2 Mayıs 2011 Pazartesi

Safa, Peyami

Peyami Safa 1899'da İstanbul'da doğdu. Şair İsmail Safa'nın oğludur. 13 yaşında Posta Telgraf Nezaretinde çalışmaya başladı. 1914 ve 1918 yılları arasında öğretmenlik,1918 ve 1961 arasında gazetecilik yapmıştır. Yirminci Asır adlı bir akşam gazetesi çıkardı.

Bu gazetede 1919'da imzasız olarak "Asrın hikâyeleri" başlıklı hikâyelerini yayınladı, Kültür Haftası (21 sayı, 15 Ocak-3 Haziran 1936) ve Türk Düşüncesi (63 sayı, 1953-1960) adlarında iki de dergi çıkardı. Tasvîr-i Efkâr, Cumhuriyet, Milliyet, Tercüman, Son Havadis gazetelerinde yazdı. Oğlunu askerliğini yaptığı sırada kaybetmesi Peyami Safa'yı çok sarstı. Bu olaydan birkaç ay Havadis Gazetesi'nin baş yazarı iken 15 Haziran 1961'de İstanbul'da öldü. Peyami Safa halk için yazdığı romanlarını "Server Bedi" adıyla yayınladı.

80 kadar olan bu eserler arasında; Cumbadan Rumbaya (1936) romanıyla, Cingöz Recai polis hikâyeleri dizisi en ünlüleridir. Ayrıca ders kitapları da yazdı. Peyami Safa'nın fıkra ve makalelerinde sağlam bir mantık dokusu ve inandırıcılık görülür. Romanlarında olaydan çok tahlile önem vermiştir. Toplumumuzdaki ahlâk çöküntüsünü, medeniyetin yarattığı bocalamayı, nesiller ve sosyal çevreler arasındaki çatışmayı dile getirdi. Zıt kavramları, duygu ve düşünce tezadını ustaca işledi.


(PEYAMİ SAFA)

ÇİLELİ BİR HAYAT

İstanbul...1899 yılı... Tanınmış şairlerden İsmail Safa ile Server
Bedia Hanımın bir erkek çocukları dünyaya gelmiş ve adını “Peyami”
koymuşlardı. Zayıf, çelimsiz bir bünyesi vardı. Henüz iki yaşında
iken hayatının ilk talihsizliğine uğradı. Sivas’a nefyedilmiş bulunan
babasını kaybetti, 10 ay sonra da kardeşini. Kısa bir fasılayla hem
kocasını, hem de evladını kaybeden bir kadının hıçkırıkları küçük
Peyami’nin ninnisi oldu. Bu derece menfi şartlar altında bünyesi
layıkı ile gelişmedi. Yeteri kadar kuvvetlenemedi. 9 yaşında iken
mühim bir hastalık geçirdi. Zaten zayıf olan bünyesinin böyle bir
hastalığa tahammül edemeyeceği sanıldı. Ölümünün beklendiği bile
oldu, ama yaşadı, 13 yaşında hayatını kazanmak zarureti ile karşı
karşıya kaldı. Bir tarafta hastalık, diğer tarafta geçim kaygusu...
Bu iki amil Peyami Safa’nın klasik tahsilini yapamamasının izahıdır.
Henüz 13 yaşında, bir çoklarının ana kucağından ayrılmadığı,
sokaklarda çelik – çomak oynadığı bir çağda hayatının 62 yıl devam
edecek yükünü omuzlamağa hazırlanıyordu. İstifade etmesini
becerebilenler için mekteplerin en mükemmeli sayılabilecek
olan “Hayat Üniversitesi” ne girdi ve herhalde en parlak derece ile
mezun oldu. İş aramağa başladı. Birinci Dünya Harbi kopmuştu.
Cemiyetimiz en buhranlı günlerini yaşıyordu. Yaşı ve cüssesi küçük
ama zekası ve azmi büyük Peyami, günlerden bir gün Posta – Telgraf
Nezaretine müracaat etti: “İş verin bana, çalışmak istiyorum” dedi.
Acınacak bir halde idi. Ayaklarında delik pabuçlar, üzeride eski bir
elbise vardı. Nezaretin ileri gelenleri, bu yaşta bir çocuğun
çalışmak arzusunu hem hayretle karşılamışlar, hem de takdir
etmişlerdi: “Filan gün imtihan olacaksınız, kazanırsan alırız”
dediler. İmtihana girdi ve hayatının diğer bütün imtihanlarında
olduğu gibi, bu ilk imtihanı da büyük bir başarı ile kazandı.
Mümeyyizler küçük Peyami’nin anlatış kudretine ve ifade düzgünlüğüne
hayran olmuşlardı.

Posta – Telgraf Nezaretindeki memuriyeti pek devam etmedi. Kısa bir
müddet sonra öğretmenliğe başladı. Birinci Dünya Harbinin ortalarında
öğretmen olarak ilk derslerini veren Peyami’nin yaşı sadece 15 di. O
yıllarda terbiye, psikoloji ve felsefeye merak sardı. Hemen ilave
edilmeli ki, bu merak romantik temayüllerin neticesi olarak doğmamış,
tamamiyle hayati zaruretlerin eseri olarak ortaya çıkmıştı. 15 yaşın
tecrübesizliklerine, terbiye edilecek yerde terbiye etmek
mecburiyetinde kalışın zorluklarına başka türlü karşı konulamazdı.
Gerek kendisi, gerekse talebeleri için okuması, öğrenmesi ve tatbik
etmesi lazımdı. Öğretmenliği 4 yıl sürdü. Bu müddet zarfında hem
kendisine, hem de öğrencilerine bir rehber olacak şekilde yaşadı.

En yakınının, muhterem zevcesi Nebahat Peyami Safa’nın naklettiği bir
hatıradır: Rahmetli üstad Boğaziçindeki bir mektepte öğretmenlik
yaparken boş zamanlarının bir kısmında yüksekçe bir bayıra tırmanır,
sonra da kendini bırakıp yuvarlanmaya başlarmış. Bir gün ne yaptığını
soran bir meraklıya: “Hiç” demiş, “Seciyemi terbiye ediyorum.”
Seciyeyi terbiye etmek! Eğer insanlarımızın, hiç değilse “başkalarına
rehber olmak hevesine kapılanlar” seciyelerini terbiye etmek luzumunu
duysalardı, en mühim davalarımızdan birini halletmiş olurduk. Peyami
Safa’nın anlatmağa en çok gayret ettiği hususlardan biri de bu idi.

Öğretmenlik yıllarının intibaları muhtelif eserlerinde yer aldı.
Bilhassa, mütareke devrinin acılıklarını anlatan “Biz insanlar”
romanının kahramanı olan genç öğretmene “Peyami’nin ta kendisi” demek
yanlış bir teşhis sayılamaz. Yılların daha çok geliştireceği, daha
çok aydınlatacağı bazı meseleler ilk defa bu romanda görüldü.

KALEMİ İLE BAŞBAŞA

Peyami Safa 1918 yılında öğretmenlikten ayrıldı ve hayatının son
günlerine kadar asla terketmeyeceği kalemi ile başbaşa kaldı. Yazı
hayatının ilk tecrübelerini edebiyat sahasında yapıyordu. Bu konuya
karşı merak ve alakası 9 yaşında iken başlamıştı. 13 yaşında
yazdığı “Eski Dost” isimli ilk cocukluk romanının müsveddelerini hala
sakladığını söylerdi.

19 yaşında kardeşinin de teşviki ile, öğretmenlik hayatından matbuata
geçti. “Yirminci Asır” adında bir akşam gazetesi çıkarmağa
başlamışlardı. Orada, “Asrın Hikayeleri” başlığı altında, ilk otuz,
kırk tanesi imzasız ve tamamiyle halk için gazete hikayeleri
yazıyordu. O hikayeler halk arasında üstadın daima hayret ettiği bir
muvaffakiyet kazanmışlardı. Edebiyat çevreleri tarafından da
hararetle teşvik ediliyor, imzasını atması isteniyordu. Mesela Yakup
Kadri “Bize üslup getirdin” diyor,Yahya Kemal Beyatlı “İsmail
Safa’nın en güzel eseri Peyami’dir” diyordu. İşte o günlerden
itibaren yazmağa koyuldu, mütemadiyen yazdı. Öyle bir çalışma gücü, o
zayıf vücudun öylesine dev bir enerjisi vardı ki, tasavvuru bile
güçtü. Çalışma şartları, son birkaç yılı müstesna, daima berbattı.
Hiçbir zaman tam bir huzura, refaha ve emniyete kavuşamadı. 42 yıllık
yazı hayatında, istirahat edebildiği günler pek az oldu. Sadece
kalemi ile geçinmek mecburiyetinde idi. Hayatı boyunca memleketimizin
şartları zaviyesinden düşünüldüğü vakit, hayli hazin görünen bu
mecburiyetin icaplarına tam bir sadakatla bağlı kaldı. Neler yazmadı
ki...Romanlar, hikayeler, içtimai ilimlerle ilgili eserler,
biyografiler, denemeler, bütün yükünü omuzlarında taşıdığı mecmualar,
sonda fıkralar, makaleler. Babıalinin belli başlı bütün gazete ve
mecmualarına emeği geçmişti. Piyes bile yazdı. Eserlerinin tam
sayısını kendisi dahi bilmiyordu. Sadece kitap haline getirilmiş
olanları üçyüze yakındı. Bu rakamın kağıt üzerine yazılması kolaydı
ama, nasıl bir emeğin, nasıl bir enerjinin mahsulleri olduğunu
düşünmek lazımdı. O kitapların yalnızca kopya edilmelerini isteseniz,
bu gün çalımlarından geçilmeyen bir çok babayiğitler, hiç şüphe
etmeyiniz ki, saklanacak delik ararlardı. Bu muazzam çalışma rahmetli
üstada ne temin etmişti, 42 yıllık gazetecilik hayatında ne kazanmış,
yüzlerce ciltlik eserlerinden acaba kaç para almıştı? Böyle bir suale
verilecek cevap kocaman bir “hiç” di. En iyimser bir ifade ile,
kimseye muhtaç olmadan yaşayabildiğini söylemek belki mümkündür.
Hepsi bu kadar. Bir kütüphaneyi tek başına doldurabilecek sayıdaki
eserleri O’na servet namına,”mal” namına hiçbir şey getirmedi. Bu
bakımdan, Ahmet Kabaklı’nın pek haklı olarak ifade ettiği
gibi; “Çelik kasaların üstüne çıkıp; “Sosyalizm” nutukları çekerek
O’na “menfaatçi” damgasını vuranlara verilecek en uygun sıfat,
elbette ki kocaman bir “yalancı” idi. Şu köhne ünvanları ile dolaşan
patronlarından bir çoğu, eğer Peyami’nin sırtından kazandıklarının
onda birini kendisine verselerdi malı da olurdu, mülkü de... Lakin o
bir madde adamı değildi, menfaatinin hizmetkarı olamıyordu. Şayet
istese idi, o engin zekası ve düşmanlarının üzerine yıldırımlar
yağdıran o kıvrak üslubu ile “Ekmek” in müdafaasını öyle bir yapardı
ki “Sosyalist” etiketli bazı malüm patronların ağızları açık kalırdı.
Bu usulle, üstelik zengin de olurdu. Yapmadı, yapamazdı ki... Bir
gün, umumiyetle unutulmuş görünen hakikat sevgisi gönüllere avdet
eder de hadiselerin tarafsız bir muhasebesi mümkün olursa, söylenecek
çok söz vardır.

MÜCAHİT PEYAMİ

O kadar çok cepheli bir insan ve her cephesi ile öyle kıymetler
taşıyor ki, hangi tarafı üzerinde durmanın daha isabetli olacağını
kestirebilmek çok güç. Romancılığı mı? Fikir adamlığı mı?
Gazeteciliği mi? Üstadın çeşitli vasıflarına kısaca da olsa temas
edebilmek için müstakil bir kitaba ihtiyaç var. Mecmuamızın
sahifeleri kafi gelmez. Şu veya bu cephesini tercih etmenin müşkilatı
içinde idik. Nihayet, okuyucularımıza karşı olan vazifemizi ön plana
aldık. “Bilhassa, Milliyetçi Türk Gençliğini en ziyade alakadar eden,
üzerinde en fazla münakaşa edilen, rahmetliyi yıpratmak isteyenlerin
dillerine doladıkları bir tarafı üzerinde, mücadeleleri hakkında
mümkün olduğu kadar etraflıca durmağa çalışalım. Diğer vasıflarını
da, sanatkar hüviyeti ve edebi, fikri meziyetlerine dair kısa
hatırlatmalar yapmakla iktifa edelim” dedik. Ulu Tanrının indindeki
sıfatını elbette bilemezdik ama, Peyami Safa, biz fanilerin ölçüsüne
göre, büyük bir mücahitti. Fakat mücadelesinin hakiki hedeflerinin
tabii karşıladığımız düşmanlıkları bir yana, aslında O’nunla ve o
saftakilerle beraber olmaları gereken bazı kimseler bile, emsalsiz
bir gaflet örneği halinde karşısına çıkmışlardı. Jurnalci diyorlar,
iftiracı diyorlar, herkese çamur atıyor diyorlar, söylediklerini
hiçbir zaman isbat edemiyorlar, ama gene de diyorlardı. Rahmetlinin
42 yılı aşan yazarlık hayatı bir bakıma, mücadelelerinin hikayesi
idi. Doğruluğuna inandığı fikirlerin müdafaasından, milleti için
zararlı gördüğü her tehlikeli cereyana karşı kıyasıya döğüşmekten
asla yılmıyordu. Tek başına kaldığı , daha yerinde bir ifade ile,
fikir beraberliği içinde bulunduğu kimselerin yazma imkanından mahrum
edildiği zamanlar da oldu. Gene de yılmadı. Ve dost kılığına girip
hakikatleri tahrif eden bir yazarın, ölümünden sonraki iddiası
hilafına mücadelelerinin çoğunu kaybetmedi, kazandı.

Peyami Safa, mücadelelerinin en büyüğünü, en devamlısını ve en
unutulmazını komünizme ve komünistlere karşı yaptı. Bu mücadelenin
manasını anlamak için hangi sebeplerle doğduğunu, hareket noktasının
ne olduğunu bir nebze düşünmek gerekir. Rahmetli üstad, diğer bütün
vasıflarının yanısıra ve hepsinin üstünde, gerçek bir milliyetçi idi.
Milliyetçiliğin, hele biz Türkler için”Varlık” şartı olduğuna
inanıyordu. Eğer zahmet edilir ve eserleri okunursa görülecektir ki,
böyle bir neticeye sadece hisleri ile ve doğmatik yolla varmıyordu.
Araştırıcı zekası, her şeyin doğrusunu bulmağa çalışan hakikat
sevgisi başka türlü davranmasına zaten imkan vermezdi. Batı ve Doğu
dünyasına ait tetkikleri okudüğü kitapların, düşüncelerin imbiğinden
geçmiş bilgilerin neticesi idi ki, O’nu Milliyetçiliğin zaruriliği
hükmüne götürmüştü. Bu sebeple ve gayet tabii olarak, milli hayatı
tehdit eden her cereyana karşı son derece dikkatli idi. Milleti
millet yapan unsurların bir bütün olduğuna inanıyordu. Her birine
aynı hassasiyetin, aynı müşfik itinanın gösterilmesi gerektiğine
inanıyordu. “Türk” sözünü müşterek bir soya mensubiyet şuuruna sahip
insanların topluluğu olarak kıymetlendiriyor, bu şuuru parçalamak
isteyenlerin kasıtların teşhir ediyordu. Bu yüzden gün geldi ki, hiç
alakası olmadığı halde, laboratuar ırkçısı gibi gösterilmek istendi.

Sanat ve felsefe cereyanları hakkında olduğu gibi, Milliyetçiliğe
aleyhtar ideolojik cereyanlar hakkında da geniş bilgisi vardı. Bu
itibarla, iptidai bir malumattan mahrum olmamak veya kasıtlı haraket
etmemek şartı ile, aklı başında her vatandaşın anlayabileceği şu
hususu tesbit etmişti: Yer yüzündeki bütün milletlerin ve
milliyetçiliklerin en amansız düşmanı komünizmdi. Tarihi ve coğrafi
sebeplerin de ilavesi ile, bu düşmanlık Türk Milleti için de çok
tehlikeli bir hal almıştı. Komünizmin ve komünistlerin gayesi milleti
ortadan kaldırmak, Peyami üstadın gayesi de, diğer bütün
milliyetçiler gibi, milleti yaşatmaktı...Eee...Düşman olmasındı da ne
olsundu yani! Marksizmi gayet iyi biliyordu. Yerli malı komünist
bozuntularının pek çoğundan daha iyi. Bir insanın hem komünist hem de
milliyetçi olabileceği gibi safsatalara inanacak kadar saflık
gösteren veya öyle görünmeği menfaatına uygun gören kimselere bazı
şeyler öğretmek istemişse hata mı etmişti.

Peyami Safa’nın komünistlerle mücadelesinin muhtelif safhalarında
Türk Milletini “ilelebed payidar” görmek isteyenler hesabına ibretle
üzerinde durulacak noktalar vardı. Bunlardan biri de, bazı kimselere
haksız olarak komünistlik isnad ettiği rivayeti idi. Bu rivayet hiç
şüphesiz, bizatihi kızıl kaynaklardan ilham alıyordu. Fakat, esefle
kaydedilecek bir cihet vardı ki, aslında komünist olmayan bazı
çevreler de bu yersiz söylentilere inanıyorlar veya menfaatları
iktizası, inanmış görünmeği tercih ediyorlardı. Hele son yıllarda,
politik sebeplerin de takviye ettiği çok sistemli bir çalışma ve
hiçbir ahlak ölçüsü tanımayan iftira zinciri sayesinde bu asılsız
itham yaygın bir hale getirilmek istenmiş, yarı – münevver zümre
arasında da hayli muvaffak olunmuştu. Halbuki, üstad gayet ölçülü bir
yazardı. Komünistlerle,komünist olmadığı halde bilgisinin
kifayetsizliği, milli endişelerinin noksanlığı veya gafleti yüzünden
zaman zaman komünist oyunlarına alet olanları ayırmakta çok titiz bir
dikkat gösterirdi. Birinci kategoriye giren hainlere “mahut” ikinci
kategoridekilere de”gafil” derdi. Bu konuda yazılmış yüzlerce
makalesinden bir kısmı “Mahutlar” isimli bir kitapta toplanmıştı.
Merak eden, hele bilmeden hüküm vermeyecek kadar haysiyet sahibi olan
herkes okuyabilirdi. Peyami Safa’nın “komünisttir” dediği fakat
aslında komünist olmayan kim vardı acaba? Yoktu böyle birisi.
Rahmetli üstadın bu hususta ne kadar haklı olduğunu ve nasıl bir
şantaja kurban edilmek istendiğini daha vazıh bir şekilde belirtmek
için, kızıllarla mücadelesinin bazı safhalarını hatırlatmakta fayda
var: İlk çetin kapışması müseccel vatan haini Nazım Hikmet’le oldu.

Moskova dönüşü ihtilal türküleri söylemek hevesine kapılan kızıl
şair, bir aralık büyük vatanperver Namık Kemal’e saldırmağa
yeltenmişti. O zaman matbuat alemi gene bugünküne benzer bir rehavet
içinde idi. İçlerinden birçoğu vatan adına, hürriyet adına ne
biliyorlarsa Namık Kemal’den öğrenmişlerdi ama, alışılmamış sesin
sahibinde birtakım marifetler vehmetmişler ve susmuşlardı. Son asır
Türk büyüklerini en kıymetlilerinden birine karşı girişilen bu
saygısız tecavüze Peyami Safa hemen cevap verdi. Hadsize haddini
bildirecekti ve bildirdi. Çok geçmeden meşhur “donanmayı isyana
teşvik” hadisesi oldu. Nazım Hikmet’in foyası meydana çıktı veSinop
hapishanesini boyladı. Peyami Safa Nazım Hikmetle mücadelesinde
haksız mı idi.

Gene o tarihlerde Kemal Tahir, Kerim Sadi ve Suat Derviş bütün Türk
büyüklerini hedef tutan bir kampanyaya girişmişler, “Putları
deviriyoruz”^naraları ile pehlivanlık gösterisine kalkmışlar,
dilimizden dinimize kadar bütün mukaddesatımıza küfretmeğe
başlamışlardı. Böylesine haysiyetsiz bir kampanyaya karşı bayrak açan
birkaç milliyetçi kalem sahibinin en ön saflarında gene Peyami Safa
yer alıyordu. Hakikatı bütün çıplaklığı ile ortaya koyan ve kızıl
oyuncuların maskesini düşüren yazıların tesiri ile Milliyetçi Türk
gençliği galeyana gelmiş, vatanın temiz havasını kirleten çanlara ot
tıkamıştı. Çok sürmemiş, üç ahbap çavuşların ne mal olduğu tesbit
edilmiş ve üçü de komünistlikleri tahakkuk ettiği için hapse mahkum
olmuşlardı. Peyami Safa bu mücadelede haksız mı idi? Kime iftira
etmişti? Ama, mesela seneler geçer de milli hafızamızın zafiyetinden
istifade eden bir Kemal Tahir, eski fikirlerinden pişmanlık duyduğunu
katiyen söylemediği ve yazdıklarının tahlili ve bizi asla böyle bir
neticeye götüremiyeceği halde, bazı gazetelerin en mutena köşelerine
kurulursa kabahat kime ait oluyordu? Gafillere mi? Yoksa, gafletlerin
hatırlatan ve sadece biraz daha dikkatli olmalarını isteyen Peyami
Safa’ya mı?

Ya Sertellerle mücadelesi? Hiç yoktan bir Akif-Fikret meselesi icad
edilmiş, Akif’e hücum ve Fikret’i müdafaa bahanesi ile, bir kere
daha, Moskova sokaklarında söylenen türküleri İstanbul sokaklarına da
dinletmek cüretinde bulunulmuştu.

Milli Birliğimizin temel direklerinden biri olan dinimize, örf ve
adetlerimize, hasılı kültürümüze, bizim olan, bizden olan ne varsa
hepsine sövvülüyordu. Böyle bir hava içinde Peyami Safa gene öne
geçmiş, gene eşsiz bir mücadele örneği vermişti. Millet sevgisi ile
bilenen kalemi adeta bir kılıç haline gelmiş, Serteller selameti
firarda bulmuşlardı. Rahmetli bu sefer de yaman vurmuştu. Mücadele
arkadaşları da gittikçe çoğalıyordu. Milliyetçi Türk gençliği O’na ve
diğer ağabeylerine minnettardı. Sonra çok geçmemiş, Serteller soluğu
İtalya’da almışlar, komünistlikleri de gün ışığına çıkmış,
ilgilenmeğe lüzum gören herkes tarafından iyice anlaşılmıştı.
Sualimizi tekrarlayabiliriz: Peyami Safa Sertellerle mücadelesinde
haksız mı idi? Sertellerin komünistlikle hiç ilgileri yoktu da Peyami
Safa zavallılara iftira mı etmişti?

Sonra, Dil - Tarih – Coğrafya Fakültesindeki öğretim üyeleri
meselesi: Pertev Naili Boratavlar, Niyazi ve Mediha Berkesler, Behice
Boranlar asıl vazifelerini bir kenara bırakmışlar, komünizm
propagandası yapmağa koyulmuşlardı. Aleyhlerindeki ilk cereyan Dil –
Tarih’te başlamıştı. Basına intikal edince de, Peyami Safa haliyle bu
mücadeleye atılmaktan geri kalmadı.O zaman da günümüzün birtakım
safdillerine benzeyen gayet büyük bazı mütefekkirler (!) ilim
adamlarına böyle bir ithamda bulunmanın doğru olmadığını, komünizmi
içtimai ve iktisadi bir doktrin olarak talebelerine öğrettiklerinden
dolayı kınanamayacaklarını ileri sürmüşlerdi. Bu çeşit iddialara
karşı Peyami Safa’nın cevabı şöyle olmuştu: “Tıp Fakültesinde bir
profesör mesela tifo mikrobunu talebesine enjekte etmeğe kalkarsa,
suç işlemiş olur, cezalandırılır. Komünizm de bir mikroptur, ve bu
efendiler talebelerine mikrobu tanıtmıyor, aşılıyorlar.” Nihayet
meseleye resmi makamlar el koymuş, ihbarların doğruluğuna kanaat
getirilmiş ve bahis konusu kimseler, bir daha dönmemek üzere,
fakülteden uzaklaştırılmışlardı. Peyami Safa bu mücadeleye
iştirakinde haksız mı idi? Komünizm tehlikesini zamanında teşhis
edebiliyorsa, mücadele usullerini daha iyi biliyorsa, yılanın zehirli
olduğunu zehirlenmeden tesbit ediyor ve kafasının zamanında ezilmesi
gerektiğini söylüyorsa günah mı işliyordu? Sonu gelmeyen hücumların
asıl saiki ne olabilirdi? Herkese iftira ettiği yolunda mesnetsiz bir
iddia ile ortaya çıkmanın, tahkik ve tetkik imkanı bulamıyan
kimseleri kandırmanın kazancı ne olabilirdi?

HANGİSİ HAKSIZ

Daha yakın zamanlara geliyoruz. 1950 yılı. Vatana ihanet suçundan 28
yıla mahkum olmuş mahut Nazım Hikmetin affı için hummalı bir
faaliyete girişilmişti. B. M. M. Başkanlığına hitaben bir dilekçe
hazırlanmış, aralarında komünistlikle hiç ilgisi bulunmayan birtakım
muhterem insanların bile yer aldığı 167 kişiye imzalattırılmıştı.
Rahmetli Peyami Safa bu meselede de birçok yazılar yazdı. İyi
niyetlerinden şüphe etmediğini belirttiği bazı kimselerin gayet
kurnazca tertip edilmiş bir oyuna getirilmek istendiklerini ifade
ediyordu. Bilhassa, hayatı boyunca akıl öğretmeğe özenen ihtiyar bir
yazarın af kampanyasına önderlik yapmasını tenkid etmişti. Adı geçen
yazar, kendine göre gene bir büyük gazetecilik yapmış, Bursa
hapishanesinde yatan Nazım Hikmet’i ziyaret etmiş ve uzun boylu
konuşmuştu. Neler anlatmıyordu ki... Bay Ahmet Emin Yalman’a
sorarsanız Nazım Hikmet artık komünist filan değildi. Sadece vatanını
düşünüyordu. Hapishaneden çıkınca asla siyasetle meşgul olmayacak,
tavukçuluk yapacaktı. O’nu kurtarmak Türk Millet için en birinci bir
vazife idi. Aksi takdirde topyekün suçlu duruma düşecektik.

Üstad Peyami Safa bu saçma safdilliği görünce ikaz etti. Bir defa
değil, birkaç defa ikaz etti. “Yanılıyorsunuz beyler”
dedi. “Cehaletiniz yüzünden ileride pişman olacağınız bir hatalı iş
yapmak üzeresiniz. Aman dikkat edin. Marksizmi bilmiyorsunuz, bari
bilenden öğrenin. Marksizme inanmanın esası aynı zamanda aktif
olmaktır. Hiçbir komünist hapishaneden çıkınca tavukçuluk yapmaz. Bu
bir masaldır. Sakın ha inanmayın. Hele bir kurtulsun, göreceksiniz ne
mel’anetler peşinde koşacak. Siz de o vakit utanacaksınız.” Dedi,
dinletemedi. Sonrası malum. Nazım Hikmet çıktı. Çıkar çıkmaz da Kızıl
Cennetine uçtu., Su katılmamış bir vatan haini olduğunu hakkı ile
isbat etti. Peyami Safa bu bahisteki mücadelesinde haksız mı idi?
Haklı ihtar ve ikazları dinlense idi fena mı olurdu? Daima bir gaflet
vesikası halinde kalacak olan o mahut af dilekçesine imza attıkları
için pişman olanlar böyle bir hatayı hiç işlemeselerdi, kendi
hesaplarına da memleket hesabına da daha iyi olmaz mıydı? Ya Bay
Ahmet Emin Yalman! Zamanında yapılmış bir ikaza aldırmadığı için özür
dileyeceği yerde, galiba daha hoşuna gitmiş olacak ki, Peyami Safa
merhuma düşman kesilmişti. Hatta bu hissini o kadar ileriye
götürmüştü ki, üstadın vefatı dolayısı ile kendisine düşüncelerini
soran bir muhabirimize : “Bana çok fenalık etti. Yazarsam aleyhinde
olur” demişti. Bay Yalman son günlerde işini gücünü
bırakmış, “içtihat kapılarını” açmağa uğraşıyordu. Kimbilir belki de
bir takım yeni hükümler getirecek ve bu arada “ölülerin hayırla
yadedilmesi” prensibini ortadan kaldıracaktı.

Bay Yalman’a ve Peyami Safa’yı müfterilikle itham eden cümle
iftiracılara sormak gerekiyordu: Nazım Hikmet’e de haksız yere mi
komünist demişti? Yoksa bu da bir iftira mı idi?

Üstadın son mücadele ettiği ve diğerlerinin akıbetine uğrattığı mahut
Aziz Nesin oldu. Acaba Aziz Nesin’le mücadelesi de haksız mı idi?
Yazılarında suç unsuru tesbit eden profesörler yanılmışlar mı idi?
Yoksa Peyami Safa’nın tesiri altında mı kalmışlardı?

Misalleri çoğaltmak mümkündü. En nihayet şu haklı suale bir cevap
aranacaktı: “Beyler,hakkın rahmetine kavuşalı henüz bir hafta bile
geçmeyen bu gerçek mücahit hakkında daha bugünden dolambaçlı
ifadelerin arkasına birtakım husumetleri gizlemeye çalışan beyler,
Peyami Safa mahkeme kararına veya aynı kuvvette bir başka delile
istinat etmeden haksız olarak, kimi momünistlekle itham etti?
Söyleyin de biz de öğrenelim. Maamafih bu suale hiçbir zaman cevap
verilemeyeceği de bilinen bir husus. Rahmetlinin sağlığında buna
benzer sahnelere çok rastlanırdı. Zaman zaman sorardı: "Söyleyiniz!
Ben kime iftira ettim." Cevap verirlerdi "sen herkese iftira
ediyorsun."Tekrar sorardı."Bir tek isim sayar mısınız?" Cevap hiç
değişmezdi."Herkes." Acaba şu meşhur "herkes" kimdi! Tabii hiç kimse.
Ne var ki sarih olmayan isnatlarda bulunmak,sonra da kendisine iftira
edilmiş süsünü vermeğe çalışmak bazı kimselerin yegane marifeti idi.

Her şeye rağmen kabul etmek lazımdı ki,parazitlerin fazla bir
ehemmiyeti yoktu. Kıymetli olan milletin sesi, milletin düşüncesi
idi. Üstadın komünizmle giriştiği mücadele daimea hayırla
yadedilecekti. Kızılların korkulu rüyası idi. Çetindi. Maskeler ne
kadar maharetle yapılmış olursa olsun dikkatinden kaçmıyordu. Sahte
müdafaa yollarını kolaylıkla kapamasını biliyordu. Komünizme,
sosyalizme ayrıldıkları ve birleştikleri noktalar saece doktrin
olarak değil Sovyet Emperyalizminin maşası olarak zamanımızda
hükmetmeğe çalışan kızıl rejimin taktiklerine vakıftı, aldatmak çok
zordu. Umumiyetle kesin olan dikkati bu konuda daha da kesinleşir, en
ince teferruatı bile ihmal etmezdi. Kızıl ajanların dünyanın her
tarafındaki faaliyetleri ile yakından ilgilenir, bilhassa basın
vasıtası ile yaptıkları tahribatı, bütün sanatlar ve edebiyat
sahasındaki yıkıcılıklarını göstermenin lüzumuna inanırdı. Gençliğn
ve münevverlerin daima uyanık olmasını, herşeyin hükümetten
beklenmemesini isterdi. Bazı romanları, içtimai ilimlerle ilgili
kitapları ve birçok makale ve fıkrası bu mavzua tahsis edilmişti.
Okunması, hadiselere tatbik edilerek okunması gereken noktaları pek
çoktu.

MANEVİYATÇI İDİ.

Peyami Safa’yı sevenler fazla olduğu gibi sevmeyenler de fazla idi.
Aleyhine yazılanlar bir araya getirilse birkaç cildi doldururdu.
Düşmanlarının ekserisini komünizm ve benzeri ideolojilere mensup
olanlar teşkil ederdi. Komünist olmasalar bile, bütün
materyalistlerin de sevmedikleri bir insandı. Çünkü maneviyatçı idi.
Ruhun ölümsüzlüğüne inanıyordu. İnsanın kendi kendini aşan bir ilahi
nizamın tezahürlerinden biri olduğuna, gayesinin fani hayatın idamesi
endişesinden ibaret kalmaması lazım geldiğine kani idi. Bazı
kitaplarında hele “Matmazel Noralyanın Koltuğu” isimli romanında
mistik bir hava hakimdir. Hayatı boyunca madde ile mananın, bedenle
ruhun münasebetlerini anlamağa ve anlatmağa çalıştı. Sadece maddenin
değerli sanıldığı beşeri nizamların sakatlığını ifade etti. Maddi
hayatımızı tanzim eden ilmin lüzumunu müdafaa ettiği kadar, manevi
hayatımızı tanzim eden dinin de lüzumunu müdafaa etti. Batılı fikir
adamlarının din hakkındaki müsbet görüşlerini nakletmekten çok
hoşlanırdı. Dinsiz bir cemiyetin yaşama gücünden mahrum kalacağını,
Avrupanın 19.asırdaki pozitivist taassuptan kurtulmak için mücadele
ettiğini, ilmin bütün müşkülümüzü çözmeğe muktedir olduğu iddiasının
artık itibar görmediğini hararetle öne sürer, ilmi çerçeve içinde
kalkınmak şartı ile en aykırı fikir sahipleri ile de münakaşa eder,
ama mugalataya sapıldığını gördü mü sinirlenirdi. Bu vasıfları
yüzünden, din düşmanları tarafından da en sevilmeyen insanlardan biri
oldu. Din öğretiminin laik devlet sistemlerinde yer alamıyacağını
iddia eden bazı kimselere karşı, iddiaları delillerle çürüten
cevapları her zaman hayırla anılacak... Fransa’nın, İtalya’nın ve
diğer batılı devletlerin dine gösterdikleri hürmeti misalleri ile
ortaya koyduğu konferansları maneviyat düşmanlarına büyük darbeler
indirmiş, yalanlarının yüzlerine vurulmasından utanmamışlar,ama
ürkmüşlerdi.

Peyami Safa’yı hiçbir fikir sistemine bağlı olmayan, mütefekkir
geçinmek sevdasından kurtulamayan bir takım tatlı – su aydınları da
hiç sevmezdi. Bu tiplerin ekseriyetini, maalesef meslekdaşları teşkil
ediyordu. Bir gün bu mevzu etrafında konuşuluyordu. Bir
arkadaş “Babıalideki Peyami Safa düşmanlığını ben çok tabii
karşılıyorum” demiş ve hayret ettiğimizi görünce de şunları ilave
etmişti. “Peyami Safa Babıaliyi iyi tanır. Sefaleti ile. Cehaletiyle
tanır. Ötekiler de onu tanırlar. Kimseye itiraf edemeseler bile,
kendileri ile Peyami arasındaki mesafenin pekala farkındadırlar.
Gösterişlerine, küçümsemek istemelerine aldanmayın. Kudretini görür
ve kabul eder. Ama bunu hiç kimseye, en yakınlarına dahi
söyliyemezler. Babıali sakinlerinin en büyük ihtirası usta bir yazar
lmaktır. Peyami Safa'nın kendilerinden üstün olduğunu bilirler. İşte
bu yüzden O'na düşmandırlar. Doğrusu buna düşmanlık değil de bir nevi
korku demek daha uygundur. İkide bir Peyami Safa'nın aleyhinde
yazılar yazan filan adamı tanır mısınız? Bir bilseniz, ne kadar
mesuttur! Bu çapta bir kalemle çatışmış olabilmenin hazzına
dalmıştır. "Peyami dedi ki, ben dedim ki..." diye anlatacağı
hikayeleri sıraya koyuyor. Beraber olabilselerdi, elbette hoşuna
gidecekti. Zayflar için iki yol vardır: Ya kudretli ile beraber
olmak, ya kudretliyi mahkum ettirmik. Bu uğurda her vasıtadan
faydalanmanın çarelerini arar ve çok defa bulurlar."

Ne denir, arkadaşın tahlil ve izahı belki de doğru idi. Belki de
rahmetlinin etrafına kolay kolay başa çıkılamaz bir kıskançlık duvarı
örmüşlerdi. Aşikar olan: Peyami Safa'yı çeşitli sebeplerle sevmeyen,
mütemadiyenyıpratmaya gayret eden kimselerin üstada hücum sırası
geldiği zaman şayanı hayret bir ittifak teşkil edebilmeleri oluyordu.
42 yıllık yazı hayatı boyunca milletine, fikirlerine ve şahsına karşı
girişilen hücum kampanyasına metanetle göğüs germiş, asla kırılmayan
bir şevkle mücadele etmişti. Rahmetlinin kaderi de diğer Türk
Milliyetçilerinin kaderine benziyordu. Öyle isnat ve iftiralara maruz
kalırdı ki, kızmak mı gülmek mi lazım geldiğini şaşırırdı.

O'na bir aralık "Nazi" demişler, Hitler taraftarlığı ile itham
etmişlerdi. Sebep: İkinci Dünya Harbindeki Alman-Rus kapışmasında
başarı dileklerinin Almanlardan yana olduğunu belirtmiş olması.
Yalnız Peyami Safa'ya değil, o günlerde aynı hissi izhar eden başka
Milliyetçilere de yapılan bu itham hiç şüphe yok ki ciddiye alınmağa
değmizdi, gülünçtü. Bir taraftan uzun asırlar boyunca dostça
yaşadığımız, silah arkadaşlığı yaptığımız Almanya, diğer tarafta da
tarihi düşmanımız kızıl Rusya.

Peyami Safa bu iki tarafın mücadelesinde hangi tarafı tutacaktı?
Rusların kazanması için dua mı edecekti? Peyami Safa da, her
milliyetçi gibi, hiçbir milletin düşmanı değil, sadece kendi
milletinin dostu idi.

İNKILAPÇI PEYAMİ

Rahmetliye hücum edenlerin sık sık tekrarladıkları iftira
sloganlarından biri de, "gericilik"ti. Peyami'den inkılap dersleri
almağa muhtaç, Atatürk inkılaplarının en doğru izah ve tahlillerinden
birini yapan kaleme karşı bir sürü hakikatten uzak kimse adeta koro
halinde "Peyami Safa gericidir" diyor, başka bir şey demiyordu.
Bazılarının kasıtlı hareket ettiğinden, diğerlerinin de hem Peyami
Safa'yı, hem de "gericiliğin" manasını bilmediklerinden şüphe etmemek
lazımdı. Mütemadiyen araştıran bir zekanın, daima en yeni ve en doğru
neticeleri kovalayan bir dikkatin "gericilik"le ne alakası
olabilirdi? İnkılapçı idi. Atatürk inkılaplarının ne olduğunu, nasıl
anlaşılması gerektiğini anlatan bir çok yazıları var...İnkılaplarımız
hakkında yazılan ilk ciddi eser de O'nundu. "Türk İnkılabına
Bakışlar" ismini taşıyan kitabı ile milli kültürümüz, batı medeniyeti
ve inkılap prensipleri arasında bir muvazene kurmanın zaruretini
göstermeğe çalıştı. Ancak bu üç esas üzerinde yükselabileceğimize,
Avrupa ile aramızdaki mesafeyi kapatmanın başka bir yolu olmadığına
dikkat çekti. İnkılabın hakiki hüviyetine hiç bir zaman düşman
olmadı. Ama, devrimcilik kalkanının dokunulmazlığına sığınıp inkılabı
istismara yeltenenlere karşı da daima mücadele etti. Milli
kültürümüzün yıkılması için girişilen zararlı faaliyetler ve maksatlı
davranışlarını^"devrimcilik"olarak isimlendiren milliyetçilik
düşmanlarına dikkat edilmesini isterdi. İnkılap prensiplerini
işlerine geldiği gibi tefsir eden, milletimize ait bütün kültür
kıymetlerini "gericilik" damgası ile yıkmak üzere harekete geçenleri
hakiki inkılapçılardan ayırdi ve"devrimbaz" adını taktı. Devvrimbazı
da yobaz kadar tehlikeli bir tip olarak gördü. Şekle inhisar bir
inkılap anlayışının sakatlığını, zihniyetler değişmedikçe
dertlerimize asla deva bulunamayacağını, cemiyet meselelerinin kül
olarak düşünülmesi gerektiğini, alelacele hazırlanan kurtuluş hapları
ile iyileşmenin imkansızlığını belirtti. Avrupayı körü körüne taklid
etmenin hiç bir işe yaramayacağını, milli bünyeye ait hususiyetlerin
daima göz önünde bulundurularak sağlam bir terkibe varılması
icabettiğini söyledi. Doğruluğu tahkik edilmemiş peşin hükümlerin
kölesi haline gelinmemesi için didindi. Okumağa dargın bir cemiyette
yaşamanın, her şeyin kolayını arayan ve bütün davalarımızı dövizlerle
halledebileceğini sanan bir zihniyetle mücadele mecburiyetinin
ızdırabını duydu.

Çok okudu. Kendi kendine öğrendiği Fransızca ile batıdaki neşriyatı
da takip etti. San'ata, felsefe ve sosyolojiye ait başlıca eserleri
okumuştu. Çok çeşitli sahalarda geniş bir bilgisi vardı. Bildiği
kadarı ile hiç bir vakit iktifa etmedi. Mütemadiyen daha çok okumak
ve daha çok öğrenmek ihtiyacını duydu. Bir gün, Dr. Nevzat
Yalçıntaş'ın da aralarında bulunduğu bir grup, evinde ziyarete
gitmişlerdi. Bir ara Nevzat Yalçıntaş "Haşet"te çok mühim bir eser
gördüğünü, imkan bulamadığı için alamadığını, iki gün sonra da zaten
tek nüshası kalan kitabın satılmış olduğunu söyledi. Rahmetli derhal
yerinden kalktı, kütüphanesinden bir kitap çıkararak: "Aradığınız
herhalde bu olmalı Nevzat Bey" dedi.

Yüzlerce ciltlik eseri, hele Peyami Safa imzası ile neşredilmiş
olanları, bir büyük zekanın bize kalan başlıca hatıralarıdır.
Türkiye'nin meselelerini bir parça bilenler, Peyami Safa beyin,
ebediyete intikalini telafisi çok güç bir kayıp saymakta haklıdırlar.
Hakkında sağlam bir kanaate varabilmek için peşin hükümlerle iktifa
etmemek, eserlerini okumak lazım. Nasıl bir iradenin, nasıl bir
gayretin mümessili olduğu, ancak böyle anlaşılabilir.

Cumartesi günü sade bir şekilde ebedi istirahatgahına tevdi edilen
Peyami Safa, son asır Türk fikir ve san'at hayatının en parlak
zekalarından biri idi. Milletine en fazla hizmet edenlerden biri
oldu. Büyük bir romancı, çok kuvvetli bir polemik üstadı, eşsiz bir
mücadele adamı, Babıaliye modern fıkracılığı getiren bir gazeteci,
bir çok kıymeti gün ışığına çıkaran bir münekkit ve bütün bu
vasıflarının üstünde, asla unutulmıyacak bir Türk milliyetçisi idi...

GALİP ERDEM

Not: Bu biyografik makale;”Safa, Peyami. Gençliğimiz(roman), 3.baskı,
1966, İstanbul, Ötüken Yayınevi, 80 sf.” künyeli eserden alınmıştır.
Esere giriş mahiyetindeki bu makale, eserin 7-20. sayfaları arasında
yer almaktadır. Makalenin yazılış ve yayına yetiştirilme hikayesini
Beşir Ayvazoğlu’nun çok önemli bulduğum eseri “Peyami” adlı
biyografik eserinin (İstanbul, 1998, Ötüken Yayınevi, 538 sf.) 505-
506. sayfalarından okuyabilirsiniz. (Bu hikayeyi bilgisayar ortamına
aktarmak için bir iki gece daha uyumamak gerekiyor! ) Şu kadarını
söyliyeyim, kıymetli yazar Beşir Ayvazoğlu’nun ifadesiyle ; “(ilk
yayınlandığında) İmzasız olmakla beraber Galip Erdem tarafından
kaleme alındığı bilinen bu yazı, Peyami Safa’yı en iyi anlatan
metinlerden biridir.”

(Ayvazoğlu,Peyami.sf.506)

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder