıştır. Togolok Mollo Kırgız halkının tarihine, örf adet, geleneğine, folkloruna ait bir çok materyalleri biliyordu. Şair "Manas" destanını da çok iyi biliyordu. Kendisinin yazıp verdiği "Manas" destanının varyantı; hacim, işleniş kalitesi bakımından büyük varyantlardan sayılmaktadır. Togolok Mollo seksen yıldan fazla süren ömründe ilginç eserler vermiştir. Şair Kırgız halkının edebiyatına ve kültürüne verdiği emeklerden dolayı "Şeref" madalyası almıştır.


[1] http://ekitap.kulturturizm.gov.tr/dosya/1-86273/h/togolokmoldo.pdf

Tiryaki Hasan Paşa

Tiryaki Hasan Paşa  [1]
Kanije savunmasıyla meşhur, Osmanlı kumandanı. 1530 senesinde doğdu. Enderun'da yetiştikten sonra, Sultan Üçüncü Murad’ın şehzâdeliğinde Manisa’ya gönderildi. Onun baş muhasipliğini yaptı.

Sultan Üçüncü Murad Han, Osmanlı tahtına çıkınca rikabdar oldu. Saraydan çıktıktan sonra İzvornik sancakbeyliğine tâyin edildi. Bu vazifedeyken Mekemorya, Kanar ve Meçud kalelerini fethetti. 1583’te Göle, 1587’de Pojega sancakbeyi oldu. Kısa bir süre sonra beylerbeylikle Zigetvar’a gönderildi. 1594’te Bosna beylerbeyi oldu. 1595 yılı Ekim ayında vukû bulan Vaç Seferine katıldı.

Osmanlı Avusturya savaşları sırasında Eflak ve Boğdan cephesinde bulunan Hasan Paşa, Osmanlı birliklerinin yenilmesi üzerine yalnız kalmış, tek başına düşmana taarruz etmek istemişse de atının dizginlerine yapışan kethüdası; “Devletlü, siz tedbirli bir vezirsiniz. Tek başınıza düşmana nasıl karşı çıkarsınız? Sizin vücûdunuz bu millete lâzımdır” diyerek bırakmamıştı. Bu durum Hasan Paşanın kahramanlığı hakkında anlatılanlardan sâdece biridir.

1600 yılında Kanije Kalesi fethedilerek beylerbeylik hâline getirildi ve idâresi, Tiryaki Hasan Paşaya verildi. Ertesi sene Avusturya Arşidükü Ferdinand, 50.000 kişilik kuvvet, 42 büyük topla Kanije önüne gelerek kaleyi kuşattı. Orduda, başta Avusturya ve Almanlar olmak üzere İtalya, İspanya, Papalıkla gönüllü Fransız ve Macar birlikleri bulunmaktaydı. Kaledeyse sâdece 5000 civârında asker vardı.

9 Eylül günü kaleyi bombalamaya başlayan müttefikler, günde ortalama 1500 gülle atıyorlardı. Açılan gedikler geceleri bin bir müşkülatla mümkün mertebe kapatılıyordu. Hasan Paşa, Vezir-i âzama haber göndererek yardım talep ettiyse de bir netice elde edemedi. Ancak, Paşa, bu durumu askere sezdirmedi. Düşman kaleye girebilmek için varını yoğunu ortaya koyuyordu. Nehir üzerine köprü kurdularsa da Hasan Paşa, geceleyin bu köprüyü yaktırdı. İkinci köprülerini de çengellerle içeri çektirdiğinden, üzerindekiler nehre atlayıp boğuldular. Hasan Paşa, kale sınırlarına yaklaşan düşmana yalnız tüfek atışı yaptırıyordu.

Müttefik kuvvetler, Türklerde top veya cephâne olmadığı hissine kapılmıştı. Bu sebeple kaleye toplu bir hücuma kalktıkları anda, yüz topa birden ateş emrini veren Hasan Paşa, düşmana büyük zayiat verdirdi. Aldığı esirlereyse içi kum dolu, fakat üstü un ve barutla örtülü çuvalları göstererek, düşmanın iâşe ve cephâneyi bitirmek ümidini kırmıştı. Ancak Belgrad’ın düşman eline geçmesinden sonra, Arşidük Matyas da kuvvetleriyle gelip Kanije’yi muhâsara edenlere katıldı. Ertesi gün ise, tâze kuvvetlerle yeniden hücuma geçildi. Hasan Paşanın başını getirene kırk köy vaad ediliyordu. Şiddetli ve korkunç hücumlar, Hasan Paşanın tedbir ve direktifleri sâyesinde bertaraf ediliyordu.

Müttefik kuvvetler, nihâyet 18.000 ölü vererek hücumdan vazgeçti. Papanın kardeşi yaralanıp, kahrından öldü. Bu kadar kuvvetli düşmanın, bir avuç mücâhide bir şey yapamaması, askerin mâneviyâtını artırdı. Arşidük ne pahasına olursa olsun kaleyi almak niyetindeydi. Bu sebeple kış bastırdığı halde, askeri barındıracak siperler ve yeraltı mevzileri yaptı. Muhtelif hücumlarla kaleyi delik deşik etmesine rağmen, burayı alamıyordu. Kalede 4000 kişi kalmıştı. Açıkta ve çadırda kalan düşman askerlerinin morallerinin bozulduğu bir sırada Hasan Paşa, 3000 kişilik kuvvetle kaleden dışarı çıkıp düşmana hücum etti. Aynı zamanda kaledeki toplara da hep birden ateş ettirerek, düşman ordugâhını alt-üst etti. Birbirine giren düşman kuvvetleri, her şeyi bırakıp kaçmaya başladılar. Düşmandan 45 top, 14.000 tüfek, 50 otağ ve 10.000 çadırın yanında, Ferdinand’ın otağı, tahtı, altın ve gümüş eşyâları, arabaları, Hasan Paşanın eline geçti. Bozgundan kaçanlar, Arşidük’ün etrâfında yeniden toplandılarsa da Hasan Paşa, düşmandan ele geçirdiği topları bunların üzerine çevirerek perişan etti.

Tiryâki Hasan Paşa, düşman karargâhının tamâmının temizlendiğini haber alınca, Arşidük’ün otağına doğru gitti. Otağın içersinde etrâfı altın ve gümüş parmaklıklı, başları mücevherli ve direklerinin başı elmaslı bir taht vardı.

Tahtın iki yanında sırma saçaklı on iki koltuk bulunuyordu. Tahtın önünde dört metre uzunluğunda süslü yemek masası duruyordu. Bunları gören Hasan Paşa, Cenâb-ı Hakk’a şükrâne olarak iki rekat namaz kıldı ve duâ edip ağladı. Bu zaferin Allahü teâlânın inâyeti ve Peygamber efendimizin mûcizâtı eseri olduğunu söyleyerek tahta oturdu. Diğer beyler de derecelerine göre koltuklara oturdular. Hasan Paşa, bu büyük muzafferiyeti dört temel esasla kazandıklarını söyledi. Bu esaslar sabır, sebat, birlikte hareket ve kumandana itaattı. Bu şekilde harekete devam ederlerse, Allahü teâlânın kendilerine daha nice zaferler vereceğini söyleyerek emrindekilere nasihat etti.

Üç ay sürmüş olan Kanije Muhâsarasından sonra Hasan Paşa, elde ettiği ganîmeti ancak iki ayda kaleye nakledebildi. Muhâsara esnâsında hizmeti görülen beylere ve kumandanlara hediyeler dağıtarak rütbelerini yükseltti.

Sultan Üçüncü Mehmed Han (1596-1603), Avusturya ve müttefiklerinin bozgunuyla neticelenen bu zafer haberine çok sevindi. İstanbul’da şenlikler yapılmasını emretti. Tiryâki Hasan Paşaya vezir rütbesi verilip, haslar, murassa kılıç, muhteşem şekilde donatılmış üç hilâlli sancak ve bir de hatt-ı hümâyun gönderdi.

Pâdişâh, hatt-ı hümâyununda Hasan Paşayı; “Berhudar olasın, sana vezâret verdim ve seninle mahsur olan asker kullarım ki, mânen oğullarımdır, yüzleri ak ola. Makbûl-i hümâyunum olmuştur. Cümleyi Hak teâlâ hazretlerine ısmarladım” diyerek methediyordu.

Pâdişâhın fermânını okuyan Hasan Paşa, ağladı. Sebebini soranlara:

“Kanije Müdafaası gibi küçük hizmetlere de vezirlik verilmeye, pâdişâh mektubu yazılmaya başlandı. Bizim gençliğimizde böyle küçük hizmetlere vezirlik verilmez, pâdişâh mektubu yazılmazdı. Biz ne idik, neye kaldık diye ağlıyorum” cevâbını verdi.

Hasan Paşa, Kanije Zaferinden sonra, 1601 yılında Bosna, 1602 de Budin, 1603’te Rumeli beylerbeyliğine tâyin edildi. Celâli isyanlarının bastırılmasında, Kuyucu Murad Paşayla birlikte hareket etti. 1608 yılında tekrar Budin Beylerbeyliğine tâyin edilen Hasan Paşa, 1611 yılında bu vazifedeyken vefât etti.

Hasan Paşa; kahramanlığı, zekâsı, askerî kurnazlığı ve vazifeye bağlılığıyla tanınmıştı. İlme büyük değer verip, âlimleri sever ve himâye ederdi.
Vefâtı, devlet erkânı ve halk arasında büyük üzüntüye sebep olmuştur.


[1] http://www.turkcebilgi.com/tiryaki_hasan_paşa/ansiklopedi#ansiklopedi

Tınıbek Capioğlu

Tınıbek Capioğlu [1]
(1846-1902): Isık Göl’de Kaynar yöresinde Sarbagış kabilesindendir. Manasçı Normantay’ın yanında yetişmiştir. Ayrıca Manasçı Çonbaş, Keldibek ve Nazar’dan dersler almıştır. 30 gün hiç dinlenmeden Manas söylediği rivayet edilir. Sagımbay, Kalıkul, Togolok, Moldo, Kasımbay, Baybagış, Kocoberdi ve Cakıp’a hocalık yapmıştır. Tınıbek tarafından yazdırıldığı düşünülen ‘Semetey’ adlı kısa parça Manas-Semetey-Seytek üçlüsünün yazılı ilk varyantı olduğu söylenir. Tınıbek’in bu eseri 1975 yılında Moskova’da yayımlanmıştır.


[1] http://dogankaya.com/fotograf/dort_buyuk_manasci.pdf

TEZEL, NAKİ

TEZEL, NAKİ [1]

1915 yılında İstanbul’da dünyaya gelen Naki Tezel bir folklor araştırmacısıdır. Tezel 1940 yılında İstanbul Üniversi­tesi Hukuk Fakültesi’ni bitirmiş, ardından bazı nahiye ve ilçe­lerde kaymakamlık yapmıştır. Bir süre sonra Basın-Yayın Ge­nel Müdürlüğü ve Ticaret Bakanlığına bağlı dairelerde ça­lışmış, sonra da İş ve İşçi Bulma Kurumu’ nda müdürlük yap­mıştır. 1960-1966 yılları arasında ise Sosyal Sigortalar Kuru­mu Müşaviri olarak görev yapmıştır. 1971 yılında emekli ola­rak memuriyet hayatına son noktayı koyan Tezel, 1980 yılın­da İstanbul’da vefat etmiştir. En çok ilgi gören eseri Türk Masalları adlı eseridir.


[1] http://www.edebiyatsayfasi.com/naki-tezel/

Tevetoğlu, Fethi

Fethi Tevetoğlu [1]( 31.01.1916)- (27.11.1989)

yazar, siyaset adamı

1916 yılında doğdu. Askeri Tıbbiye'yi bitirdi. ABD'de çocuk hastalıkları dalında ihtisas yaptı, Houston'da çalıştı. 1957 yılında DP'de siyasete başladı. AP'den 1961 ile 1974 yılları arasında senatör seçildi. İslam Ülkeleri Konferansı Başkan Yardımcılığı, Parlamento Dış İlişkiler Komisyonu Başkanlığı, Müslüman Mültecileri Kalkındırma Vakfı Genel Başkanlığı, Türk Ocakları Eğitim ve Kültür Vakfı Genel Başkanlığı yaptı.

Kopuz, Atsız Mecmua, Türk Kültürü, Orhun, Türk Sazı, Çınaraltı, Ülkü, Toprak, Hayat Tarih dergilerinde ve Tasvir, Yeni İstanbul, Son Havadis gazetelerinde yazdı. Türk Ansiklopedisi'ne madde yazdı. Komünizmle Mücadele Derneği'nin kurucularındandır.

1944 Milliyetçilik Olayları kapsamında Nihal Atsız, Alparslan Türkeş, Orhan Şaik Gökyay, Hikmet Tanyu, Osman Yüksel Serdengeçti, Zeki Velidi Togan, Reha Oğuz Türkkan ile birlikte tutuklandı. Şarkıcı Tarkan'ın dedesinin kardeşidir. 1989 yılında vefat etti.

ESERLERİ:

Yarın Turan Benimdir
Bir Bayrak Altına
Türklüğe Kurban
Büyük Türkçü Müftüoğlu Ahmed Hikmet
Enis Behiç Koryürek- Hayatı ve Eserleri
Faşist Yok Komünist Var
Dış Politika Görüşümüz
Milletlere Işık Tutan İki Beyanname
Komünist Blokta Milliyet ve Mefkure( G. Von Mende'den çeviri)
Kıbrıs ve Komünizm
Açıklıyorum
Yirminci Yüzyılın Yüzkarası: Utanç Duvarı
Türkiye'de Sosyalist ve Komünist Faaliyetler
Mukaddes Topraklardan Geçen Yol
Benim Gördüğüm Bugünkü Rusya
Mehmed Emin Yurdakul- Hayatı ve Eserleri
Ömer Naci
Hamdullah Suphi Tanrıöver - Hayatı ve Esreleri
Milli Mücadele Yıllarındaki Kuruluşlar



[1] http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=3025

Terzibaşı, Ata

Terzibaşı, Ata  [1]( 1924)

Ata Terzibaşı
/avukat/yazar/
Irak Türkmenleri arasında dil, edebiyat ve folklor araştırmaları yaptı. 1924 senesinde Kerkük’te doğdu. Mahalle mektebine verildi, burada Kur’an-ı Kerimi hatmetti.İlk öğrenimini 6 sınıflı Türk mektebinde ta-mamladı. Arapça eğitim yapan liseyi bitirdi. Bağdat Hukuk Fakültesi’nden 1950 senesinde mezun oldu. Kerkük’e dönüp avukatlığa başladı.Bir kültür adamı olan Ata Terzibaşı’nın yazıları, 1945 yılından itibaren Beyrut’ta çıkan “El Edip”, Kahire’de “El-Risale”, Ha-lep’te El Hadis, İstanbul’da neşredilen “Türk Yurdu” ve Ankara’da çıkan Türk Dili’nde yayınlandı. Kerkük’te neşredilen Kerkük ve “Afat” gazetelerinde yazıları çıktı. Arapça yayınlanan haftalık “Elsakaf el hadise” ve Türkçe yayınlanan “Beşir” adlı gazetelerin sahibi idi. 22 Mart 1959 tarihinde tevkif edilince Hille şehrine sürgün edildi, serbest bırakıldıktan sonra kültür faali-yetlerine devam etti. Ata Terzibaşı’nın kaleme aldığı Kerkük Hoyratları ve Manileri (3 cilt) adlı eseri sahasında önemli eserler arasında yer almaktadır. Birinci cildinde, “Hoyrat lafzının aslı, hoyrat ve manilerin edebi mefhumu, hoyrat ve manilerin mevzuu, Hoyrat ve manilerin edebi mefhumu, Hoyratın musiki bakı-mından menşe ve tekâmülü, Tanınmış hoyrat çağıranlar” gibi bölümler bulunmaktadır. İkinci ciltte ise 850 civarında cinaslı hoyrat bulunmaktadır. Üçüncü ciltte ise 1200 kadar cinassız hoyrat ve mani vardır. 1956 yılında yayımlanan “Kerkük Hoyratları ve Manileri” adlı kitabın 1970 yılında genişletilmiş ikinci baskısı yapıl-mıştır. Ata Terzibaşı’nın ayrıca “Kerkük Havaları”, “Kerkük Eskiler Sözü”, “Kerkük Ağzı”, “Türkmen Sözlüğü”, “Kerkük Şairleri”, “Nazarat-ü camia fi tarih el edeb el türki (Türk Edebiyatına Toplu Bir Bakış) adlı eserleri bulunmaktadır. Ata Terzibaşı’nın dedesi Abdüllatif Efendi’nin ise Sergüzeşt-i Saadet (Bir Hac Seyahatnamesi) ve Tuhfe i Askeriye gibi kitapları yayınlanmıştır.

 


[1] http://www.biyografi.net/kisiayrinti.asp?kisiid=3331

TEBRİZÎ SAİB

TEBRİZÎ SAİB [1]

Büyük Azerbaycan şairi Mirze Mehemmedeli Saib Tebrizî, 1601 yılında Tebriz şehrinde, tüccar bir aileden dünyaya gelmiştir. Onun babası Mirze Ebdürrehim ve amcası Şemseddin Sami zamanının tanınmış aydınlarından idi. I. Şah Abbas'm tehcir siyaseti devrinde Saib'in ailesi de Tebriz'den İs-fahan'a göçtüğü halde o, kendisini her zaman Tebrizli saymıştır.

Saib, birçok seyahatlerde bulunmuş, bir müddet Hindistan'da yaşamıştır. Türk-Moğol hükümdarı Şah Cahan, şaire "müsteid han" lakabını vermiştir. Daha sonra kendi vatanına dönen Saib, II. Şah Abbas'ın sarayında "melikü'ş-şuara" vazifesinde çalışmıştır. 1676 yılında vefat eden şair, "Saib Tekkesi" ne gömülmüştür.

Saib, aslında Farsça yazmıştır. Azeri Türkçesi ile toplam on yedi gazeli ilim alemince bilinmektedir. O, Şah Abbas'm Hindistan hükümdarı Şah Cahan'la olan muharabesi ile ilgili "Qendeharname" mesnevisini yazmıştır. Onun "Mahmud ve Ayaz" eseri ise şimdiye kadar ortaya çıkmamıştır. Doğu Edebiyatında Saib'in "Beyaz"ı da çok meşhurdur. Bu eserde o, sekiz yüz şairin yirmi beş bin beyitini örnek olarak almıştır. Bundan başka Saib, Celaleddin Rumî'nin "Divan"mm kop-yasını çıkarmış. Ayrıca, Nizamî'nin "Hamse"sine nazireler yazmıştır.
Saib'in şiirlerinde aşk ve güzellik mevzuu, özel bir yer tutar. Bundan başka onun içtimaî, felsefî, ahlakî ve didaktik seciyeli eserleri de vardır. Gazelin büyük üstadı sayılan Saib, 17. yüzyılın Fuzulî'si kabul edilir.

Şairin seçilmiş eserleri 1980 yılında B. Azeroğlu tarafından yayınlanmıştır. Bu eserde Saib hakkında değerli bir monografiya da bulunmaktadır.



TAŞLICALI YAHYA

TAŞLICALI YAHYA [1]
16. yüzyılda Mesnevi  alanında tanınmış şairlerden biridir. Rumeli'de Taşlıca'dandır. Orada yetişmiştir. Aslen asker olan Yahya kendini sanat yanıyla da yetiştirmiş alim bir şairdir. Rüstem Paşa'nın sadrazamlığı sırasında yeniçerilik yapmış, Paşa'nın teveccühünü kazanmıştır. Kanuni'nin Bağdat seferine katıldığı ve Fuzuli ile Bağdat'ta tanıştığı kaynaklarca kaydedilmektedir. Taşlıcalı Yahya'nın hamsesinde bulunan mesneviler şunlardır: Gencine-i Raz, Kitab-ı Usul, Gülşen-i Envar, Yusuf u Züleyha, Şah u Geda.
Bu eserlerden Gencine-i Raz, Taşlıcalı Yahya'nın ilk mesnevisidir. Kitab-ı Usul' ve Gülşen-i Envar ile birlikte din, ahlak, tasavvuf ve aşk konularında yazılmış küçük hikayelerden oluşmaktadır. Yahya'nın mesnevilerinden Şah u Geda, konusu İstanbul'da geçen te'lif bir hikayedir. Kendisi de eserinin çeviri olmadığını belirtir. Şah u Geda'da İstanbul'un bazı yerlerinin, Ayasofya, Sultan Ahmed Camii gibi tarihi eserlerin tasvirlerinin bulunması mesnevinin önemini artırmaktadır. Hamsesi'ni Kanuni döneminde yazmış olan, Taşlıcalı Yahya mesnevilerinin hepsinde onu övmüştür. Yahya Bey, aynı zamanda Divan sahibidir ve Divanı'ndaki şiirleriyle de tanınmıştır. Ayrıca, Kanuni'nin büyük Şehzadesi Mustafa'nın Boğdurulmaşı üzerine yazdığı Mersiyesi de ünlüdür.


[1] http://www.edebiyatsanat.com/roman/90-divan-sairleri/573-taslicali-yahya.html

Tarlan, Ali Nihat

Ali Nihat Tarlan (1898-1978)[1]

Edebiyat tarihçisi, şair, metinler şerhi profesörü. 1898 yılında İstanbul'un Vezneciler semtinde doğdu. Babası üçüncü ordu muhasipliğinden emekli Mehmed Nazif Beydir. Aslen Dağıstanlı bir aileden olan Ali Nihad Tarlan'ın dedesi Hacı Ali Efendi, Erzurum'a göç etmiştir. Babası Nazif Efendi dürüst, çalışkan, okumaya meraklı ve şair bir zat olup, 1927 yılında İstanbul'da vefat etmiştir. İlk olarak elifba cüzünü babasından, daha sonra Farsça Gülistan ve Bostan'ı okumuştur.
Babasının vazifesi icabı Ali Nihad Tarlan Manastır'a gelmiş ve Rehber-i Mearif adlı özel okulda okumuştur. Babasının Selanik'e tayini üzerine oradaki Fransız okulunda okumuş, İstanbul'a dönünce Vefa İdadisine yazılmıştır. Bu devreleri Fransız edebiyatına iyice daldığı ve tercümeler yaptığı zamanlardır. Ancak Münir adlı bir arkadaşı sayesinde yeniden Fars edebiyatına yönelmiştir. Askerliğini Dördüncü Sahra Topçu Şubesi ile Şube-i Mahsusada yapmış, vazife olarak Osmanlı Kanunlarını Farsçaya tercüme etmiştir. Bu arada Darülfünun'un (Üniversite) Fransızca ve Farsça bölümlerini 1920 yılında da Edebiyat Fakültesini bitirmiştir. 6 Nisan 1919 tarihinde Gazi Osman Paşa İdadisine Fransızca öğretmeni tayin edilmiş, daha sonra sıra ile; Beşiktaş, Vefa, Davud Paşa, Galatasaray ve Nişantaşı sultanileri ile Kabataş Erkek Lisesi, Maltepe ve Kuleli Askeri Liselerinde; Nartibros, Esayan ve Bezezyan gibi Ermeni azınlık okullarında Farsça, Fransızca, edebiyat ve Türkçe öğretmenliği yapmıştır. 20.8.1933 tarihinde İ.Ü. Edebiyat Fakültesine metinler şerhi doçenti olarak tayin edilmiş ve 1.7.1941'de profesörlüğe yükseltilmiştir. 1.8.1972 tarihinde emekliye ayrılmıştır.
Fatma Leman Hanımla evlenmiş, bu evlilikten Adnan Siyadet Tarlan olmuştur. Hanımını 1973 yılında kaybeden Ali Nihad Tarlan, 1978 yılı 30 Eylül'ü Ekime bağlayan gece vefat etmiştir. Kadıköy Osmanağa Camiinde kılınan namazdan sonra İçerenköy Kabristanına defnedilmiştir.
Çok yönlü bir hoca olan Ali Nihad Tarlan, ilim ve fikir adamı olup, aynı zamanda şairdir. Arap, Fars, Fransız ve Türk dil ve edebiyatlarına hakkıyla vakıf olmuş son devrin en büyük metinler şerhi hocasıdır. Şiirin esasını ilmin meydana getirdiği fikrinde olan Tarlan, hakiki sanat eserinin; ilim, kültür, kabiliyet ve heyecanın müşterek mahsulü olduğunu iddia eder. Türkçenin yanısıra Farsça şiirler de yazan Ali Nihad Tarlan'ın tasavvufi tarafı ağır basar. O, bu hususta; "Tasavvufta, şer'i bilgi ve imana aykırı bir şey yoktur..." demektedir. Şiirlerini aruz, hece ve serbest vezinle yazmıştır. Ayrıca tarih düşürmede üstaddır.
Milli meselelere de sıkı sıkıya bağlı olan Ali Nihad Tarlan, 1922 yılında hazırladığı İslam Edebiyatında Leyla ve Mecnun Mesnevisi adlı doktora tezi ile Türkiye'de ilk edebiyat doktorudur. Kültür meselelerinde Türkiye Cumhuriyeti adına dış ülkelere gitmiş, Cento ve İranoloji Kongresi davetlerine katılmıştır.
Türklüğü en iyi şekilde temsil etmiş; 1971'de 2500 şehinşahlık törenlerinde Şah Rıza Pehlevi'nin, kendisine gelerek; "Üstad! Mevlana Celaleddin-i Rumi Türk mü, yoksa Fars mı idi?" sorusuna karşılık olarak; "Buna benim cevap vermem gerekmez, zaten siz cevap veriyorsunuz." karşılığını vermiştir. Bunun üzerine Şah'ın "Yani nasıl?" diyerek ikinci sorusuna karşı da; "Siz zaten Rumi diyorsunuz, cevabı kendiniz verdiniz." diyerek mukabelede bulunmuştur.


[1] http://www.turkceciler.com/yazarlar/ali-nihat-tarlan.html