29 Nisan 2011 Cuma

Asya, Arif Nihat

Doğumunun 100. Yıl Dönümü Yaklaşırken
ÂRİF NİHAT ASYA
(7 Şubat 1904-5 Ocak 1975)

H. Rıdvan ÇONGUR

Milletler büyük oğullarıyla yaşar ve yükselirler. Bir millet, bilim,
edebiyat, siyaset ve askerlik tarihinde yer alan büyük evlâtlarını
hatırladığı, onları beşerin unutkanlığına teslim etmediği ölçüde
büyüktür ve büyük millet olarak kalmaya, saygı görmeye lâyıktır. Türk
milleti tarihte böyleydi, bugün de böyledir ve böyle olmak
zorundadır. Bu, bizim, geçerli olduğuna veya geçerliliğini bugün de
koruması gerektiğine inandığımız bir düşüncenin sonucudur.
Biz 1950’li yıllarda bir bölümü lise öğrenimini tamamlayan, bir
bölümü de yüksek öğrenim yıllarını yaşayan, üniversitede, yüksek
okullarda okuyan bir neslin çocuklarıyız. Lisede öğrenciyken
okullarımızda, yaşadığımız şehrin kültür kuruluşlarında, öğrenim
gördüğümüz fakülte ve okullarda Türk büyüklerini anarak, toplantılar
tertip ederek, yaşatarak büyüdük, büyütüldük. Eskiden iki büyük
şehrimizde İstanbul ve Ankara’da iki radyomuz vardı. Bu radyoların
yayınlarının bir bölümü Türk’ün tarihine, kültürüne, bilim, edebiyat,
sanat hayatında gelmiş geçmiş Türk büyüklerine yer veren özel
programlar yayınlarlardı. Geçmişte Bugün, Tarihten Bir Yaprak veya
Kahramanlar Geçiyor diye günlük, haftalık programlarda tarihî
olaylar, tarihimizi yapan insanlar canlandırılır, büyük kumandanların
kahramanlıklarla dolu hayatları anlatılır, unutulmamaları sağlanırdı.
Geçen yüzyılın ilk yarısına kadar süren bu yayınlar da, ilgili kurum
ve kuruluşların da bu alandaki faaliyeti iyice sınırlandı, onlara yer
veren yayınlar kaldırıldı veya iyice sınırlı hâle getirildi.
Türk Dili dergisinin “Cumhuriyetimizin 80. yıl dönümü” için armağan
olarak hazırlanan Ekim 2003 sayısında, bir Türk büyüğü, seçkin bir
bilim adamımız olan Prof. Remzi Oğuz Arık ile ilgili anma yazımız
yayımlandı. 1954 yılında bir uçak kazasında şehit düşen ve 55 yaşında
hayata gözlerini yuman bu değerli bilim, siyaset ve dava adamını,
ölümünün 50. yıl dönümünde bütün yurtta ve Türk dünyasında törenler,
toplantılar düzenleyerek anmamız, gençliğe tanıtmamız, ender gelmiş,
öncü olmuş bir Türk büyüğü olarak yaşatmamız gerektiğini ifade ettik,
ilgili bütün kurumları ve kişileri göreve davet ettik.
2004 yılında Sadece R. Oğuz Arık mıdır anılacak Türk büyüğü veya
edebiyat ve düşünce hayatımızda yaşatılacak insan? Elbette değil. Ona
da, ondan sonraki nesle de, bizlere de öncü olan daha nice Türk
büyükleri, edebiyat, sanat, düşünce adamlarımız var... Türk diline
hizmet eden Şemsettin Sami 1904 yılında ölmüş. Cumhuriyet döneminde
üne kavuşan şair Ömer Bedrettin Uşaklı aynı yıl dünyaya gelmiş; 2004
yılı birisinin ölümünün, diğerinin doğumunun 100. yıl dönümleridir.
Yine hemen hatırlatalım, 1904 yılında dünyaya gelen bir de Bayrak
şairimiz Ârif Nihat Asya var. 73 yıla sığan ömrünü hem hoca, hem
şair, hem de sadece bir dönem olmak üzere, kısa süren milletvekilliği
ile siyaset adamı olarak sürdüren Asya, şiirimizin doruğunda yer alan
isimlerden biridir. Diğer yazar ve şairlerle birlikte, hatta daha
geniş etkinlikler düzenlenerek Ârif Nihat Asya bütün yurtta ve bütün
Türklük dünyasında anılmalı, yaşatılmalıdır.
1924 yılında Türkçülüğün unutulmaz ismi Ziya Gökalp aramızdan
ayrılır. Onun ölümünden on yıl önce doğan, şiirimize yeni bir kapı
aralayan bir şairimiz daha var: 1914 doğumlu Orhan Veli Kanık...
Ölümünün 80. yılında Gökalp, doğumunun 90. yılında Orhan Veli,
anılmayı bekleyen büyüklerimiz, şairlerimiz değil midir? Yalnız bu
isimler mi, değil. Türk şiirinde millî edebiyatın ve arı duru
Türkçe’nin öncüleri arasında yer alan Mehmet Emin Yurdakul ile Orhan
Şaik Gökyay Hocayı unutmamız mümkün mü? 1944 yılında ölen Yurdakul
için 2004, 60., 1994’de hayata veda eden Gökyay için de 10. ölüm yıl
dönümü tarihidir. Bu arada belirtelim; Orhan Şaik Hocaya Kültür
Bakanlığımız sahip çıktı; bizim öneri ve teşvikimizle o zamanki
Kültür Bakanı İstemihan Talay, ondan sonra gelen ve kısa bir süre
bakanlık yapan Doç. Dr. Hilmi Çelik, ATDK Başkanı Prof. Dr. Sadık
Tural’ın katıldığı toplantılar tertip edildi. Millî Kütüphane Başkanı
Tuncel Acay kardeşimiz salonlarını açtı, Orhan Şaik Gökyay için
hazırladığımız kitabı yayımladı. Kastamonu Valisi Enis Yeter’in
desteği ve yardımlarıyla memleketinde anma günleri, paneller
gerçekleştirildi. Kültür takvimimizde daha pek çok kişi anılmayı,
yaşatılmayı bekliyor.
Biz Ârif Nihat Asya için kaleme aldığımız bu yazıya onunla devam
etmeden önce, ölüm veya doğum yıllan 2004’e rastlayan birkaç edebiyat
adamımızın daha isimlerini sıralamakla yetinelim: Sait Faik
Abasıyanık ile İsmail Habib Sevük (ölümleri 1954), Halide Nusret
Zorlutuna (öl. 1884), Coşkun Ertepınar (doğ. 1914), Feyzi Halıcı
(doğ. 1924)... Bunlara, ayrıca doğumlarının 30. yıl dönümlerinde
anılması gereken birkaç isim daha eklemek mümkün: Karagöz sanatkârı
olarak Cumhuriyet döneminde başlarda yer alan Hayalî Küçük Ali ile
romancı Yakup Kadri Karaosmanoğlu, bilim adamı Prof. Dr. Ziyaettin
Fındıkoğlu ve edebiyat hocası, Türk şiirine gönül veren ve Yahya
Kemal Beyatlı’nın bütün eserlerinin yayımlanmasını sağlayan Nihat
Sami Banarlı... Hepsi de aynı yılda, 1974’te aramızdan ayrıldılar.
Türk bilim hayatına ve edebiyatına geçmiş, her biri eserleriyle örnek
olmuş bu değerleri ölümlerinin, doğumlarının 10. ve 20. veya 50. ve
100. yıl dönümlerinde anmamız, onlar için eserler hazırlamamız
gerekmiyor mu?

2004, Asya’nın 100. Doğum Yıl Dönümü
Türk şiiri ve Türklük düşüncesinin yanı sıra Türk millî eğitiminin
unutulmaz insanlarından, hem de başta gelenlerinden biri Ârif Nihat
Asya’dır.
Bugün 60, 70 yaşın merdivenlerinde bulunan bizim nesil için, gençlik
günlerimizde ezbere bildiğimiz, ruhumuza işleyen o ünlü şiiri kadar
kendisi de bayraklaşan bir şair, bir öğretmen ve nesirleriyle
gönüllerimizi fetheden kalem erlerimizden biri...
Önce bu değerli eğitimci, nâsir ve şairin hayatına göz atalım.
Yirminci yüzyılın Cumhuriyet döneminde millî duyguları en coşkulu
biçimde şiirlerinin konusu yapan ve “Bayrak şairi” olarak tanınan
Ârif Nihat Asya, Çatalca’nın İnceğiz köyünde dünyaya geldi.
Doğduğunda Mehmet Ârif adı verilen şair, doğum yerini kendisi bir
şiirle anlatır:

“Nerelisin diye soruyorlar:
İnceğiz köyünde doğmuşum...
İnceğiz’i Çatalca’ya,
Çatalca’yı İstanbul’a bağlamışlar
İstanbullu olmuşum.”

Babası Ziver Bey, Tokat’ın Kapusuz köyünden, esnaf bir aileden gelir;
annesi Tırnavo’dan Anadolu’ya göçmüş Osman Beyin kızı Zehra Hanımdır.
Daha doğumunda babasının ölümüyle yetim kalan küçük Mehmet Ârif,
İnceğiz’in Örcülü köyü imamından Kur’an okumayı öğrenerek öğrenimine
başlar. O, çocukluk günlerinden söz ederken “beni, yepyeni dünyama
çeken güç, onu dünyanın dışına itmiş. Ben gelmişim, babam gitmiş.
Babamın arkasından anam da gider Ana da masalmış, baba da masalmış!”
der. İşte bu yüzden, kapıların birer ikişer kapandığını, kiminin de
daraldığını gören şair, daha çocukluğunda dedeye, haminneye, halaya
derken, sonunda millete muhtaç kalmış... Bu duruma bakıp şunu
söyleyebiliriz: Çocukluk, gençlik çağını içine alan bu yıllar, yarım
asrı biraz aşan ve zaman zaman çileli, ama her zaman şiir dolu bir
hayatın çekirdeğini, özünü de oluşturur. Örcülü köyünde kocası subay
olan halası vardır. İlkokula bu köyde başlar. Ana ve babanın
ölümünden sonra Çatalca’dan İstanbul’a, Çatalca müftüsünün kızı
Gülfem Halası ile birlikte göçerler. Subay olan eniştesi önce tayin
edildiği Bolu’ya, oradan da Kastamonu’ya onu yanlarında götürür. Orta
öğrenimini bu şehirlerde tamamlamaya çalışırken İstanbul’a görev
çıkar, bu eski ve tarihî şehre nakledildiklerinde Haseki semtinde bir
çıkmaz sokakta ev tutulur, yerleşilir.
Öğrenimini artık İstanbul’da sürdüren Mehmet Ârif, mahalle
mektebinden Yusufpaşa Gülşen-i Maarif Rüştiyesine derken, bir gün
hayat şartlarının zorlaması sebebiyle Bolu Lisesine yatılı olarak
kaydolur, orta okulu burada okur. Lise kısmı olmadığından orta
öğrenimini tamamlaması için Kastamonu Lisesinin yolu görünür. Millî
Mücadele yıllarında şairimiz Kastamonu’da öğrencidir. Onu, liseyi
bitirdikten sonra da, yüksek öğrenimini tamamlamak üzere yine yatılı
bir mektepte görürüz. İstanbul’a gelir, Yüksek Öğretmen Okuluna
kaydını yaptırır. Hem okur, hem de İstanbul Postanesinin Haricî
Telgraf Kontrol Kaleminde memur olarak çalışır. İkinci çalıştığı yer
ise, Anadolu Ajansının İstanbul temsilciliğidir. Bir süre gece
bültenlerini hazırlamakla görevlendirilir.
Ârif Nihat Hocanın, geçmiş yıllarından daha az çileli, biraz rahat
yüzü gördüğü dönem 1928’de Yüksek Öğretmen Okulunun edebiyat kolunu
bitirdikten sonraki öğretmenlik yıllarıdır. Öğretmenliğe başladığı
dönemde vatanî hizmetini de yerine getirir. İlk evliliğine ve
hocalığına Adana Lisesi ile adım atar. Adana ilk göz ağrısı,
şiirlerinde de önemli bir yer tutan şehir olur. Onun adıyla beraber
anılan ünlü Bayrak şiirinin yazıldığı şehir de Adana’dır. Hatay’ın
ana vatana katıldığı günlerde yazılmıştır. 5 Ocak Adana’nın kurtuluş
günüdür. Millî Eğitim Müdürü, okullara bir yazı gönderir; kurtuluşun
kutlanacağı o gün Saat Kulesi ile Ulu Cami minareleri arasına büyük
bir Türk bayrağı asılacak, tören orada yapılacaktır. Bir öğrenci de
günün anlamına uygun bir şiir okuyacaktır...
“Az bilinen bir şiir seçmeyi düşündüm” diyor Asya, sonra vazgeçtiğini
söylüyor ve gerisini şöyle tamamlıyor: “5 Ocak çok yaklaşmış, meydana
çekilecek bayrak mevzuu da beni iyice doldurmuştu. Gece, Ocak
mahallesindeki evimde, petrol lâmbasının ışığında ‘bayrak’a sığınarak
kalemi elime aldım. O gecenin sabahı ‘Bayrak şiiri’ hazırdı.” Hoca,
ertesi gün okula gider, “Aydın’ı çağırın!” der. Birkaç dakika sonra
Aydın karşısındadır.
Akşam yazdığı şiir elinde, çağırdığı öğrenci karşısında... Gerisini
hocadan dinleyelim: “Kâğıdı eline tutuşturdum, okudu. Birlikte bir
iki deneme yaptık. Aydın bu iş için biçilmiş kaftandı. 5 Ocakta ben
kalabalığa girmemiş, gerilerde kalmıştım. Aydın okudu, alkışlandı...”
Hocanın o günkü öğrencisi Aydın, yıllar sonra hepimizin tanıdığı
Devlet Operası ve Balesi Genel Müdürü olan Aydın Gün’ün ta
kendisidir...
Bundan sonraki yıllarda onu Malatya, Tarsus, Eskişehir liselerinde
görürüz. II. Dünya Savaşının ülkemizi de tehdit ettiği yıllarda
Diyarbakır’da ikinci askerlik görevini yapan şair, 1942’de ikinci
evliliğini de gerçekleştirir, sonra da Malatya Lisesine müdür tayin
edilir. Fakat onun gönlünde öğretmenliğe ilk başladığı Adana’nın ayrı
bir yeri vardır. Hem çok sevdiği hem de sevildiği bu şehre naklini
ister. İsteği gerçekleşir ama, günlerden bir gün, okulu ziyaret eden
ve onun çamurlu paçalarını eleştiren Millî Eğitim Bakanına
hoşlanmadığı cevaplar verince, haritanın bir ucuna, Edirne’ye tayini
yapılır. Adana’dan ayrılışı sırasında halkın ve öğrencilerin bu çok
sevdikleri öğretmeni uğurlamaları göz yaşartacak şekildedir.
Başına gelenler, onun için geleceğine yön veren bir vesile olur ve
1950 genel geçimlerinde Ârif Nihat Asya, kendisini sevenlerin oyuyla
Adana’dan milletvekili seçilir, TBMM’ye girer. Hocanın yasama görevi
bir dönem, sadece dört yıl devam eder ve tekrar öğretmenliğe döner.
Önce Ankara Gazi Lisesinde, arada Kıbrıs’a da giderek, edebiyat
öğretmeni olarak emekliye ayrılıncaya kadar bu okulda çalışmalarını
sürdürür. 1969 yılının 8 Şubat Cumartesi günü Ankara’da MEB’nin de
katılımı ile Cumhurbaşkanlığı Senfoni Orkestrası salonunda, sevenleri
tarafından onun için bir sanat gecesi düzenlenmiştir. 50. Sanat Yılı
belki de onun hayatında aldığı en büyük mükafattır. Törene devrin
Millî Eğitim Bakanı İlhami Ertem de katılır ve bir konuşma yapar.
Diğer konuşmalardan sonra kürsüye hocayı çıkarırlar; hem hatıraları
dinlenir kendi ağzından, hem de şiirleri...
Emeklilikten sonra günleri hem şiirlerini yazarak, hem de belli başlı
gazetelerde yazılar kaleme alarak geçer. İnce bir nükteye dayalı
günlük fıkralarını, o yıllarda çıkan Yeni İstanbul ve Babıâli’de
Sabah gazetelerinde yayımlar. Ta ki, ölüm, 5 Ocak 1975’te, yıllar
önce Bayrak şiirinin okunduğu, çok sevdiği şehrin kurtuluş yıl
dönümüne rastlayan gün kapısını çalıncaya ve Hakk’a yürüyünceye
kadar...
*
Ârif Nihat Asya’nın şiirlerini oluşturan mısra örgüsü, millî olarak
akla gelebilecek her tür kültürle bezenmiş, kâğıda düşen her
kelimesi, Türklükten, Türk olma sevdasından taşan ruhla can
bulmuştur. Dağ, taş, toprak, vatan, millet, yürek, kök, köprü,
sebil... akla gelebilecek pek çok kelime ve kavramdan, sevgi, sevi,
özlem ve hüzünden tutun da tarih, töre, din, görgü ve göreneğe ve
bazen taş taş yükselen bir mimarlık eserine kadar her şey, onun
dilinde ve kaleminde soluk alıp verir, hayat bulur, şiir hâline
dönüşür hâldedir. Ölçülü, ölçü dışı şiirlerinin, şiirden farksız
nesirlerinin harcı, kumu, taşı, çakılı, toprağı, ne geliyorsa
aklınıza, hepsi ama hepsi hem Türkçe, hem Türklükten, hem de Türk’ün
coğrafyasından gelir...
Karlı dağlardan, sarp yamaçlardan süzülüp gelen suların beslediği bir
çağlayan veya bir çeşme düşünün: Asya’nın şiiridir o çeşmeden akan, o
çağlayandan köpükler saçıp coşan! Az yazanlara inat edercesine çok
şiiri var, ama hepsi de güzel şiirler. Bazen çağlayan olup akan, leb-
i deryaya karışan coşku seli, bazen o musluklardan gürül gürül gelen
çeşmenin suyu olur, mısralarında... Coşkun akan su, bir güzellik
şehrayinidir. Güzel şiir de öyle. Nasıl o sulardan bir damlayı
ayıramazsanız, onun şiirlerinde su damlalarına benzeyen mısraları da,
aynı güzellik ölçüleri içinde birbirinden ayıramazsınız. Şiiri bir
bütün olma özelliği taşır. Yirminci yüzyıl Türk şiirinde bir kale
gibi yükselen şairin, bu hisar şairinin şiirlerini, gürül gürül akan
o çeşmelerden içmenizi, gönlünüzü serinletmenizi isteriz.
Ârif Nihat Hoca, kara kışın esip savurduğu bir kış günü dünyaya
gelmişti, yetmiş üç yıl sonra yine, bir bölümünü Ankara’daki kapısı
dostlarca az çalınan evinde, döşeğinde, bir bölümünü de Numune
Hastanesinde son nefesini verdiği yatağında geçirdiği bir kara kışta
vefat etti. Gözlerini öyle yumdu bu dünyaya. Yatlığı yer nur olsun!

“Bayrak” Şiiri
Ârif Nihat Asya’dan, hele şiirinden söz edilince, eğer yazdıkları
arasından bir derleme yapılacaksa en başa Bayrak şiiri seçilip
konulur. Kültür Bakanlığının 1971 yılındaki Çağdaş Türk Yazarları
dizisinde de, Şiirler/Ârif Nihat Asya adlı kitabın ilk şiiri olarak
Bayrak en başta yer almıştır. Asya, millî bir sembol olarak Bayrak
ile kendisi -aynı zamanda da milletinin bütün fertleri-arasında bir
bağ kurduğu için, bu şiirin hepimizde ayrı ve önemli bir yeri, değeri
var. Mehmet Kaplan, Şiir Tahlilleri’nde onun şiirini ve sanatını
yorumladığı bölüme yine bu şiirle girer.
Neden mi? Çünkü “Bayrak şiirinde hür, serbest bir hava vardır.” diyor
ve şunları ekliyor Kaplan Hoca: “Türk bayrağının kızıl rengi ile ay
ve yıldız, şairin muhayyilesine derin surette tesir etmiştir”.
Kaplan’a göre “bir sembolün esas konusundan koparak, dış âlemin
yerine geçen mutlak bir kıymet hâline gelişi”dir bu. Şu değerlendirme
cümlesi ise dikkat çekici: “Bayrak şiirinin son parçasından
bahsederken belirttik ki, Ârif Nihat Asya’nın milliyetçiliğinde Türk
bayrağını her yere dikmek isteyen bir cihangirlik ideali vardır.”
Peki, Ârif Nihat Hoca, gücünü bu hamasî duyguları işlemekten mi
alıyor dersiniz? Hayır. Onda bu konuları işlemiş şairlere özenme,
onları tekrarlama gibi bir durum da söz konusu değil. Yine Kaplan’a
dönelim: “Ârif Nihat Asya, eskinin bir taklitçisi değil. Yahya Kemal
gibi, fakat ondan çok farklı olarak, her şeyi süsleyen, güzelleştiren
ve yücelten eski zevkin, serbest vezinle yazdığı şiirlerde, bile yeni
ve orijinal bir takipçisidir.”

Destan, Kubbeler, Selimiye
Şairin Bayrak kadar, genç, yaşlı herkesi alıp tarihimizin
derinliklerine götüren, destanî, millî, dinî şiirleri de, aşk üstüne
veya nükte dolu olanların yanında memleket güzellemeleri de var...
Destan’da bizi günümüzden alıp tarihin geçmiş asırlarına götürüyor:

O zaferler getiren atların
Nalları altındanmış;
Gidişleri akına,
Gelişleri akındanmış.

Yolları eline dolayan;
Beldeler, ülkeler avlayan
Süvarileri varmış ki,
Oğuz, Bilge, Süleyman’mış.

Bize bin yıllık armağan
Şu parıltılı kılıçlarından
Ve şu serin, kuytu gölge
Kanadlarındanmış.

Gidişleri akına, gelişleri akından; atlarının nalları altından olan
ve tarihe mal olan asırlarda Türklüğün sırrı, mihraplar, minareler,
kubbelerde gizlidir. Onların başarılarında aya gönül vermenin,
toprağa, suya hükmetmenin azim ve kararlılığı vardır...
Kubbeler şiirinde, üç kıt’ada çizilen bir cihan devleti haritasının
gözler önüne serildiğini, parçası olduğumuz büyük bir medeniyetin
seyredildiğini görürüz... İşte bu destandan birkaç bölüm:

Dün, baş’lar seferber, el’ler seferber;
Kurşun eritildi, mermer çekildi.
Bunlar; bu kubbeler, bu minareler,
Akça’yla olacak şeyler değildi.

Böyle bir gemide yendi suyu Nuh..
Ve bu yelkenlerle kanatlandı ruh..

Taşıtıp kalyonla pırlanta, inci
Abide hâline koydu, sevinci,
Gergefte işleyip bir inci sultan

Çiniler, çiniler, taze çiniler;
Boyası göz nuru, fırçası kirpik...
Ey sanat, “Kuruyan dallarımıza
Bir yeşil yaprak ver” demeye geldik.

Biri hattın; biri mermerin, tuncun,
Kurşunun sırrını aramış, bulmuş;

Yesarî elinde “Lâfza-i Celâl”,
Sinan’da kubbeye minare olmuş
*
Bu Horasan, mermer, kurşun dağları
Omuzunda taşıdığı çağları,
Taşıyacak daha çağlar boyunca
Ve yer çekmeyecek, yere koyunca.

Yolları arkada bırakan hızla;
Kanatlarımızla, atlarımızla
Aşarken toprağı, taşı, denizi
Bu kurşun memeler emzirdi bizi.

Baş’ları ve el’leri seferber olduğu için, kurşun eritilir, mermer
çekilir; bu işler akçe ile değil, ilimle, bilgiyle, hünerle
gerçekleştirilir. Çinilerle süslüdür ve göz nuru boyası, kirpik
fırçasıdır her bir çininin! Bütün bunları yapan, yükselten
biziz... “Kurşun memeler”in emzirdiği millet olarak biz!..
Şimdi, “mermere ruh katan” mimarînin mısralarda Sinan’la kucaklaştığı
Selimiye şiirine gelelim:

Selim’lerden kalma muhteşem miras,
Sinan’lardan kalma şanlı hediye;
Kuvvetin tuğrası, san’atın mührü,
Kubbeler kubbesi bir Selimiye.

İşte tarih, işte batıyla doğu...
Görenler, göstersin böyle bir kuğu!

İlhamın, emeğin piri ne yaman
Bilmeceler koydu, taşlar altına:
Nesiller hayran, asırlar hayran
Bu kurşun, bu mermer saltanatına.

Dikmişler vererek, sanki el ele
Selim’le Sinan,
Şu dalga dalga,
Dağların önüne bir dalgakıran!

Bir armağandır, Mimarbaşı Sinan’dan Sultan Selim Hana sanatın mührü
olan bu cami. Selimiye... Sinan’ın taş örerek yükselttiği, mermerle
yücelttiği, çinilerle bezediği cami, şairin kaleminden dökülen kelime
örgüsü içinde, sanki bir defa daha inşa edilir. Şiirin son bölümü ise
Türk’ün tarihle hesaplaşması gibidir:

Seller, zelzeleler ne derse desin;
Sen, yine o eski Selimiye’sin...
Fakat -tarihime, adıma yazık!-
Ben ne Selim, ne de Sinan’ım artık!

Kükreyen, şahlanan, koşan, atılan
O mutlu yiğitler, o mutlu iman,
Sınırları aşmayı kuşlardan değil,
Öğrenirdi senin ezanlarından.

Ne bilsin Selim’ler, ne bilsin Sinan,
Ki avlun bu kadar küçülecekti..
Ey ilâhî kubbe; sana avlu, bir
Kıt’a gerekti!

Selimiye, şairin bütün şiirlerinde şahidi olduğumuz, geçmiş zaman
bilincinden nasibini alan, ama hepsinden farklı duygu, düşünce, yorum
zenginliği içinde bize dünle bugün arasında bir değerlendirme kapısı
aralayan şiirdir.
Biz sözü, millî sembolümüzü mısralara taşıyan o ünlü ve muhteşem
şiirle bağlayalım:

Bayrak
Ey mavi göklerin beyaz ve kızıl süsü...
Kız kardeşimin gelinliği, şehidimin son örtüsü,
Işık ışık, dalga dalga bayrağım,
Senin destanını okudum, senin destanını yazacağım.

Sana benim gözümle bakmayanın
Mezarını kazacağım
Seni selâmlamadan uçan kuşun
Yuvasını bozacağım.

Dalgalandığın yerde ne korku, ne keder...
Gölgende bana da, bana da yer ver!
Dağlardan çöllere düştüğü gün
Gölgene sığındık.

Ey şimdi süzgün, rüzgârlarda dalgalı;
Barışın güvercini, savaşın kartalı...
Yüksek yerlerde açan çiçeğim;
Senin altında doğdum,
Senin dibinde öleceğim.

Tarihim, şerefim, şiirim, her şeyim;
Yer yüzünde yer beğen;
Nereye dikilmek istersen,
Seni oraya dikeceğim!

ARİF NİHAT ASYA ve TÜRK BÜYÜKLERİ
Arslan Küçükyıldız

2004 yılı, daha hayatta iken klasikleşmiş, şiirleri ve şiir
tadındaki nesirleriyle Türk Edebiyatına mal olmuş olan Arif Nihat
Asya’nın 100. doğum yıldönümü.(7 Şubat 1904 - 7 Şubat 2004) Türkiye
İlim ve Edebiyat Eseri Sahipleri Meslek Birliği, kısa adıyla İLESAM,
Asya’nın doğum yıldönümü için Türkiye çapında kutlama programları
düzenledi. Eskişehir, Adana, Ankara, İstanbul, Antalya, Trabzon ve
Erzurum’da kutlamalar yapılacak. İLESAM’ dan başka resmi-özel
kurumların da kutlamalara katılacağı, şairin Türkiye ve Türk
Dünyasında çeşitli törenlerle anılacağı tahmin edilebilir.
Çünkü “Bayrak Şairi” Arif Nihat Asya, gerçekten anılmaya layık,
eserleri dilden dile, gönülden gönüle yayılması gereken kıymetli bir
Türk Büyüğü’dür. Tarihimizdeki çoğu büyük şahsiyette görüldüğü gibi O
da büyük şahsiyetler kervanına öldükten sonra katılmıştır. Çok geniş
bir yelpazeye dağılan dostları, sevenleri ve öğrencileri onu her
fırsatta andılar. Türk Milliyetçileri iseArif Hoca’ yı hiç unutmadı.
Doğumunun 100. yılında bir meslek kuruluşunca yurt çapında anılması
özel bir anlam taşıdığı için İLESAM’ ı kutluyor, bu vesileyle birkaç
hususa dikkatlerinizi çekmek istiyorum.

Kutlama programı çerçevesinde İLESAM’ ın hazırladığı bir CD ve
kitapçık elimizdedir. Bunlardan birincisi şairin kendi
sesinden “Bayrak” şiirini dinlememize imkan veriyor, ki çok güzel bir
çalışmadır. “100. Doğum Yılında Arif Nihat Asya” adlı seksen sayfalık
kitapçıkta (1) ise İLESAM Başkanı Prof. Mehmet Kocaoğlu’ nun bir
sunuş yazısı, şairin hayatı, sanat hayatı ve sanat anlayışı, dili ve
üslûbu, şairliği, nesir yazarlığı, eserleri ile şiir ve nesirlerinden
örnekler ve şairin birkaç fotoğrafı yer alıyor. Ciddi bir emek
mahsulü olduğu için hazırlayanlara teşekkür borçluyuz. Ancak
kitapçık, bir kitap hüviyetiyle çıkarılmamış. Kültür ve Turizm
Bakanlığının katkılarıyla hazırlandığı görülen esere iç kapak
konulmamış ve kitabın kimliği de tespit edilemiyor. Kutlamalarda
dağıtılmak üzere hazırlanmış olsa bile, eserin kamuoyuna bu şekilde
sunulması, kanaatimizce bir eksikliktir. Ayrıca eserin çok daha geniş
kapsamlı bir çalışma olarak basılmış olmasını beklemek haksızlık olur
mu bilmem! Bu gibi işler son derece zahmetli ve birkaç fedakâr
kişinin omzunda yürüyen işlerdir. Türk Büyükleriyle ilgili
biyografiler yayınlama görevini daha ciddi bir şekilde ele alması
gereken Kültür Bakanlığı, tam aksine son yıllarda bu konuya
yeterince ilgi göstermez olmuştur. Bakanlık, İLESAM ve başka meslek
kuruluşlarının katkılarıyla, 100. doğum yıldönümü kutlanan, Türk
Edebiyatının en güzel “Bayrak” şiirini, “Fetih Marşı” nı ve “Naat”
ını yazan bir şairin geniş hacimli bir biyografisini yayınlayabilirdi
diye düşünüyorum.

Dikkatinize sunmak istediğim ikinci konu, bazı soruların
cevaplanmasıyla açıklanabilecek bir konudur. “Arif Nihat Asya 100.
doğum yıldönümü kutlanmaya layık bir kişi olmadığı için değil- layık
olduğuna yürekten inanıyorum- ama, neden şairin 100. doğum
yıldönümünü kutluyoruz? Bu konuda Türkiye’de bir gelenek, alışkanlık
var mıdır? Türk Milletine örnek olması istenen büyük şahsiyetlerin
doğum yıldönümleri mi yoksa ölüm yıldönümlerinde mi törenler
yapılmaktadır? Hangisi tercih edilmelidir? Her ikisini da yapalım
demek kolaydır ama bir karışıklığa yol açılmış olmaz mı? Doğum veya
ölüm yıldönümünü anmak isteyip de anamadığımız, tarihlerini
bilmediğimiz için da sağlıklı bir şekilde anamayacağımız Türk
Büyükleri için ne yapacağız? Maşallah o kadar çok kıymetli şahsiyet
yetiştirmiş bir milletiz ki, mevcut binlerce Türk Büyüğünü anmak
istesek de anamayacağımıza göre nasıl bir gelenek oluşturmalıyız?
İlkelerimiz neler olmalıdır?” düşüncesine (*) katılmamak mümkün
değildir. Ayrıca bir adım daha ileri gidip bir soru daha soralım:
Kimleri Türk Büyüğü olarak kabul etmeliyiz? Soy sop bakımdan Türk
olmayıp da Türklüğe hizmet edenleri hangi ölçüye göre tartacağız?
Yahut ismi meşhur olup da milletimize ihanet edenleri nasıl
ayıracağız? Türk çocukları, atalarını tanırken hangilerini öncelikle
öğrenmelidir? (2) Henüz hayatta olan tanınmış kimseleri Türk Büyüğü
olarak kabul etmeli miyiz? Türkiye dışındaki Türk Büyüklerini nasıl
tespit edip tanıtacağız? Bu ve benzer soruları çoğaltmak mümkündür.
Bildiğimiz kadarıyla, İslâm Âleminde, Peygamberimizin doğum
yıldönümünü Mevlit törenleriyle kutlayan milletimizden başka bir
millet yoktur. Doğum yıldönümü düzenli olarak kutlanan başka bir
şahsiyetimiz de bulunmamaktadır. Bir istisnası, doğum günü kesin
belli olmadığı halde, devletimizin kurucusu Gazi Mustafa Kemal
Atatürk’ün 100. doğum yıldönümünde resmi kutlamalar yapılmıştır.
Doğum yıldönümü resmî veya gayrı resmî olarak kutlanan başka
şahsiyetler var mı bilmiyoruz. Devletin öncülüğünde, bu konudaki
kargaşaya son verecek bir düzenlemeye şiddetle ihtiyaç duyulmaktadır.
Öncelikle, anılması gereken örnek şahsiyetler tespit edilmeli,
sağlıklı özgeçmişleri çıkarılmalı, daha sonra da bu şahsiyetlerin
hangi tarihlerde ve hangi aralıklarla (Doğum-ölüm yıldönümünde,
senesinde, beşinci, onuncu, on beşinci, yirminci, yirmi beşinci,
ellinci, yüzüncü yılları.. gibi) anılması, hatırlanması uygun ise
bunlar belirlenmeli diye düşünüyorum. Anma veya kutlamadan maksat, bu
şahsiyetlerin topluma örnek oluşturması, rehberlik etmesi ise, ki
öyle olmalıdır, bu konuda ansiklopediler, her bir şahsiyet için –
hakkındaki yüksek lisans veya doktora tezinin basımı tarzında değil-
biyografiler hazırlanmalıdır. Çünkü, günümüzde Türk Büyükleri kavramı
zedelenmiştir ve bu alanda büyük boşluk vardır. Türk Sinema ve
televizyonlarını elinde bulunduran azınlıklar, Türk Büyüklerini
karalamaya, küçük düşürmeye ve Türk Kültürünü küçültmeye, çingene
kültürünü ise büyütmeye çalışmışlardır. Artık Türk Gençlerine, Türk
Büyükleri ve örnek şahsiyet olarak ‘Pop Star’lar, altmış milyona
peşkeş çekilen, gönlü durmadan ona buna kayan zavallılar
gösterilmekte ve buna da kimse dur dememektedir. Okullarda
öğrencilerine örnek olması beklenen birçok öğretmenin bu şahısların
kepazeliklerinin müdavimi olduğunu biliyor musunuz?

Türk Büyükleriyle ilgili kitap yayını alanında da boşluk vardır. Bu
alanda basılan nadir eserler de büyük yanlışlarla, ilkesiz
yaklaşımlarla doludur. Meselâ, yazarlarının samimiyetine inanmamıza
rağmen söylemeliyiz, bu konudaki son yayında ciddi hatalar vardır.
(3) Büyük bir heyecanla eseri elimize alıp inceledik. Önsözünde,
Özbekistan’ın bir köyünde bir Özbek Türkünün yastığının altından bir
kitap getirerek(4); “Benim özüm Türk’müş. Ben bilmezmişim. Bu kitabı
okudum. Atalarımı kökümü tanıdım” ve “Bu kitabı kutsal bir kitap gibi
defalarca okudum ve yanımdan hiç ayırmadım” dediğini söyleyen ve bu
sözlerden etkilenip, “Türk büyükleri kitabının ne kadar önemli
olduğunu gördüğünü” belirterek yola çıktığını söyleyen Mehmet
Hengirmen açık hatalar yapmıştır. Eserde, ölçü olarak “ daha çok
ilkleri gerçekleştiren ve yaşadığı çağa damgasını vuran” kişilerin
üzerinde durduklarını yazdığı halde (5) maalesef durum budur. Belki
yazar, küçük bir araştırma gayretine girseydi “bu konuda yazılmış
ciddi bir kitaba rastlayamadım” demezdi. (6) Konumuz bu kitabın
tenkidi olmamasına rağmen şunları söylemek borcumuzdur; Eser kendi
koyduğu ölçüye uymuyor. Ölçü olarak alanında ilk ve çağına damga
vuranlar seçildi denilse de bu seçimin çala kalem yapıldığı,
biyografilerin uzmanlarınca yazılmadığı ve eser üzerinde yeterince
çalışılmadığı görülmektedir. Mesela , Ahmet Yesevî maddesinde(7)
Yesevî’ nin hikmetleri kuru ve didaktik olarak nitelenmiş. Yesevî
hakkında Köprülü tarafından- hikmetlere bakılamadığı için olacak-daha
önce verilmiş haksız ve yanlış bir hüküm tekrarlanmış; Türkiye
Türkçesi’ ne aktarılmış olan Divan-ı Hikmet’ e(8) merak buyrulup
bakılmamıştır. Yine eserin önsözünde “Türklerin ilk büyük lideri”
olarak sözü edilen Mete Han eserde yoktur. Sonraki dönemdeki birçok
Türk Büyüğü gibi Türk Dünyasının önemli şahsiyetleri de eserde
yoktur. Mesela, Genceli Nizami, Selahattin Eyyübi, Yirmisekiz Mehmet
Çelebi, Erzurumlu İbrahim Hakkı, Abdullah Tukay, Abdülhamit Çolpan,
Maksim Ammasov, Ahmed Cevad, Mağcan Cumabay, Hamit Nutkî, Elçibey,
Sadık Ahmat, İsa Yusuf Alptekin, Muhtar Şahanov, Baymirza Hayıt,
Mustafa Cemil Kırımoğlu ve daha yüzlerce kişi eserde yoktur..Konumuz
açısından baktığımızda Nazım Hikmet gibi bir vatan haininin (9) Türk
Büyüğü olarak tanıtıldığı bir kitapta Arif Nihat Asya’nın
bulunmadığını görüyoruz.. Yazık. İnşallah bu gibi hatalar sonraki
baskılarda giderilir de halis niyetlerle yola çıkılmış nice
çalışmalar gibi bu da heba olup gitmez. Bu heba oluşlara, TRT’nin
hazırladığı ve yirmi beş yaşayan şahsiyeti ele alan ve 8 Ocak’ta TRT
2 ‘de 23.05’de gösterilmeye başlanan belgesel örnek vermek mümkündür.
Bu belgeselde hangi özellikleri ve kıstaslar ile ele alındığı
bilinmeyen, bir kısmı az çok tanınsa da büyük bir kısmı hiç
tanınmayan “Özel İnsanlar”ın öykülerinin ele alındığı söylenmiştir.
(10)

Arif Nihat Asya’nın “Bayrak” Şiiri, yazıldıktan hemen sonra dillere
destan olmuştur. Ezberlenmiştir. Hepimiz onun en az bir şiirini ve
aynı lezzetteki bir yazısını biliriz. Bu özellik, her şaire nasip
olmamıştır. Yaşarken klasik olmanın bütün özellikleri onda mevcuttur.
Şu mısralar onundur; “İlhamın döktürür satırlar; / Sen yazmayı
iste...yazdırırlar!”
Hayatı ve tecrübeleri onu Türk Kültürünün zengin ufuklarında
dolaştırmış, sanatında zirveye çıkmasını sağlamıştır. Yedi günlük
iken öksüz kalması, bir yaşında annesinin evlendirilmesi, üvey
babasının görevi dolayısıyla annesinden ayrılması ve dedesinin bütün
ısrarlara rağmen onu yanında alıkoyup annesiyle göndermemesi, dedesi
ve ninesinin ölümü üzerine halasının himayesine girmesi, dört yaşında
İnceğiz Köy imamından Kur’an harflerini öğrenmesi,Balkan Bozgunu
üzerine İstanbul’a göçmeleri, Bolu ve Kastamonu Sultanîlerinde
parasız yatılı okuması, Milli Mücadele yıllarını Kastamonu’da
geçirmesi, İstanbul’da bir yandan yüksek öğrenim görürken, bir yandan
devlet memuriyetinde bulunması, bu yıllarda evlenmesi, mezun olur
olmaz öğretmenliğe tayini, Adana, Malatya, Edirne, Eskişehir, Ankara
ve özellikle Kıbrıs’taki öğretmenlik hayatı, iki defa askerlik
yapması, Milli Şefin gazabına uğrayarak görevinden azledilmesi,
gazeteciliği ve yazarlığı, uzun süredir öldü bildiği annesinin izini
Filistin (Akka) de bularak ziyaretine gitmesi, Türkiye’nin bütün
illerini tanıması, Milletvekilliği, 8 Şubat 1969’da sanat hayatının
50.yılının görkemli bir törenle kutlanması, dört çocuk; öksüzlük,
yetimlik, acı dolu yıllar, vatanın istiklâline yeniden kavuşması,
dostluklar, sevgiler, kıskançlıklar, garazlar, zirve...Bir insanın
ömründe yaşayabileceği bütün duyguları yaşamıştır. Bunlar, aldığı
engin Türk-İslam terbiyesi ile yoğrulduğunda Arif Nihat Asya’nın
muhteşem şairliği ve yazarlığı ortaya çıkmıştır. Allah’ın verdiğini
pırıl pırıl bir Türkçe ile milletine aktarmakla görevini tamamlayarak
Türk Büyüğü olarak anılmaya hak kazanmıştır. Tabiî ki Arif Nihat Asya
yaşarken “Klasik” olacaktı ve olmuştur. Yaşadığı döneme damgasını
vurduğu gibi bugüne de ışık tutmaya devam etmektedir.
Kıbrıs konusuyla ilgili olarak yazdıkları ibret verici bir canlılıkla
önümüzde durmaktadır;
KIBRIS NASIL ELDEN GİDER:
Bütün Akdeniz ve Ege adalarında hakkımız olduğunu dünyaya
unutturmamak için, zaman zaman, adalar meselesini ortaya atmamız
gerekirdi.Bu hazırlığı 59 dan önce de, sonrada yapmadığımızdan, şimdi
Kıbrıs üzerinde hak iddia etmemiz, dünya için sürpriz teşkil
etmektedir.Kıbrıs giderde bu yüzden gider.
Kıbrıs, davamızın kuvvetine rağmen, dava vekillerimiz
yüzünden elden gider.
Kıbrıs, "kimsenin toprağında gözümüz yoktur." hükmü yüzünden
değil, bu hükmü yanlış anladığımız ve bu yanlış anlayışa kendimizi
inandırdığımız için elden gider
Kıbrıs, bir yandan bizim coğrafyaca yakınlığımıza fazla
güvenip, uzun müddet başka şey düşünmemiş olmamız; bir yandan
Yunanlıların, mesafece uzaklıklarına bakmayarak, Ada'ya çoktan beri
manevi.yakınlık göstermeleri neticesi elden gider.
Kıbrıs, bizim "çıkarma hakkımızı kullanacağız" dememize
rağmen kullanamamaklığımızdan, Yunanlıların ise bu hakkı
kullanacaklarını ilan etmemelerine rağmen, hemen hemen, resmen
kullanabilmeleri yüzünden elden gider.
Kıbrıs, verdiğimiz için değil, fakat "vermeyiz!" demekten
gayri bir şey yapamadığımız için elden gider.
Kıbrıs'ı bir gemiye benzetir dururuz... baş tarafı bize
doğrudur. Kıbrıs ya uyurken, ya içişlerimize dalmışken, dümeni
Yunanlının eline geçtiği için elden gider.
Kıbrıs, Kıbrıs'lı Türk'ün şehit vermek istememesinden değil,
şehit vere vere tükenmesi yüzünden elden gider.
Kıbrıs kendisiyle aramıza deniz girdiği için değil, deniz
bahane edildiği için elden gider.
Kıbrıs, Yunanistan'ın kendisini güçlü saymasından değil,
bizi zayıf sanması yüzünden elden gider.
Kıbrıs, durup dururken elden gitmez...coğrafyamız dışında
kalmış ırkdaşlarımızın dan söz açanı "ırkçı", dindaşlarımızdan söz
açanı "gerici", topraklarımızdan söz açanı "Turancı" diye
damgaladığımız için elden gider.
Kıbrıs aldatıldığımız için değil; aldandığımız için elden
gider.
Kıbrıs, Ada'daki Türk'ün bize güvendiği müddetçe elden
gitmez; bize güvenini kaybetmesi yüzünden elden gider.

Arif Nihat Asya----18 TEMMUZ 1964
Ancak onun, konuyla samimi ilgisinden ve uzmanlığından şüphe
duymadığımız aydınlar tarafından bile yeterince tanınmaması üzüntü
vericidir. (11) Bu bakımdan bir meslek kuruluşu olan İLESAM
tarafından doğum yıldönümünün kutlanması- genel anma programları için
dile getirilen çekincelerimiz saklı kalmak kaydıyla- isabetli
olmuştur.
Arif Hocamızı Allah gani gani rahmet eylesin.

______

(1) 100. Doğum Yılında Arif Nihat Asya, Ankara, İLESAM-Kültür
Bakanlığı, (2003?), 80 sf.
(*) Bu sorular, konuyla cidden meşgul olmuş meslektaşımız, büyüğümüz
Tacettin Canbolat ‘a aittir. Ali Turan Ağabey de bu sohbetin
şahididir.
(2) İnternet üzerinde kurulan bir yazışma topluluğu, Türk Büyüklerini
tespit konusunda çalışmaktadır. Adresi;
http://groups.yahoo.com/group/turkbuyukleri
Ayrıca www.turkyigitleri.com gibi sitelerde ciddi çalışmalar
yürütülmektedir.
(3) HENGİRMEN, Mehmet, GÖRGÜ, Ali Turan. Türk Büyükleri. Ankara,
Engin Yayınevi, 2003. 432 sf.
(4) Türk Büyükleri. Milliyet Yayınları, 1983
(5) HENGİRMEN, age.sf.11
(6) Konumuz açısından yayınlanmış her seviyede birçok kitap mevcuttur:
a.Çocuklar için; DİLİBAL, Hilmi. Tarihe Şan Veren Türkler, İstanbul,
Renk Yayınevi,1968. 64 sf.
b. Yetişkinler için;
GÖVSA, İbrahim Alâettin. Türk Meşhurları, İstanbul, Yedigün
Neşriyatı, (t.y.1945?) 420 sf.
(7) HENGİRMEN, age.sf.52
(8) BİCE, Hayati. Haz. Hoca Ahmed Yesevî Divan-ı Hikmet, 3.Bsk.
Ankara, Türkiye Diyanet Vakfı, 2001. 238 sf.
(9) Bu konudaki tartışmalar için Nejdet Sançar’ın Nazım Hikmet
Masalı ve Ergun Göze’nin Nazım Hikmet Peyami Safa Kavgası adlı
eserlerine bakılmalıdır.
(10) TRT Radyo Televizyon Dergisi, Ocak 2004, Sayı 176, Sf.42-43
(11) Yakınında bulunmuş dostlarının hatıralarının bir araya
getirildiği ve değişik cephelerinin işlendiği bir Türk Yurdu Arif
Nihat Asya Özel Sayısı hazırlansa ne güzel olurdu!

1 yorum:

  1. NERDESİN ?..

    Arif Nihat Asya

    İşte biz. Bugün bu saatte, burada seninle randevu verdiğimiz yerdeyiz...Sen nerdesin ? Heykellerde mi, mezarlarda mı, taşlarda mısın ?..
    Bu sararmış yüzler, bu yerlere çevrilmiş gözler, bu hıçkırıklar. Bu gözyaşları nedir ? Boğulan hıçkırıklarda mı, dökülen yaşlarda mısın?..
    Yurdunun yine baharı yeşil, mavi, pembe... Yine kışı hırçın, beyaz.. Mevsimler bıraktığın gibi... Yerliyerinde... Ve senin Adana'n, yine serin bakışların kadar ılık... Sen yazlarda mı kaldın, baharlarda mı, kışlarda mısın ?..
    Gözlerimiz yollarda kaldı, sen yollarda kaldın; gelemedin. Uzat elini;İnişlerde mi, yokuşlarda mısın?.
    Gözlerimizi yumunca görünüyor, açınca kayboluyorsun... Kimden soralım, nerde bulalım seni;
    Hayallerde mi, düşlerde misin ?..
    Şu kubbelerde, şu tavanlarda senin için "Yaşa!" seslerinin ve alkışlarının çınlayıp taştığı günler biliriz... Yine alkışlarda mı, eller üstünde mi, gözlerde mi, gönüllerde mi, başlarda mısın ?..
    Senin kumandanla yürüyor, senin kumandanla duruyor orduların... Sesin kulaklarda... Sen yürüyüşlerde mi, duruşlarda mısın?..
    Destanlara geçen masallara karışan bir adın var; mânilerin söylendi, şiirlerin yazıldı... Sen ATA oldun ve sözlerin ATASÖZÜ oldu; fakat kendin nerde kaldın... Atasözlerinde mi, mânilerde mi, deyişlerde misin?..
    Akşam yine sofranı kurduk, sevdiğin şeyleri dizdik; seni sevenler toplanıp oturduk, bekliyoruz, Sen nerdesin ? Sen ki iki elin kanda olsa gelirdin.Yoksa bizden gizli, bize müjdeler getirecek muhteşem işlerde misin ?...
    Sağda aradık, solda aradık; bir düne çevirdik başımızı bir yarına baktık. Bilmem ki geleceklerde mi geçmişlerde misin ?..
    Heryerin süsü, her işin aşinası idin. Sorduk; Ankara'dadır dediler, senin için.... Nerdeysen oraya gelelim... Söyle : Güreşlerde misin, yarışlarda mısın?...
    Yazdığın kitabı heceliyor, heceliyor, sökemiyoruz; kitabından okutmaya gel bizi... Ses ver bize...Sesimize cevap verirdin nerde olsan...Yoksa yine sınır boyu manevralarda mı, savaşlarda mısın?..
    Dilimizde sevdiğin havalar... "Alişim"i çalıyoruz : "Allı yemeni"yi, "Dağbaşı"nı, "İstiklal Marşı"nı söylüyoruz. Sesin sesimizden ayrı değil, fakat sen nerdesin?... Şarkılarda mı, türkülerde mi, marşlarda mısın?..
    İşte biz bugün, bu saatte, burada seninle randevu verdiğimiz yerdeyiz Sen heykellerde mi, mezarlarda mı, taşlarda mısın ?..
    Yazdığın kitabı heceliyor, heceliyor, sökemiyoruz; kitabından okutmaya gel bizi...
    Ses ver bize... sesimize cevap verirdin nerde olsan...Yoksa yine sınır boyu manevralarda mı, savaşlarda mısın ?...

    YanıtlaSil