28 Haziran 2011 Salı

Arık, Remzi Oğuz

MİLLET MİSTİĞİ (REMZİ OĞUZ İÇİN)
Nurettin TOPÇU
 (Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık’ın, 3 Nisan 1954’de “Türkiye Köylü Partisi” Genel Başkanı olarak bir uçak kazasında vefatının ardından İstanbul’da düzenlenen toplantıda yapılmış konuşma metni.)
(…) Remzi, ruh dünyamızın büyüklerindendi. Kurtaracağı zümre ile mücadelesini bitirmeden, henüz hakkıyla anlaşılmadan öldü. Vahşi ve psikopat Neron, Roma’nın en büyüğü diye tanınırken, Sen Piyer, Roma’nın esirleriyle Hıristiyan mahallelerinde halka teselli sunan meczup bir keşişti ve iz’anını, can gözlerini büsbütün kaybetmiş olan Romalı, sirklerde masum Hıristiyanları parçalayan vahşi hayvanlarla gladyatörleri alkışlıyordu. Sen Piyer,  ruhlarını kurtarmak istediği bu masumların mukaddes kurbanı olmak için hunhar Romalıya teslim olarak çarmıha gerildi. Bugün o, küremizin yarısını kaplayan bir medeniyetin çocukları için bir velî, bir mürşid, Allah’a yakın, insan üstü bir varlık olmuştur. Neron ise, insanlık vicdanının mahkûm ettiği, hayvana yakın bir zillet timsâli. İnsanlığın idrakini, biraz önce itham etmiştim; hafızasını tebrik ediyorum. Zaman hakikatlerin yardımcısıdır, ancak zamanın amelesi biziz; duyanlar, hak ve hakikat ateşiyle yanmasını bilenler, hakkın hizmetinde çalışmazlarsa, o ateş aydınlatmaz. Remzi’yi en yakından tanıyanlardan biri sıfatıyla onun mürşid, velî şahsiyetini size tanıtmayı borç bildim. Onun, ruhunu kurtarmak istediği gençlik huzurunda kendimi mes’ul sayıyorum. Eğer ben ve benim gibiler bunu yapmazsa, bizi itham ediniz! Sizin de vazifeniz ruhlarımızın selâmet yollarını, uyanış ufuklarımızı ölümü bahane ederek tıkayanlara, ihmalin ihanet olduğu bu noktada isyan etmektir. Evet ben vazifemi yapacağım: Şu bedbaht şehir halkı, altı yaşında okula başlayan sabîsinden tutun da, fabrikalarda çalışan bütün amelelerine kadar, kafile kafile hakikat temâşasına gider gibi sevk edilirken Remzi Oğuz’un gökyüzünde sessizce kurban olduğu bu meşum devirde size bir dünya risâleti anlatacağım; maddeye ve zevke çevrilmiş tecessüsünüzü bir kahramanın, bir mukaddes şehidin ruhuna çekmeye çalışacağım. (…)
            Her büyük adamın ölümüyle arz üzerinde gerçek hayatı başlar, sanki beden toprağa girince, ruhlara akacak feyz arza fışkırır. Şimdi Remzi’nin hayatı başlıyor. Ona hep birlikte uzanacağız. O muazzam hayatın, ruhlarımıza hayat getirecek olan cihadını şimdi size anlatacağım.
O kimdi? Neyi kurtarmak istiyordu ve ne yaptı?
            Remzi Oğuz’u tam yirmi dört sene evvel (1930’da) Paris’te tanıdım. Bir asırdan beri Garbın medeniyetini benimsemek ihtirasıyle evvelleri çoğu Fransa’ya olmak üzere Avrupa’ nın medeniyet ve aydınlık merkezlerine tahsil için gönderilen gençlerimiz, gittikleri yerlerde önce gerilik ve şaşkınlıkla bunalıyorlar, buralara alıştıktan sonra ise, sanki bu hayatın mükâfatı imiş gibi eğlence ve sefahat âlemlerinde karar kılıyorlardı.  Her nesil böyle oldu. Namık Kemal ve arkadaşlarından maada bütün nesiller, bir şaşkınlıkla başlayıp sefahatin, lüksün ve zevkin benimsenmesiyle, tahsil plânlarını tamamladılar ve ellerindeki pek çoğu yarım ve derecesi bakımından değersiz diplomalarını kalkan gibi kullanarak memleket sınırlarından içeri girdiler. Onunla büyük mevkiler, mansıplar, maaşlar satın aldılar. Diyebilirim ki, Remzi Oğuz’a kadar Avrupa’ya pek çok Türk gençleri gönderildi, lâkin bir Türk Gençliği gönderilememişti. Bölük bölük Avrupa’dan vatana dönenler azar azar burada, Paris’i ve onun sefahatini tesis ettiler.
Tanzimatçılarla meşrutiyetçiler ise, garbın değerlerini bize getirdiler, Paris’in irfanından bir parça getirdiler. Lâkin bu irfanın da bizim varlığımıza maya olamayışı, işleyen zekâları mütemadiyen düşündürüyordu: “Garbdan makine, manikür, kıyafet, ne varsa getirdik; hatta ilmî eserleri de naklettik. Yine de kurtuluş alametleri yok! Neydi bunun sebebi? Remzi Oğuz denen harikulâde erkânı-harbi Paris’te tanıyışımla bu muamma bende çözüldü: Biz o zamana kadar Paris’i Anadolu’ya getirmişiz. İstilâ bizi sakatlamış. Remzi Oğuz, Anadolu’yu Paris’e götürmüştü. Tıpkı Kudüs’ten çıkan Sen Pol’le Sen Piyer, biri ruh-u İsa’yı Atina’ya, öbürü Roma’ya nasıl götürdüyse Remzi Oğuz da Anadolu’yu Paris’e öyle götürmüştü. O bir havarî idi.
            Remzi Oğuz’u ilk tanıyışımda, onu bir havarî olarak gördüm. Şarktaki facianın aşkını garbın varoşlarına ulaştıran ilk Hıristiyan doktorları gibi, Anadolu’nun güneşi olan bu muazzam insan da Paris’te Anadolu’nun bir remzi, sembolü olmuştu. Evvela garba gidişin şaşkınlığıyla yüklü olan ve Paris’in şiddetle sarsıcı hayat dalgası altında nefesi kesilen Türk gençlerinin yanına koşuyor, hepsine yardım eli uzatıyor, sevgi dolu kalbini açıyor ve daha ilk anda ona bir mücahit olacağını müjdeliyordu. Onu anlamayanlar, kendi insanlıklarını küçük görenler, ona bir hulyaperest gözüyle bakıyorlardı.
            İnsan, yani Allah’a en yakın varlık olduğumuzu, eşref-i mahlûkat olduğumuzu, ilk mürebbi ve ilk mürşid gibi hepimize müjdeleyen odur. Burada hatalı yetişmenin neticesi olarak, sadece kendimize düşen küçük vazifemizi yapabileceğimize aklımız eriyordu. Her birimiz bir cihat ordusunun fedaileri olacağımızı kabul edemiyorduk. O hepimizi, hepimizin kalbini şiddetle sarstı. “Uyan be Anadolu çocuğu!”. “Sen kendini kurtarmazsan seni kim kurtarabilir?”
            Avrupa’nın hayati merkezlerine, kalbinde nefsine güvensizlik, ciğerlerinde yorgunluk, benzinde uçuklukla giden;  zorbalıklara tahammül etmeye, kuvvetliden korkmaya alıştırılmış, sinmiş ve bu yüzden kurnazlığı ideal sanmış Anadolu çocukları, Remzi’ye dönüp  “Biz mi memleket ve medeniyet kurtaracağız? Biz mi tarih kurtaracağız?” diyerek küçüle küçüle sordukları zaman o iman abidesi şahlanıyordu: “Elbette sen kurtaracaksın!.. Değilse niye geldin? Avrupa’da ne arıyorsun? Diploma mı götüreceksin? Seni gönderen Anadolu’ya karşı bezirgânlık mı yapacaksın?...”
            (…) Vicdanımızda barınıp onu bizden gizleyen düşmanlarla pervasızca savaştığı anlarda bu ıstıraplı ameliyata dayanamayanların bazen ona karşı diklenip: “Yahu sen bizim çalışmamıza, disiplinimize, fikirlerimize ne karışıyorsun? Bu salahiyeti kimden aldın? Bizim burada talebe müfettişimiz var!” mealinde çıktığı olurdu. Bu tarzda mukabeleyi, Remzi’nin tereddütleri, hayretleri gideren ve sanki her şüpheyi çözmeye hazır duran bütün akıl cihazı, bir hüviyet, bir bayrak gibi karşılardı: “ Ne söylüyorsun?” derdi, “ben bu vazifemi vicdanımdan ve onun sahibi olan Anadolu’dan aldım. Bundan büyük salahiyet membaı olur mu?..”
            Sonra gözleri 600 yıllık acı ile gülümser, mahzun bir tatlılıkla, onun köylü tarafını ifşâ eden bir iç çekmenin hemen takip ettiği dertli bir tebessümle muhatabına doğrulur, “Bana bak” derdi, “vazifenin kaynağı vicdandır. Sen müfettişine hesap verirsin. O başka mesele. Senin o vereceğin hesap kazma kürek işlerine ait olacaktır. (Diploma alma hususundaki gayretlere kazma kürek işleri derdi). Ben senin vicdanını ve onun iskeletini kuran hareketlerini, hatta hislerini kontrol etmeye mecburum… Kendimize dikkat etmezsek çökeriz. Elimizde kalan pek az şey…  İçerisine düştüğün bu dünya ile kendimizi karşılaştıralım. Senin nefsine güvenin yok. Halbuki dünya ile boy ölçüşmeye mecburuz. Anlıyor musun alâkamın sırrını? Dünya ile boy ölçüşmeye mecburuz; ister istemez bu medeniyete karışacağız, hem de kendimizin kalarak. Kendimizi kaybettik mi müstemleke oluruz.”
            Remzi Paris’te bulunduğu müddetçe oraya giden Türk çocukları, orada şaşkın ve garip değildiler, sahipsiz değildiler. Orada Anadolu’nun dâvasını, aşkını buluyorlar ve belki gençlik demlerinin memleket toprağına gömdüğü katı aşklarını bu sayede unutuyorlardı.
            Remzi onlara gerçekten, müfettiş, mürşid, velî idi… (…)
Remzi Oğuz’un aşkı ne idi?
            (…) Bu adamın bir din gibi bağlandığı ideal, mistik bir cezbe içinde, kendini teslim ettiği büyük aşk ne idi?. Onu teker teker her birine telkin ettiği Avrupa’daki tahsil gençliğimizi, Almanya’ya ve İtalya’ya kadar uzatmak şartıyla, 1930 yılında Paris’e davet etti. Paris’te Türk Talebe Cemiyeti’ni kurdu. Yorulmak, dinmek bilmeyen gayretlerinin eseri olan bu cemiyetin açılış toplantısına her taraftan 200 kadar Türk genci gelmişti.
            O gün, hem de vücudu ateşler içinde olduğu halde, dâvayı izah için tam iki saat konuştu. Vücudu ve ruhu birlikte yanıyordu:
            “
Dokuz asır evvel Orta Asya’dan sürekli dalgalar halinde Anadolu’ya gelip yerleşen Oğuz Türkleri, burada Anadolu’nun coğrafyası ile adını ve kaderini tayin eden bir millete hayat vermiş, sonraki asılarda bu milletin çocukları, sınırları Fırat kıyılarından Dinyestr’e, Kafkasya’dan Afrika çöllerine kadar uzanan bir imparatorluk kumuşlar. Beş asırdan beri bu sınırların bekçiliğini yapmışlar. Anavatan, imparatorluğun her bucağı için para, servet, insan… ne si varsa harcamış. Anadolu çocukları, uzak diyarlarla Anadolu’nun bütün servet ve hayat kaynakları imparatorluğun tebaasını elde tutmak zoruyla harcanırken, Anadolu’da yükselen bir baş yok. Her bakımdan insafsızca harcanan Anadolu’da bugün yol yoktur. Sağlık şartları acıklıdır. Köylü çocuğunu okutacak halde değil; Köyde mektep, henüz bir hasret mevzuudur. Üç sınıflı köy mektebi bu ihtiyacı karşılayamaz; bu acıklı realitenin yanı sıra, halkımızın ahlâki durumunu ele alın. Köyde suç eksik değil, işsizlik, dedikodu, fitne almış yürümüş haldedir. Asırlık tazyikler, mel’un otoriteler köylüye esaret duygusu vermiş. Alparslanların torunları, bugün başları eğik haldedir. Bitip tükenmek bilmeyen mücadeleler, onu tüketmiştir. Bütün bunlardan başka, Anadolu için en mühim mesele ve en büyük tehlike, onun saf şuuruna bir zehir gibi aşılanan ‘rejiyonalizm’ (mahallicilik-bölgecilik) tehlikesidir. Şehirler, kasabalar, hatta köyler arasına ayrılık, hatta açıkça düşmanlık tohumları serpilmiş… Anadolu’nun bir büyük vatan, bu halkın tek bir millet olduğu şuurunu ona vermezsen tehlike büyüktür. Bir köyün sefaleti öbürünü sevindiriyor. Garpta milliyetçiliği yapanlar, milletlerini tek bir mayanın mahsulü bir büyük hamur halinde ortaya koymuşlar. Millet, bu büyük birliktir. Rejiyonalizm bir vatanın müstemleke haline gidişine doğru atılmış ilk adım olabilir. Yabancı şuurların anavatanda yaratabileceği bu zihniyet bizi çökertmeye kâfi gelebilir.
            “Bu manzaranın karşısında bir de münevveri düşünün. Sözde münevver bu halkın yarasından tamamen habersizdir. Hakkın hizmetinde olmak iddiasında değildir. Ona ilim, irfan, hayat ve ahlâk vermek mecburiyetinde olduğunu bilmiyor. Onu son asırlarda ya dalkavuk ya da garbın şuursuz mukallidi halinde gördük. Buraya gelenler Anadolu’yu unuttular. Memlekete dönenler Garbın, hayatın en aşağı seviyesine ait vasıtalarını götürdüler.
            “Halbuki Anadolu, her an başımızın üzerinde olmalıdır; başımızın üzerinde gezen haritadan bir bulut gibi... Düşünün ki o bunca felâketlere rağmen anavatan olmak vasfını hiçbir zaman yitirmemiştir.    
            Şimdi, kurduğumuz cemiyetin gayesine geliyorum: Burada frenlerimizi elde tutarak ve Anadolu’dan bir cephe halinde durarak, her an birbirimize hesap veren adımlarla dâvaya doğru gitmeliyiz. Ne aldık? Ne götüreceğiz? Bilelim, baş başa düşünelim. Kader,  her şeyden önce bir muayyeniyettir. Onun tesadüfle pazarlığı olamaz. Bugünden itibaren, Anadolu’ya olduğu gibi topluluğunuz, hep birbirinize söz vermiş durumdasınız. Hürriyetin kayıtsızlıkla, âvarelikle alâkası yoktur. Her şeyden önce o, mes’ul olmasını bilmektir. Vatandan uzak ufuklarda mes’uliyetimiz pek ağır, çok yüklüdür. Burada teker teker ismiyle anılan Türk genci yok, Anadolu’nun ismiyle anılan Türk gençliği vardır
.”
            Bu nutuk, uzun ve ateşli idi. O gün anladık ki, Garp şehirlerinde, bir asırdan beri tahsil avcılığına gönderilip oralarda yapayalnız talihine terk edilen Türk gençliğinin ilk defa sahibi vardır, mürşidi vardır. Bu başsız ordunun da bir başı vardır.
           
Bugün Anadolu için ne düşündün Türk Çocuğu?
Paris’in sis, ışık ve toz halinde çiseleyen yağmurlar yüklü hulya geceleri, hayat geceleri… Kütüphanelerden veya barlardan çıkarak şehrin kenarlarındaki evlerine dönen ve istirahate koşan Türk çocuklarını, Lüksemburg bahçesinin yukarısındaki sanat enstitüsünün etrafına saçtığı aydınlıkların çevresinden geçerken birisi, gözleri ateş ve asabiyet, teneffüsü şiddet ve mücadele, adımları irade ve karar yüklü birisi yakalarından tutar, sarsar, onların uyku ile mahmurlaşmış gözlerini açar:
            “Söyle” der, “Söyle! Bugün Anadolu için ne düşündün?”    Sanki hasta, ilaç istiyor; sanki aç, yiyecek dileniyor; sanki mahkûm yalvarıyor: “Anadolu için bugün ne düşündün Türk çocuğu? ”
            Bu adamdan kurtulmak kabil mi? Kurtulmadık!... Ona teslim olduk… Neslimin bedbaht çocukları, siz onu yakından tanımadınız. İtiraf ediyorum: Bu adam, uykularımıza nüfuz etti. Şuurumuzun altındaki mahrem mıntıkalara girdi; bu adam, şahsiyetlerimizi yoğurdu.
            Eski imparatorluk bakiyesinin kaderine razı, rahatına minnettar, nefsine itimatsız ve korkak çocukları, Remzi’nin nebî şahsiyetinde Alp Arslanları, Fatihleri buldular. Kim derdi ki onun alnında Yıldırım’ların, Ali Şükrü’lerin kementle takip edilen talihi yazılıdır?. Yıldırım Han’ın mertliği, Anadolu ovasında kementle yenilmişti. Büyük dâva şehidi Ali Şükrü de kahpe bir iradenin kemendine teslim edildi. Elbette, Remzi’yi de yeryüzünde yenmek imkânsızdı.
Hiç kimse bu kadar geniş mücadelenin sahibi olmamıştır. Türk gencinin yaşayışından, tahsil projelerinden, inancından ve ahlâkından tutun da insanlığın Anadolu’ya karşı alabileceği ve Anadolu’nun insanlık huzurunda açık bir insanlık cephesi halinde cihana hesap vereceği düşüncesine kadar bütün meseleleri, onun kafası içinde yaşıyordu ve bütün bu dâvaların sahibi o, mes’ulü o, müdafii o, şehidi de o olacaktı. Her zaman “Çocuklar, biz yatakta değil, darağacında ölmesini bileceğiz!” derdi. Huzuru bu safhada bir sevgiye ulaşmaktı; saadeti, yine bu dâvada bir ümidi avlamaktı. Hassas zekâsının kıvılcımları ile bilenmiş mizacı, nüktelerle yüklü idi. Alayla eğlenir gibi şakalaşır, gülüşle eğlenir gibi gülerdi. Disiplinsizlikten, kadercilikten nefret ederdi; laubaliliğe, kalenderliğe düşmandı. Asla anlayamadığı iki şey vardı: Küçüklük ve kibir. Küçüklük zillet demekti. Millet olduğunu bilen bir neslin insanı küçük olamaz. Bunca ıstıraptan, bunca mes’uliyetlerden nasıl sıyrılabilirsiniz? Bizde onlar büyüktür, sevgi büyüktür. Aşkın küçüklüğünü söyleyen varsa ancak o varlık büyüklüğünü bilmiyor, demektir. İnsan mahlûkatın ulusudur. Sonra melekler gibi masumlaşan bakışını üzerimizden sıyırarak daha yükseklerde dolaştırır: “Ah Muhammed, Ah Muhammed, neler getirmiş!” diye, içinin İslâm’a hayranlık mıntıkalarına dalardı.
Onun bütün ömrünce nefsine ait bir metâ olarak asla benimseyemediği ikinci nesne ise kibirdi. Esasen onu yıkan, bazı dostlarının kibri oldu diyebilirim. O her halinde, her hücumunda, hatta her haksız asabiyetinde bile sadece dosttu, sadece insandı. Allah onu insanlık kalıbından çıkarmamak üzere yaratmış… Onda meleklikle romantizm, hulya ile şiddet sımsıkı birleşmişti. Ve bu müstesna terkip, Niçe’nin, Apollon’la Baküs’ü birleştiren dehasının ortaya koyduğu Şarklı bir örnekti. Onun ruh yapısında medeniyet ve Rönesans âşıkı bir Fatih’in kuvvet ve iradenin aşkıyla birleştiğini görüyorduk.
Zıt kutupların tezat teşkil eden tehlikelerinden kurtarıcı zekâsı, neslinde şu iki uçurumu fark ediyordu: Ya kendimizin olmayan sahte idealler, neslin taşkın ruhlarını hoyratlaştırıyor, kâinat karşısında izansız, kör ve iddiacı bir hale koyuyor; veya hiçliğimize inanmış ise bazılarında aşağılık duygusu doğuruyor, uşak ruhunu benimsetiyor, müstemleke çocuğu haline getiriyor.
Önce Remzi, ruhu yiyip bitirecek olan bu aşağılık duygusundan ürküyordu. Anadolu’nun boynu bükük çocuklarına cesaret, irade vermek, en az bir Garplı kadar kendilerine güvenebileceklerini onlara anlatmak için bu üstün hikmetin telkini uğrunda Paris’te çok çalıştı. 1931’de vatana dönerken, Garpta, memleketin yakın inkılâbını hazırlamak üzere tahsile bıraktığı gençliğe şöyle diyordu:  “Anadolu çocuğu, başını Allah’a kaldır! Orada Anadolu’nun haritasını çizilmiş bulacaksın. Kendini o haritaya can vereceklerin başında bilmelisin!”
Vatana dönüş, meslekî yaratıcılık ve siyaset
            Lâkin vatana dönünce antitezle karşılaştı. Her çeşit kuvvet cephesinden, her şuursuzluktan dâvasına karşı gelen taşkınlık, onu şiddetle sarstı. “Ne olursa olsun, tek başıma bile bu bayrağı sonuna kadar omuzlarımda taşıyacağım.” diyordu. Demagojinin her gün biraz daha tükettiği millet enerjisini ideali istikametinde kullanmak için, bir nefer, bir amele gibi çalışmaya karar verdi. İlkin, mesleği olan arkeoloji sahasında Orta Anadolu’nun toprağıyla senelerce süren çetin bir didişme plânını kabul etti. Alişar kazılarının, Amerika’lılara karşı olan şerefinin hakiki yaratıcısı oldu. Alacahöyük’te, Orta Anadolu’nun bağrından, tarihin gömdüğü saltanatları keşfetti. Kazılardan sonra bir müddet kazma küreği köylünün kulübesine emanet bırakarak tedrisatına başladı.
Nihayet, son yıllarında siyaset kılıcını kuşandı. Bu sahada karşılaştığı engeller müthişti. Asıl şimdi, insanın tehlikeli tarafıyla karşı karşıya geldi. Unutmamak lâzımdı ki, nasırlı vicdanlar hamlesinin karşısına çıkan Remzi, bir kalp adamıydı, her zaman kalbiyle yaşamıştı ve her varlığı fethedebilen kalbinin kırılmaya tahammülü yoktu. Halbuki o çok kırıldı, lâkin azmini kırmadı. Kalbe karşı gelmesini bilen ve burnundan ötesini göremeyen taşkınlık, Remzi’yi gerçekten bir ateş gibi muhasara etti. O, kelimenin asıl mânasıyla siyaset yapamazdı. Zirâ, mizacında Niçe’ninki kadar haşin ve bükülmez bir irade ile Paskal’ın narin kalbini birleştirmişti. Bu durumda yaratılan insan için en büyük tehlike siyaset yapmaktı. Bunu bildiği için o, siyaseti vatanperverlik yolu olarak seçti. Uzunca sürmüş olan bu faaliyete hazırlık yıllarında onun hiçbir fedakârlık ve pazarlık kabul etmeyen “Ya hep, ya hiç” prensibi zaman zaman zedelenmişti.  Bu hâl, Remzi’yi için için harap ediyordu. Kalbinde taşıdığı bu buhran, bünyesine sık sık musallat olan ateşlerine karışıyordu. Vaktiyle, varlıklarını tebcil edercesine yükselttiği siyaset arkadaşları, senelerin alıştırdığı ikbâl zaviyelerini terk edemeyerek Remzi’yi bu yolda yalnız bıraktılar. O asıl büyüklüğünü, muhitin lâkaydisi arasında gösterdi. Çılgınlık göstermedi, vekarla hareket etti. Onun tek hatası; önce, yapacağı inkılâbın diliyle, enerjisiyle, bizzat belâgat olan varlığı ile esaslarını hazırladığı Paris’teki çalışmalarının, yurda döndükten ve yaptığı pek çeşitli yaygın neşriyatın şuurların ta içine sinerek bir nesli harekete geçirebilmesi için daha yirmi senelik bir zamanın geçmesini bekleyecek kadar sabra sahip olmayışıydı. Onu, ideali uzak çöllerin bir sarayı olmaktan kurtararak, yalnız altın kazmasıyla değil, hem de dimağıyla işlediği Anadolu’nun toprağına indiren müthiş realizm, sabra meskenet damgasını vurmuştu. Şarklının, medeniyetler ve ruhlar öldürücü sabrı onu tiksindirmişti. Ordusunun bütün hazırlıklarını ve yine kendi tabiriyle seferberliğini tamamlamış erkân-ı harp gibi öteden beri vaat ettiği meydan muharebesine girişti. Savaş muhakkak ki çetin olacaktı. Kılıcının kabzasına el koyarak, “Yer demir, gök bakır!” diyen Serdar, bir mektubunda şöyle diyordu:
“Ömrümüz tatsız, umutsuz, aydınlıksız geçiyor dostum… Hayat ilerliyor, (1949) Temmuz 15’te elli yaşıma girmekteyim. Şu yarım asrın özü ne oldu? Hep hüsran, hep aldanmak, hep yeniden başlamak ve hep yollara yeniden dökülmek! Yani, bizim neslin âkıbeti de taayyün etmiş gibi…”
Vereceği meydan muharebesine hazırlanan Serdar’ın bu hüznü, muhitin ona ilhamı idi. Kendine çevrildiği zaman, binlerce defa tekrarladığı şu sözü yine bir mektubunda okuyoruz: “Son nefese kadar didinme devam edecek” diyordu. Nihayet fecî âkıbet geldi, çattı.
Kalpleri hasta bir nesle ta garbın varoşlarından başlayarak, imân ve aydınlık getiren Hallâç ruhlu bir havarî… Anadolu çocuklarının sıtmalı benizleriyle hem ahenk yüreklerine hayat ve cesaret kanı aşılayan bir doktor… Hayal milliyetçiliğini, dağ, taş gibi realite yapan, ikbâl sandalyelerinin üstündeki nâmütenahilikte barınan bir iktidar havalarda öldü, gök varlıklarına karıştı. Çok sevdiği Anadolu’nun toprağına, göklerden indi. Lâkin onun ebedi olacak eseri gönüllerimizdedir.
Remzi! Ruhun ebedî olsun!... Ruhlarımıza nurdan, îmandan, ışıktan yapılmış ebedî bir saray bıraktın. Sen ebedîliği fetheden nebîler ordusuna Allah’ın en güzel emanetisin!...
(Kaynak: Nurettin Topçu, Millet Mistikleri, Dergâh Yayınları, İstanbul 2001, ss. 68-79; Remzi Oğuz Arık, Milliyetçiler Derneği Neşriyatı, 1954)  

http://www.turkocagi.org.tr/modules.php?name=Izbirakanlar&pa=showpage&pid=53

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder