28 Haziran 2011 Salı

Sepetçioğlu, Mustafa Necati

BİR ATLININ SONSUZLUĞA YÜRÜYÜŞÜ
Mustafa KURT
Türk Yurdu Dergisi, Ağustos 2006, Cilt:26, Sayı:228


Türk kültür ve edebiyat dünyası şu günlerde önemli bir ismini daha kaybetmenin acısını yaşıyor. Edebiyatımıza pek çok hizmetleri bulunan Mustafa Necati SEPETÇİOĞLU geçtiğimiz günlerde maalesef aramızdan ayrıldı. Hayatına ve yaptıklarına bakıldığında, İstiklâl Marşı şairimizin “Sessiz yaşadım, kim beni nereden bilecek.” cümlesini Sepetçioğlu için de kullanmak çok da yanlış olmayacaktır. Çünkü sessiz sedasız binlerce sayfanın altına imzasını atan Sepetçioğlu, yazdıklarının çokluğuna rağmen bir o kadar da mütevazı bir hayat yaşadı. Yaklaşık yarım yüzyıldan fazladır yazdıklarıyla birkaç nesle tarih sevgisini aşılayan yazar, ülkemizde millî bir kimliğin yerleşmesinde önemli katkıları olan bir şahsiyetti. Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun Türk edebiyatına ve kültürüne katkıları birkaç açıdan ele alınabilir. Bunlardan birincisi yazdığı tarihî romanlarla Türk kültür ve edebiyatında yeni bir dönemi başlatmış olmasıdır. Sepetçioğlu, Kemal Tahir’in Devlet Ana romanı ile Tarık Buğra’nın özellikle yakın dönem Türk tarihini konu edinen eserleriyle başlattığı bir anlayışın ısrarlı takipçilerindendi. Hatta o, adı geçen yazarlardan daha sabırlı ve uzun soluklu eserler kaleme almış, bu kitapları ile Anadolu’da teşekkül eden Türk tarihinin bütün aşamalarını destanlaştırmıştır. 1971 yılında Kilit’le başlayan ve en son “Yesili Ahmet Hoca” ile tamamlanan, Türk tarihini romanla yeniden inşa etme süreci onun en çok önem verdiği “nehir roman” anlayışının bir ürünüdür. Sepetçioğlu ayrıca Çanakkale savaşlarını ve zaferlerini de romanlaştıran ilk yazarlarımızdan birisi olmakla da üzerinde durulmaya değer bir edebiyatçımızdır.

Sepetçioğlu, hikâye, roman, oyun ve araştırma türlerinde eserler vermiş olsa da onun yazarlığı için dikkat edilecek en önemli husus, eserlerindeki temel kaygının Türk millî kültürü olmasıdır. Çünkü onun kitapları bu topraklarda doğup büyümüş olan bir kişinin bu topraklara karşı duyduğu vefa duygusundan filizleniyordu. Kendisi de bu gerçeği dile getirmekten hiçbir zaman çekinmemişti: “Benim inandığım ve bugüne kadar çizgisinden hiç çıkmadığım sanat anlayışı, gerçeklerde ve kaynaklarda yüzde yüz millî oluştur.” Yazarın bu millî hassasiyetini Türk tarihini konu edindiği “nehir roman” serisinde verdiği eserlerde açıkça görmek mümkündür. Yazarı ülkemizde haklı bir üne kavuşturan eseri Türklerin Anadolu’ya gelişlerini ve Anadolu’daki mücadelelerini, özellikle de Malazgirt Savaşını anlatan Kilit’tir. Yazarın binlerce sayfayı aşan nehir roman serisi, Anahtar’la devam eder. Yazar, bu romanında Kilit’in bıraktığı yerden başlar ve Türklerin Anadolu’daki ilerleyişlerini, İznik’i fethetmelerine kadar anlatır. Yazarın Kapı, Konak ve Çatı’da aynı hassasiyetle ve millî bir duruşla anlattıkları bir anlamda Türk tarihinin destanlaştırılmış bir romanıdır. Eserlerine seçtiği bu tek kelimelik adlar aslında Türk tarihinin “anahtar kavramları”nı oluşturur. Erol Güngör, Kilit ve Anahtar’ı konu edinen bir yazısında onun eserlerini tarihî roman geleneğimiz içinde değerlendirir ve şu cümlelerle bu eserlerin çerçevesini çizer: “Tarihî roman yazmak, hele tarihteki büyük adamların hayat macerasını roman hâline getirmek çok çetin bir iştir. Romancı böyle bir teşebbüse giriştiği zaman, yüksek bir ipin etrafında denge kurarak yürümeye çalışan bir cambaza benzer. Bir tarafta işlediği konunun tarihî realitesi, öbür tarafta kendisinin bir yığın malzemeden seçerek inşa edeceği yeni bir realite vardır. Bu taraflardan birine fazla eğilmek, romancıyı çürük bir sakızı yeniden geveleme basitliğine düşürür, öbür tarafa ağırlık verdiği zaman da, yazdığı şey tarih olmaktan çıkar. Tolstoy ‘Harp ve Sulh’u yazarken, yarattığı şahsiyetlerin yanı sıra harp vakıasının teknik yönlerini de vermeye çalışmış, fakat başarılı olamamıştı. Son günlerde onun ve Dostoyevski’nin edebiyat geleneğini devam ettiren Soljenitsin, ‘Ağustos 1914’ adlı romanıyla harbin strateji ve taktikle ilgili taraflarını mükemmel bir şekilde işlemeye çalışıyor, ama onun da henüz ilk cildi neşredilen eserinde Tolstoy’un yarattığı unutulmaz tiplerden eser görmüyoruz. M. Necati Sepetçioğlu’nun ‘Kilit’ ve ‘Anahtar’ adlı romanları Harp ve Sulh’ten çok, ‘Ağustos 1914’ tipine giriyor.” Güngör’ün Sepetçioğlu’nun romanlarını özellikle Rus romanıyla karşılaştırması manidârdır. Çünkü Türk edebiyatına geç giren bir tür olan roman, özellikle de geleneği 1940’lı yıllardan sonra oluşmaya başlayan tarihî roman anlayışı teorik bir alt yapıdan –özellikle o yıllarda- oldukça uzaktır. Güngör’ün 1976’da kaleme aldığı bu yazıda Sepetçioğlu’nun romanlarının tipiyle ilgili benzetmesi üzerinde durulması gereken bir durumdur. Çünkü Sepetçioğlu’nun bu “nehir roman” çizgisinde verdiği eserlerde yalnızca tarihî olayları anlatmak veya tarihî bir şahsın maceralarını ortaya koymaktan ziyade bir “değer”i temsil eden şahısların peşinde olduğu görülecektir. Şunu da unutmamak gereklidir ki, tarihî roman kavramının bir yanında edebiyat, diğer yanında da tarih yer alır. Bunlardan tarihi öne çıkarmak edebî eserin kurguya dayalı yapısını zedeleyebileceği gibi, tarihin çarpıtılması da –Seperçioğlu’nun eserleri özelinde- tarihî bir gerçekliğin başka bir şeye dönüşmesine yol açacaktır. Elbette ki her edebî metin tarihî gerçeklerden bile yola çıksa yeni bir edebî gerçeklik ortaya koyar. Bu açıdan bakıldığında Sepetçioğlu’nun tarihî olaylardan çok, o tarihî olayların altında yatan iç dinamiklere önem verdiği görülecektir. Yazar bunu yaparken de o dönemin ruhuna uygun bir dil ve anlatım tarzı benimsemiş, zamanın deyim, terim ve söz kalıplarına yer vermiştir.

Yukarıda söylenenlerin tipik bir örneği olarak Sepetçioğlu’nun aynı tarihî çizgide verdiği eserler olan Anahtar, Konak ve Çatı’ya bakılabilir. Çünkü bu eserlerinde yazar daha çok Türk tarihini oluşturan “kolektif şuura” dikkat çeker. Yazarın bu romanlarına hâkim olan bakış açısı Türklerin inanç sistemi ve toplumsal yapısının özellikleridir. Sepetçioğlu’na göre, Osmanlı’yı kuran ve devam ettiren itici güç, ‘alp’lik ve ‘eren’liktir. Yiğitliği ve savaşçılığı ifade eden “alplik” ile İslâm dininin değer yargılarıyla yoğrulmuş olan “erenlik” bu romanlarda farklı şahsiyetlerin kimliğinde somutlaştırılmıştır. Şeyh Edebali ve Dursun Fakih Osmanlının inançla ilgili değer yargılarına işaret eden birer kahramanken, Akça Koca ise kahramanlığın ve savaşçılığın temsilcisidir. Osman Gazi’nin şahsında bu özelliklerin hepsinin bir terkibe ulaşması Türk devlet geleneğindeki idarecilerin vasıflarını gösterme amacını taşır. İdeal olan bu kişilerin karşısında onlarla çatışan ve kötülüğün sembolü olan diğer şahsiyetler yer alır. Sepetçioğlu’nun döneminde eser veren diğer tarihî roman yazarlarından ayrılan en önemli yönü de bu noktada ortaya çıkar. O, tarihî şahsiyetlerden ziyade o şahısların temsil ettiği değerler üzerinde durur. Türk tarihinin sürekliliğinin de bu değer ve anlayışların nesilden nesle miras bırakılmasıyla sağlandığı tezini öne sürer. Bu açıdan bakıldığında Sepetçioğlu’nun yalnızca tarihi anlatmakla kalmadığı, o tarihî dinamiklerin altında yatan toplumsal değerlere atıfta bulunduğu söylenebilir.

Mustafa Necati Sepetçioğlu’nun romanlarında görülen ve şahısların kimliğinde ortaya konan duygu ve değerlerin verilmesi yaklaşımını hikâyelerinde de görmek mümkündür. Mesela “Menevşeler Ölmemeli” adlı hikâyesi insan sevgisini, aile sıcaklığını ve umudu ifade eden şahısların çevresinde oluşur. Yazarın romancılığının gerisinden kalmış gibi görünse de onun hikâyeciliğinin bir başka gözle yeniden değerlendirilmesi gerekir. Hikâyelerinde kurduğu üslubun romanlarına nazaran daha duygu yüklü bir anlatımı öne çıkarması da dikkati çeken bir başka husustur. Hikâyelerinde farklı kültür ve yaştan insanları konu edinen yazar, gündelik olan konulardan ziyade insanlığın temel özelliklerine ve ihtiyaçlarına dikkat çeker.

Elbette 1980’den sonraki nesiller Sepetçioğlu’nu tanımakta biraz geç kaldı. Ne var ki önceki nesiller “Kilit”i, “Anahtar”ı, “Kapı”yı ve onun bitmez tükenmez yazma azminin eseri diğer kitaplarını çok iyi okumuşlardı. Uzaktan bakıldığında birkaç neslin onun kitaplarıyla Türk tarihini ve kültürünü tanıdığı söylemek yanlış olmasa gerek. Sepetçioğlu, yetmiş dört yıllık hayatı boyunca hiç durmadan yazdı ve uzun bir liste oluşturan eserler verdi. Roman türünü zor ama bir o kadar da önemli olarak nitelendiren yazar, romancılığını şu cümlelerle tanımlar: “Roman yazı türlerinin en zorudur ve hayatın aynasıdır. Romandaki tipler kendi gerçekleri ile hareket etmelidirler. Vakalar romanda gerçek hâlinde görünebilmek için mantıklı olmalıdır. Belirli bir kültür seviyesinde olması gereken romancı iyi bir tekniğe dil ve üslup ustalığına kavuşmak için uzun tecrübelerden geçmelidir.” Sepetçioğlu’nun romanlarının yine Âkif’in ifadesiyle “hayalle işi olmadığı” söylenebilir.

“Sanat adamlarının dünyayı değiştireceği veya yeni bir nizam tesis edebilecekleri fikrine inanmıyorum. İnancım, sanat adamlarının ancak yeryüzünü güzelleştirebilmek uğrunda, çirkinde bile mevcut olan bütün güzellikleri insanların gönül gözünde yerleştirmek için çaba sarf etmek mecburiyetidir. Sanat adamının görevi huzur, umut ve mutluluk içindir. Bu üç şeyi tutsak etmek isteyen sanat adamıyım diyemez.” Sanatçıyı ve onun görevini bu sözlerle ifade eden Sepetçioğlu’nun bütün eserlerine bakıldığında bu hassasiyeti açıkça görmek mümkündür. Özellikle çocuklar için kaleme aldığı oyunlarda bu tavır daha ağır basar. Gelecek nesiller için karamsar bir tablo çizmekten kaçınan yazarın hikâyeleri de aynı umudun ve insanlık erdemlerinin yüceltilmesini konu edinir.

Yazarın Türk edebiyatına katkıları yalnızca yazdığı edebî eserlerle sınırlı değildir. Türk tarihini ve kültürünü bir bütün olarak gören ve Türk tarihinin birikimi araştırmaya koyulan yazarın bu alandaki eserleri de yayımlandıkları yıllarda ve sonrasında pek çok kimse tarafından kaynak eser olarak okunmuştur. Yaratılış ve Türeyiş (1965), Türk Destanları (1972), Dede Korkut (1972), Türk-İslâm Efsaneleri (1973) adlı eserleri onun bu alanda yaptığı çalışmalardan yalnızca birkaçıdır. Özellikle Türk destanlarına büyük bir önem veren ve romanlarında da yer yer destansı bir anlatım tarzı benimseyen Sepetçioğlu, “Bugünün bilinmeyen sesidir, rengidir, hareketidir. Bilinmez ise bir bütünün asıl parçası yok olur.” diyerek destanın önemine işaret eder. Aslında onun yazdığı tarihî romanlar, destan döneminden İslâm dairesine giren bir milletin macerasını konu edinmektedir. Dolayısıyla romanlarında görülen “alp eren” tipi her iki medeniyet dairesinin bir terkibini yansıtmaktadır. Bu açıdan bakıldığında Sepetçioğlu’nun Türk toplumunun geçmişten getirdiği alpliği ile İslâm dininin değerleriyle oluşan erenliği ideal bir birleşim olarak gördüğü sonucuna ulaşılabilir. Dede Korkut’tan Yunus Emre’ye, oradan da Ahmet Yesevi’ye uzanan yazarlık çizgisi onun hangi coğrafyaları ve değerleri temel aldığının da bir göstergesidir. Seperçioğlu’nun birkaç ciltte topladığı Çanakkale zaferleri ise bir anlamda onun Türk tarihiyle ilgili külliyatının son noktası kabul edilebilir.

Mustafa Necati Sepetçioğlu o uzun yolculuğa 1932 yılında Zile’de başlamıştı. Bu yolculuk 2006 Temmuzunda sona erdi. O, bir yazar olarak popüler olandan ve şöhretin tuzaklarından hep uzak durdu. İnandıklarını, okuyanlarını inandıracak bir samimiyetle yazdı. Eserlerinde anlaşılmaz bir dil kullanmaktan özellikle uzak durdu. Bundaki gayesi kitaplarını genç, yaşlı herkesin okumasını istemiş olmasıdır. Onun eserleri Türk tarihinin ve kültürünün nasıl inşa edildiğini bütün ayrıntılarıyla görmek isteyenler için doğru bir kılavuz olacaktır. Kitabının adıyla uğurlanmak bir yazar için en güzeli olsa gerektir. 1976’da yazdığı eserine “Bu Atlı Geçide Gider” adını uygun görmüştü. Bizler de “Bu atlı inşallah cennete gider.” diyerek ona olan vefa borcumuzu bir nebze olsun ödemeye çalışalım.

Sepetçioğlu, Mustafa Necati

ÇAĞIMIZIN DEDE KORKUT'U MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU! 

Bekir ALTINDAL

*Çağımızın Dede Korkut'u*
*MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLUNUN ARDINDAN*
* MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU İLE TANIŞMA *
Zileli bilir, Amasya Caddesi'nde Mescit Cami'sinin karşısında çifte sapmazlı
bir çıkmaz sokak vardır, Sepetçi Sokağı...
Bu sokağa ismini veren sülalenin, bu sokakta çocukluğu geçmiş 1933 doğumlu
oğlu, daha 1940'lı yılların sonları ile 1950'li yılların başlarında
yazılarıyla, kültürel çalışmalarıyla dikkati çeker.
Daha sonra aldığı ödüller, tarihi romanları ile memleketimizde bilinen,
tanınan ve okunan bir yazardır.
1997 yılının Kasım ayında Atatürk Dil Tarih Yüksek Kurumu'nun Şeref
Üyeliğine seçilen yedi kişiden birisinin Mustafa Necati Sepetçioğlu
olduğunu, ödüllerinin dönemin Cumhurbaşkanı tarafından verileceğini
okuyunca, kışa hazırlanan Ankara'da bir heyecan sardı beni. Zileliler için
onur günü olan bu günde tanıdık bir Zileli göremedi.

Ödül töreni başladı.. sahnede, memleketimizin yetiştirdiği yedi büyük değer
arasında, Zile'nin Sepetçi Sokağı'nda doğan, Zile'nin ekmeğini yemiş,
doğduğu coğrafyanın büyüklüğünü unutmamış bir büyük insan
duruyor. Mahallemden, Zile'mden yetişmiş bir Zilelinin ödül almasının
gururu yanında O'nu, Zile tarihinde altın harflerle kazınması gereken bu
anlamlı günde tanıdık bir Zileli görememenin hüznünü yaşıyordum.

Tören bitiminde lobide ilk defa karşılaşmanın heyecanını yaşadım. Kendimi
tanıttım. O ara Anayasa Mahkemesi üyesi sayın Sacit Adalı Beyefendi de
Sepetçioğlu Hocamız ve eşleriyle tanıştılar. Kısa bir sohbetten sonra
ayrıldık. Bu ödül törenini telefonla Zile Postası sahibi Hüseyin Hoşcan
Ağabey'e söyleyip haberi faks geçtim, yayınlandı.
İstanbul'a taşındıktan sonra 2003 yılı Nisan ayı sonunda Başkanımız Murat
Ayvalıoğlu ve Sevgili Necmettin Eryılmaz ile Kadıköy Kızıltoprak'taki evinde
ziyarete gittik. Zile Belediyesi, Mimar Sinan Üniversitesi, Çekül Vakfı ve
Tarihi Türk Evleri Derneği'nin düzenlediği panele davet etti Başkanımız.
Gelemeyeceğini söyledi. Israr ettikse de kabul ettiremedik.
Daha sonra bu ve Zile'deki toplantıya gelememesi ile ilgili olarak şunları
yazıyordu :
*"Zile doğduğum yer ve anam atam top-rağıdır. *
*Mayıs başlarında Kızıltopraktaki evi-mize Zilenin, çalışkanlığını duyduğum,
yurdseverliğini de bildiğim Murad Ayvalıoğlu geldi. Yanında, inşallah
değerini bilirler, Zile ile ilgili çok değerli çalışmala-rı bulunan,
yorulmaz bir Zile araştırıcısı Bekir Altındal ve Belediyenin Halkla
İliş-kiler Uzmanı olduğu eserlerinden belli bir genç hemşehrim (Necmettin
Eryılmaz) vardı**. Zile ile ilgili, nefis baskılarıyla göz alıcı dergiler,
Zile harita-ları, takvimler ve posterler getirdiler. Ve elbette karanfilli,
özel kavrulmuş Zile Leb-lebisi yanında cihanda bir eşi bulunmaz ünlü beyaz
Zile Pekmezi.. yıllardır tadını unutmuştuk! Muazzam'ı ve beni Zileye
çağırdılar. İstanbulda, M.S. Üniversitesin-de 5000 yıllık Zile ve Evleri
konulu, herke-se açık toplantıya katılmamı istediler. İstanbuldan ve hemen
hemen Türklerin bu-lunduğu her yerden çağıranlar oluyor; yaşlılığım,
çağırılara: "Evet, gelirim" ceva-bını verdirtmiyor artık, çoğunu
gücendiri-yorum. Kırılanlar, bir daha aramayanlar, çevremden uzaklaşanlar
bile var bu sebepten.*

*Zile toplantısına da katılamadım, ora-da, göreceğimden emîn bulunduğum
ön-ceki çağırıcılara karşı utanırım endişesi ağır bastı; genç ve çalışkan
Belediye Baş-kanını üzdüm, belki de gücendirdim.*

* Halbuki Bekir Altındal çok güzel bir konuşma hazırlamış o gün için; beni
de onurlandıran bir konuşma olmasına rağ-men "evet" diyemedim. Daha da
acısı, 14 Mayıs günü, Zilede tekrarlanılacak olan asıl toplantıya
katılamayacağım; Zileye götürmeye çok istekli görünen sevgili Murad
Ayvalıoğlunu gücendirdiğimi bile bile katılmama sebebimi söyledim. 17 Mayıs
günü Ankarada, Hoca Ahmed Yesevî Üni-versitesi Vakfı, yayınlanan Hoca Ahmed
Yesevî romanım ile ilgili bir gün düzenle-mişti ve Namık Kemal Zeybek Beğ
önceden haber vermişti. Çok önceden günü belirlenmiş bir toplantıya
katılmamak düşüncesi ak-lımdan geçmezdi elbette. *
* Keşke geçseydi, keşke Zileye gitseydik, Başkanı ve hemşehrilerimi keşke
kırmasam, gücendirmeseydim. Çünki mayısın 15'ine kadar Ankaradan ne arayan
ne so-ran oldu. Nece vakit sonra, o da yarım ya-malak öğrendim ki
Ankara'daki toplantı bir belirsiz güne ertelenmiş... Zile Belediye Başkanını
haksız yere üzdüm.*
*Zileyi hemen her çağı ile, her zamanını ve vaktini yaşamışçasına adım adım
bilirim; toprağında ayağımı basmadığım bir karış yer yok gibidir."*
Bu tarihten birkaç yıl önce Zile'de verdiği bir konferansta bir tartışma
çıktığını, orada bulunan bazılarının Üsdat'ın bir görüşüne karşı çok kaba
çıkış yaptıklarını, Hoca'nın bundan oldukça müteessir olduğunu duydum
sonradan.
Yukarıda verdiğim yazısında kısaca bu olaydan şöyle bahsediyor yıllar sonra:
*"Epeyce yıllar önce orada bir ko-nuşmamda, o vakite kadar Zilede
görül-memiş, ve hiç yaşamamış olan birkaç yo-bazın kasıtlı, kışkırtıcı
yabanlığından in-cinmiş isem de fazla önemsemedi idim.. Pırıl pırıl
gençlerin özür dileyişleri, o gün-lerde Başkan olmayan şimdiki Belediye
Başkanı ile kardeşinin akrabalıktan da öte yakınlıklarını elbette unutmadım.
Lâkin bir daha fırsatımız olmadı, Zileye gide-medik." (Kurultay Gazetesi
4,11 Haziran 2003)*
Memleketinizden ünü ülke sınırlarını aşmış bir insan çıkıyor, Zile'ye
geliyor, beğenmediğiniz bazı düşünce ve fikirleri sebebiyle böyle bir değeri
gücendiriyorsunuz. Zile'yi çok sevmesine rağmen bu olay sebebiyle Hocamızı
biraz kırgın hissetmiştim o zamanlar. Bu büyük değeri bu duygulara itenler
Zile'ye ne verdiler bugüne kadar? Zile 1970'lerden sonra özellikle
1990'lardan sonra niye her yönden kan kaybediyor? Cevabını siz verin.
Buna rağmen 1997 yılında Zaman Gazetesi'ndeki haftalık yazılarında Zile'yi,
Zileliyi, Amasya Caddesi'ni, Sepetçi Sokağı'nı, Zile bağlarını, Zile'nin
1930 ve 1940'lı yıllarını, örf ve adetlerini tarihe ışık tutarak yazarak
Ülkemizin insanına Zile'yi tanıtmaya devam ediyor satırlarıyla, yazılarıyla.
Eğer bugün Zile memleketimizde biliniyorsa büyük ölçüde bunu; Sezar'ın
tarihe mal olmuş mektubu, Cahit Külebi'nin mısraları, Cahit Öztelli'nin
çalışmaları ve Mustafa Necati Sepetçioğlu'nun kişiliği ile yazılarına
borçludur.
Zaman zaman Hocamızla telefonla görüşmeye, hatırını sormaya, zaman zamanda
Zile ile ilgili araştırma çalışmalarımızla ilgili bilgi vermek,
tavsiyelerini almak için evine gitmeye başladık. Kitaplarını yayınlayan
İrfan Yayınları'ndan Şakir Bey'le karşılaştık bir defasında evinde. CD'leri,
haritaları, broşürleri, belgeleri, İstanbul'da çıkardığımız Tokat
Dergisi'nin nüshalarını masaya seriyor bilgi veriyordum. Zile
Belediyesi'nin katkıları ile çekilen TGRT'nin "Keşif" programının CD'sinde
doğduğu sokağın olduğunu ve kendinden bahsedildiğini söylediğimde çok
memnun olmuştu. Bir defasında da dizüstü bilgisayara Sevgili Ufuk
Mistepe'nin sitesinde kendisi için ayrılan bölümü göstermem sonrasında çok
memnun kalmıştı. Zile nostaljisi yaşadı o gün. Telefon açıp Murat Bey'le
görüştürerek bir sürpriz de yaptık bu arada. Sohbetimize Muazzam Hanımefendi
Hocam da katılıyordu. Zaman Gazetesi'nde çıkan haftalık yazılarını bir
kitapta toplamıştı. toplamıştı. Bu yazılardan kitabımıza kaynak göstererek
alıntı yapmamıza izin istedik. Memnuniyetle kabul etti. Ayrılırken bana ve
iletilmek üzere Başkanımız Murat Bey'e, Orhan Yılmaz'a, Ufuk Mistepe'ye
kitaplarını imzalayarak vermişti. Öyle ki bu ziyaretlerim sonrasında şu
satırları yazarak bizlere, hayatımızın en büyük ödülünü veriyordu:
*"Bu hafta sizlere Bekir Altındal'ı ta-nıtacaktım... *
*Bekir** Altındal bu türden bir araştırıcı; bir devlet kuruluşunda
başmüfettiş, benim gibi o da Zileli. Yıllar yılı Zile'yi araştırıp duruyor.
Ülkesine: "bir belâlı coğrafyada yer alıyor" demek gibi bir budalalığa
düşmeden gecesini gündüzü-ne katıyor. Geçen gelişinde iki belge
ge-tirdi.Birincisi M.Ö. birinci yüzyıldaki Sezar'ın Zile Savaşlarının
Alan
Çizelgeleri; bence çok önemli bir belgedir. İkinci belge ise daha da ilgi
çekicidir. Zile ve çevresinin 1800'lü yıllardan kalma hari-tası olan bu
belge, ancak bugünki im-kânlar ile gidilip görülebilecek olan yer-leri en
ince ayrıntılarına kadar göster-mektedir. Bütün köy, bucak, kasaba, dağ,
tepe, bayır..bir bir işlenmiştir. O tarihlerde, o imkânsızlıklarda onca
ay-rıntı ve bunca çevre bizden biri tarafın-dan gezilip görülmedi, görülüp
çizilme-di; bir yabancının eseridir bu.*
* Acaba neden çizdiler? Ne için? Hangi işlerine yarayacaktı? Ve onca parayı,
onca emeği ne için harcadılar? Sâdece ilim uğruna, bilme aşkı için ya-pılmış
olacağını söylemek, en azından safdillik olur..."(* *Yeniçağ Gazetesi 27 Şubat
2005)*
Aynı günlerde bir gün Ankara'dan Sevgili Orhan Yılmaz aradı; en büyük
isteğinin, "Zile İsyanı" isimli kitabına Mustafa Necati Sepetçioğlu
Hocamızın önsöz yazması olduğunu belirtip benden yardım istedi. Kitap
baskıya verilmek üzere olup süre çok kısıtlıydı. Tokat Vakfı Başkanı
Hemşehrimiz Hüseyin Gülsün'ün Ankara'da Zafer Çarşısı'nda düzenlediği Tokat
etkinliklerine yetişmesi gerekiyordu.
Hemen Hocamızı telefonla arayıp Orhan Yılmaz'ı tanıtıp isteğini ilettim.
Ziyaretimde kitabın niye yazıldığını, gayesini anlattım. Bana söylediği:
*"Bekir, bir kitabın önsözü yazarının hakkıdır. Ben bugüne kadar kendi
kitaplarımdan başka kimsenin kitabına önsöz yazmadım. Babam da İsyan
günlerini
anlatırdı. Madem Zile ile ilgili, o zaman yazayım."* Sözüne teşekkür
ettikten sonra Ankara'da bu müjdeyi bekleyen Orhan Yılmaz'ı aradım hemen...
Üç gün sonra Kadıköy'de oturan sevgili arkadaşım Noter Alaaddin Şahinsev'le
birlikte yazıyı almaya gittik. Alaaddin'i tanıştırdım. Yazıyı kendisi daktilo
ile hazırlamış.. teslim etti. Orhan Yılmaz'ın "Zile İsyanı" kitabı Hocamızın
önsözü ile çıktı. **
*İsyanı yaşamadım, görmedim de. Fakat yaşayanları, görenleri tanıdım.
Onlarla saatlerce konuştuğum oldu. Yine onları saatlerce dinledim. Hepsi
aynı sözü söyledi bana. Zileliler isyan etmediler. Zilelileri isyan
ettirdiler. İsyancılar Yozgaddan geldi, getirildi. Çapanoğullarıyla
Aynacıların zorlaması, kandırması, tahrik etmesi ve korkutmaları Zileyi
ateşe saldı, kana boğdu, adına leke sürdü...*
Diye isyanla ilgili tarihe ışık tutmaktadır.
Orhan Yılmaz'ın da teklifi üzerine yine ziyaretlerimden birinde sohbeti bir
toplantıya getirip kendisi hakkında bir panel, sempozyum yapmayı
düşündüğümüzü, Orhan Yılmaz'ın bir sivil toplum kuruluşundan destek
sağladığını söyledim. Prensipleri vardı. Bugüne kadar pek çok televizyonun
röportaj için geldiğini, kabul etmediğini önceden bildiğim için yine
aynı şekilde
teşekkür etmesinden sonra biraz ışık görünce üsteledim:
*"Bakınız Hocam, sizin prensiplerinize, düşüncelerinize saygımız sonsuz.
Ancak siz Mustafa Necati Sepetçioğlu olarak sade bir vatandaş değilsiniz.
Siz Zile'de, bu memlekette isim yapmış bir büyük insansınız. Zileliler,
Zileli gençler sizi tanımalı, biz sizi onlara tanıtmalıyız. Bu bizim için
bir şereftir, bir görevdir. Lütfen bir daha bu düşüncelerinizi gözden
geçirirseniz bizi çok mutlu edersiniz.. Yeter ki siz evet deyin. İster
İstanbul'da ister Zile'de yapalım."*
Bu ısrarlarım üzerine biraz yumuşadı ama söz vermedi. Sadece; *"Dur biraz,
üzerime gelme hele"* dedi. Bir umutla ayrıldım yanından.
Ancak daha sonra, Sepetçioğlu Hocamızın rahatsızlık geçirdiğini duydum.
Hemen telefonla ulaşıp geçmiş olsun dileklerimi ilettim. Peşinden Başkanımız
Murat Bey'i arayıp haber verdim. Tekrar birkaç kere aradım. Murat Bey'in
aradığını, nereden duyduğunu sordu. Ben de hem akrabası olması ve hem de
Belediye Başkanı olması sebebiyle Murat Bey'e haber vermemin gerektiğini
söyleyerek kendimi savundum.
Prensipleri itibariyle bu tür şeylerin duyulmasını, kimsenin kendisi için
rahatsız olmasını istemiyordu. Aynı zamanda kimseyi de kırmak, yormak
taraftarı değildi. Ya da ben öyle hissettim.
2006 yılı Mayıs-Haziran ayında teftiş görevim süresince hafta sonu
İstanbul'da iken Orhan Yılmaz aradı: *"Abi Sepetçioğlu Hocamla telefonla
görüştüm. Epeydir aramıyormuşsun, seni sordu."* Dedi. Teftişim süresince
arayamamıştım. Hemen telefon ettim. Hatırını, sağlığını sordum. Teftişte
İstanbul dışında olduğumu söyleyip özür diledim. Çalışmalarımı sordu. Teftiş
bitince ziyarete geleceğimi söyledim.


Temmuz başında teftişim bittiği hafta sonu yatsı vakti Sevgili Necmettin
aradı: *"Abi cenazeye gidiyor musun?"* demesi üzerine şaşırdım *"Ne
cenazesi,Kim?"* diye sormam üzerine *"Abi duymadın mı? Başımız sağolsun
Sepetçioğlu Hocamızı kaybettik..."*
Keşke dedim..keşke telefonla görüştükten sonra İstanbul trafiğine aldırmadan
gidip Hocamın elini öpseydim, ziyaret etseydim.. Ama zamanında yapmadığınız
bazı şeyler sonradan olmuyor.
Sevenleri, önünde saf tuttuğu camide tekbirlerle, eller üstünde
taşınan Hocamızı
Karacaahmet Mezarlığı'na son yolculuğuna uğurladı. Duyan Zileli hemşehrileri
de yalnız bırakmadı bu son yolculuğunda.
Vefatının sonrasında memleketimizin büyük bilinen gazetelerini,
televizyonlarını takip ettim. Mustafa Necati Sepetçioğlu gibi bir büyük
edebiyatçı, bir büyük fikir adamı sanki bu ülkede yaşamamış, vefat
etmemiş..tek satır, tek cümle haber yoktu. Ama aynı gazetelerde aynı gün
falanca sanatçının bilmem neyinin markası görünmüş de ön sayfada onun haberi
vardı. Diğerlerinde de farklı değildi.
Bugüne kadar Hocayı, eserlerini, edebi kişiliğini, fikirlerini görmezden
gelenler, vefatında bir cümle söylemeyen, bir satır yazmayan bazı medya
yazarları, bazı siyasiler, ve bazı sivil toplum kuruluşları, bugünün
konjöktüründe, Üstad'dan daha milliyetçi (ulusalcı) oldular. Ancak Üstad'ın
yıllardır bu vatan için söylediklerine, yazdıklarına gelenler yine de
Hocayı duymazdan görmezden geliyorlar. Aradan bir yıl geçmeden aynı gazete
ve televizyonlar, yazarlar her nedense bugünlerde Sepetçioğlu Hoca'dan daha
milliyetçi, daha vatansever oldular.
Yine O'nun vefatını O'na saygı duyan gazete ve televizyonlar vermiş, Üstad'a
sahip çıkmışlardı.
Zile'nin Sepetçi Sokağı'nda doğan, lise yıllarından beri yazan,
ömrünü kitaplarına, memleketine adayan, doğduğu Zile'nin coğrafyasının
büyüklüğünü bilerek her fırsatta satırlarında yaşatan, eserleri ve ünü
memleket sınırlarını aşan, İLESAM üstün hizmet ve uluslararası Ahmet Yesevi
ödülü sahibi, Atatürk Dil -Tarih Kurumu şeref üyeliğine seçilen bu büyük
insanı bizler, Zileliler unutmayacak. Onun içindir ki Zile Belediyesi ve
Tokatlı Şairler ve Yazarlar Derneği O'nun adına roman ve hikaye yarışması
açarak vefa gösteriyor.
İlk defa kim yazmışsa veya söylemişse çok güzel bir tespit,
bana göre de Hocamızı, kitaplarını, düşüncelerini, bir ömür çalışmasını üç
kelimeyle anlatan en büyük ödül:
ÇAĞIMIZIN DEDE KORKUT'U MUSTAFA NECATİ SEPETÇİOĞLU!
Zile'yi gerçek sevenler, Zile'yi kişiliğiyle, yazılarıyla
taçlandıran, Zile'nin yetiştirdiği bu evladını unutmayacak!
...Nur içinde yat...

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder