2 Haziran 2011 Perşembe

Ulaş, Hüseyin Avni

Hüseyin Avni Ulaş

Doğumu; Erzurum Kümbet Köyü 1887

Vefâtı; 22 Şubat 1948 İstanbul

Türkiye Siyasî Hayâtı üzerine sadra şifâ kelâm edeceklerin er geç keşfedecekleri bir şahsiyet olan Hüseyin Avni Bey'i bundan elli yıl önce Rahmet-i Rahmân' a tevdî etmiştik.

Siyâset ahlâkının teori ve pratik muallimi, TBMM'nin yiğit ruhlu yılmaz hatibî Hüseyin Avni Bey'i ne yazık ki, düşmanları kasten unutturdu, dostları ise gafletle bir kenara itti. Hüseyin Avni, siyâset sahnesini dolduran zorba yahut mızmız, mukallid yahut dalkavuk eşhâsın, hiçbir zaman kavrayamayacağı bir seciye idi.

Onu, büyük ruhla hayata bakanlar izleyebilirdi. Mehmed Akif, Nureddin Topçu, Hüseyin Siret, Tarık Buğra; siyasi mücâdeleyi bir ahlâki vecibe olarak kavramlaştıran bu hayat kahramanını tebcil ederek,
cemiyete tanıtmaya çalıştılar.

Hüseyin Avni'nin mihnetsizce parlayan hür anlı: Îzânını ve ruhunu kendinde mahfuz tutarak gerçek arayışına çıkmış gerçek sol entelektüelleri de etkileyecek, bu kez hür düşüncenin bu cephesi onu
Türkiye'nin ilk demokrat şahsiyeti olarak tebcil edecekti.

Sevgili gençler...

Hüseyin Avni adını eğer ilk defa duyuyorsanız, bu ismi unutmamanız için onu birkaç kere tekrar ettikten sonra, bir besmele çekip ruhuna bir fatiha hediye ediniz. Öğretmensiz siyâset meydanına çıkılmaz.

"Benim siyaset öğretmenim kim olsun?" sorusunu soracak olgunluğa geldiğiniz zaman ilk aklınıza gelecek isimlerden birinin Hüseyin Avni Bey olacağını hiç hatırınızdan çıkarmayınız.

"Mukaddes Dâva", "kutsal örgüt", "muktedir lider" söylemine ruhlarınızı teslim etmeden, siyasetin bir ahlâk davası olduğunu, Hüseyin Avni örneği muallimlerin önüne diz çökerek tâlim etmelisiniz.

Merhum Hüseyin Avni Bey'in nesli, siyâsetin şeytâni müsellesi olan "dâva+parti+lider" üçlemesine en ziyade kurban veren bir nesildi.

Bundan tam bir asır önce, yâni yirminci yüzyılın başında onun köyünden ayrılıp tahsil için Erzurum'a geldiği yıllarda, altı asırlık imparatorluk artık son yıllarını yaşıyor, yalan yanlış bulduğu her türden yeni fikre sarılan yeni nesil; cemiyeti hızla yaklaştığı bu mukadder sondan kurtarmak için çırpınıyordu.

Hüseyin Avni, gizli cemiyetlerin cirit attığı; komita faaliyetlerinin örgütlediği isyan, protesto ve ayaklanmaların sarstığı bir şehir olan Erzurum'da ilk gençlik yıllarını geçirdi.

Mülkiye İdadisi’nin Ziraat Bölümü’nde okuyan Hüseyin Avni, Prens Sabahaddin ve arkadaşlarının Paris'ten yönettikleri ünlü 1906 Erzurum Jöntürk Kıyâmı'nı bir lise talebesi olarak adım adım izledi. Siyasî komitacılığın Anadolu'daki ilk silahlı siyâsî örgütü olan "Can Veren Teşkilatı"ndaki delikanlı öz, Hüseyin Avni çağındaki gençleri siyasetin şeytani müsellesi olan dâva+parti+lider tezgahına çekmekteydi.

Erzurum'daki Jöntürk kıyamı bu hayhuy içinde güçlükle bastırıldı. Meşrutiyeti ilân şerefi(!) Selanik Jöntürkleri'ne kaldı. İkinci Meşrutiyete tekaddüm eden yıllar, Hüseyin Avni'nin İstanbul yıllarıdır. Kümbet Köylü Gençağazâde Hüseyin Avni Bey'in lise tahsili Vefa idadisinde itmam olunur, ardından Hukuk mektebi biter.

İkinci Meşrutiyet ve onu takib eden siyâsî hercümerci bizzat içinde yer alarak yaşayan Hüseyin Avni Bey, 1913 yılının parti mücadeleleri ve Balkan sarsıntıları arasında İstanbul'da Avukatlığa başlar. Artık Birinci Cihan Harbi kapıdadır. Siyâsetin Şeytâni Müselles'lerinden birisi (İttihad ve Terakki Partisi) Babıâli Baskını ile bütün rakiplerini yok ederek, iktidar koltuğunu zapt eder.

Gizli iktidarın günümüze kadar süren çeteleşme olgusu bu baskınla "Bir siyasal otorite modeli" hâline gelecek, birinci Meclis'ten başlamak üzere siyasî zorbalığın çirkin mektebi böylece kurulacaktır. Merkezi Umumi'nin komitacı yöntemlerle teşekkül ettirilmiş otoritesinden başka bir otorite tanımayan İttihat Terakki Partisi'nin, Alman İmparatorluğu taşeronluğuna razı olup irâdesini Alman kurmaylarına terk ederek ülkeyi Dünya savaşına nasıl soktuğu ve hangi anlamsız cephelerde vatan evlatlarını kırdırdığı, acı tafsilatı cümlenin mâlumudur. Osmanlı'nın son münevverleri bu savaş başlayınca her türlü siyasî hakikate rağmen savaş cephelerine koştular. İki ana cephe vardı ki, adeta gençliğin kanı ile besleniyordu; Çanakkale ve Kafkas Cepheleri. Hüseyin Avni ata topraklarının bulunduğu Kafkas Cephesi’nde bir yedek subay olarak dört yıl boyunca savaştı. Hüseyin Avni'nin, yeni muallimi, mazlum Anadolu insanı ile birlikte yaşadığı bu millî trajedi oldu: Bu büyük ders, onu gençlik heyecanları ile bulaştığı Siyasetin Şeytâni Müsellesinden kurtarmaya yetmişti. Yiğit ruhunu bu terbiyevi tecrübe suyu ile yıkayan Hüseyin Avni, artık arınarak bir siyaset bilgeliğine doğru yol almaktaydı.

Erzurum Kongresi, 13 asırlık bir hülya olan "şûraya dayalı bir siyaset modeli" adına atılmış bir tarihi çığlıktı. Hüseyin Avni, samimî hançeresi ile bu tarihi çığlığı koparanlardan biriydi, Ama Siyasetin Şeytânî Müsellesi, kongrenin gizli kapıları ardında bilinen komitacı ağlarını örmeye devam edecek, sonu, İttihat Terakki'nin Birinci takımının, ikinci takımı tarafından tasfiyesine kadar gidecek olan çeteci oyunları arasında, şûra ve demokrasi ümidi yok edilecekti.

Hüseyin Avni Bey İstanbul'da son kez toplanacak olan Osmanlı Meclis-i Mebusânı'na, Erzurum Milletvekili sıfatıyla katıldı. Ama onu bir siyaset bilgesi ve mücâhidi hâline getirecek asıl süreç, Birinci TBMM faaliyetleri ile başlayacaktır. Birinci Meclis, şahısların ve partilerin eşit şartlarda yarışması sonucu seçilmişlerden oluşan bir meclis değildi. Bir anlamda İttihad Terakki Partisi'nin siyasi kanatlarının temsilcilerine şans tanınmış bir kurucu meclis görünümündeydi.

Birinci Meclis'te İttihat Terakki'nin Balkan ve Kafkas kanatları ile Anadolu Kanadı kısa zamanda ayrıştı.

Anadolu Kanadı, İkinci Grup adıyla kümeleşiyordu. Hüseyin Avni İkinci Grub'un öncüsü ve hatibi idi. Asırlarca padişah iradesine tâbî olmuş bir millet, öz iradesini bir şûra (TBMM) çatısı altında şekillendirmeye çalışırken, bu irâdenin padişahlık sonrası gaspı konusunda, ufukta tehlikeler vardı. İkinci Grup bu tehlikeleri fark etmişti.

Fransız Devrimcileri, kilise despotizmini yok ettikten sonra kiliseden boşalttıkları yeri cumhuriyetçilik adına aynı despotizimle kendileri doldurmuşlardı. İkinci Grup mensupları Padişah iradesinin yerini almak üzere tasarlanan TBMM'nin de, eğer gerçek şûrevî fonksiyonu bulunmazsa, siyâsî saltanatın şekil değişmekle beraber bu kez şahıs, zümre veya parti diktatörlükleri ile özde devam edeceğini söylüyor. Günümüzdeki demokrasi sancılarını, ta o zamandan haber veriyorlardı.

İkinci Grubun ilk önemli tepkisi Hüseyin Avni, Celaleddin Arif, Süleyman Necati ve Kadı Raif Efendi'nin başını çektiği, "Taşradan (Erzurum’dan) bir çevirme ile siyasi irâdeyi hakim kılma" projesiyle oldu. Ankara'ya hâkim olan Balkanlı ve Kafkaslı ittihatçılara, Anadolu'nun bir cevabı olması gerekirdi ve bu cevabın verileceği yerlerin başında da Ankara’ya en büyük desteği veren ve Kâzım Karabekir'i de ayakta tutan Erzurum'dan gelmekteydi.

Bu siyasî manevra, düşman tehdidinin artması ve Karabekir'in mütereddit davranışları sebebiyle akîm kaldı. Zaten, vatana yöneltilmiş tehlikeler arttıkça, farklı siyasî niyetler de geri planda kalıyor, siyasî hesaplaşma kurtuluş sonrasına bırakılıyordu. Nitekim İkinci grubun tasfiyesi, grup üyelerinden birkaçının faili meçhul cinayetlerle yok edilmesi, kurtuluş sonrası sürecinde ortaya çıkacaktır.

İkinci Dönem TBMM seçimleri sonucu İttihat Terakki'nin Anadolu Kanadı tasfiye olmuştu ama İstiklâl Savaşı’nın kumandanları ile İttihat Terakki'nin birinci takımının bakiyeleri hâlâ meclisteydi. Bu grup kısa süre içinde bir siyasî teşekkül oluşturarak Terakkiperver Cumhuriyetçi Fırka'ya vücut verdi ve TBMM'de 29 kişilik bir grup oluşturdu.

Hüseyin Avni Bey'de bu yeni Fırka'nın kurucuları arasındaydı. Ama 2. Grubu tasfiye eden güç, Terakkiperver Fırkayı da kısa zamanda siyaset dışına itecek, bu Fırka'nın bir iki istisna dışında bütün mebusları TBMM'den çıkarılacakları gibi, mebusların önemli bir bölümü ile parti önde gelenlerinden bir çoğu idam sehpalarında can verecekti. Hüseyin Avni de idamlıklar arasında olarak, Aliler mahkemesinin önüne çıkarıldı. Ama onu mahkum edecek uydurma da olsa bir delil ortaya koyamadılar. Arkadaşlarının mazlûmen idam sehpalarına çıkarılmaları bu ahlâk adamını isyan ettirmeye yetiyor, ölüm eşiği üzerinde kendine beraat ettiğini bildiren Kel Ali'nin yüzüne karşı "Bu güne kadar namusumdan emindim, fakat Şimdi şüphe ediyorum" diyor, Kel Ali'nin "Niçin?" sualine karşı verdiği "Hepsi de benden bîgünah ve namuslu arkadaşları astınız, ben de ne gibi namussuzluk gördünüz ki, bu şerefli ölümden esirgediniz?" cevabıyla, nasıl bir siyasî ahlâk adamı olduğunu ortaya koyuyordu.

Türkiye'nin demokrasi ümitleri, birinci ve ikinci meclislerindeki muhalefetin kanlı bir biçimde susturulmaları ile yok edilirken, bütün muhalifler gibi Hüseyin Avni’nin gözaltı hayatı başladı. Tek Parti siyasî komiserleri onu zaman zaman yokluyor, siyasî alâkalarını ölçmeye çalışıyordu.

Ali İhsan Sabis Paşa hatıralarını kaleme aldığında, kendini yargıç önünde buluyor, Hüseyin Avni de bu göz dağı operasyonunda ihmal edilmeyerek bil vesile istintak olunuyordu. Yargıcın Hüseyin Avni’ye yönettiği "Ali İhsan Paşa, bu kitapları ne maksatla yazmış olabilir ?" sorusuna verilen cevapta bir siyaset mualliminin ruhları dirilten nefesi vardır: "Bana Ali İhsan Paşa bu kitapları niçin yazdı diye sormayın, sen niçin böyle kitapları yazmadın?" diye sorun. İşte bu seçkin ruhtur ki, siyasetin karşı saflarını seçerek yoluna devam eden eski arkadaşlarını cezbediyor, 1939'lara ulaşılan günlerde Refik Savdam gibilerine "Sen bu çamura, bu leşe bulaşmadın, içimizde temiz olarak yalnız sen kaldın, sana gıpta ediyorum" dedirtiyordu.

Meclise, kürsülere sığmayan adam; dosta dost, hasma hasım bu siyaset yiğidi Hüseyin Avni'yi, pek az tanıyoruz.

"Dünyada hiçbir lezzet, vicdan huzuru kadar kalıcı ve insan ruhunu besleyici olamaz" diyen bu insanın son yıllarındaki düşüncelerini aksettiren bir hastahane muhasebesi ile yazımızı tamamlayalım.

Hareket Mecmuası Tahrir heyeti ölümünün birinci yılında dostlarına "Hüseyin Avni'ye ilişkin hatıralarını yazmalarını isteyen" bir mektup gönderir. Gönderilen hatıralar arasında ver alan Asaf Muammer Bey'in mektubunu kısaltarak takdim ediyorum:

"Cerrahpaşa Hastahanesindeyim. Hüseyin Avni'nin yattığı karyolanın ayak ucunda rahat bir koltukta oturuyorum. O’da hususi, biz bizeyiz. Bermûtad dünya hadiselerini gözden geçirerek sağa sola çata çata konuşuyoruz. Fakat onda da bende de sevimsiz bir sohbet dermansızlığı var. Ben dermansızlığın menşeini biliyorum. Ertesi sabah saat sekizde Hüseyin Avni'ye ameliyat yapılacak. Müfekkirem, bütün mevzûların sathından bir topaç gibi sekip geçerek hep bu nokta üzerinde fırıl fırıl dönüyor. Yüreğime doğru bir sızının derinleştiğini duyuyorum: "Bu iş nasıl olacak?. Vakıâ "şeker" sıfıra düştü; fakat ya kahpece gizlendiyse? Ya hasta kalbi bu sert ameliyata dayanamazsa?! Ya, bir aksilik oluverir de bu, her gönlü harap, âmâli perişan dosta mülteca olan âşinâ-ı dert adam, göçüp gidiverirse? İşte bendeki dermansızlık hep bu endişelerden sızıp geliyor; bütün varlığımı istilâ ediyor, ne düşünüyor?  Bilmiyorum! Gözlerimi süze seze olanca mümaresemle düşüne düşüne, yüz hatlarını müşahededen geçiriyorum. "Mutlaka, diyorum kendi kendime, o da bunu düşünür. Biliyor ki, kalbi hastadır; şekeri var. Bu iş ihtimâl bir şeametle neticelenebilir: bu yüzden kahırlanıyor muhakkak. O halde ben bağrıma taş basmalıyım; mâneviyatını kuvvetlendirmeliyim." Endişesiz, âvâre bir sesle soruyorum:

"Nen var senin ya hu? Dalıp dalıp gidiyorsun! Yarınki ameliyâta ehemmiyet veriyorsun gâliba? Hiç endişelenme; basit bir ameliyat imiş. Geçiren birçok kimselere sordum ben "duymadık bile" diyorlar. Nihâyet arzuna bağlı bir şey, istemiyorsan yaptırmazsın. Hiç beklemediğim bir kahkaha atıyor: "Benim öyle bir şey düşündüğüm yok. Dalgınlığımın esbabını şimdi sana anlatırım" Hoş bir menkıbe anlattı. Bir hayli gülüştük. Kasvetli hava biraz hafifledi. Kendimize gelir canlanır gibi olduk. Hüseyin Avni yatakta bağdaş kurdu. Kopa kaybola, sayısı sekize, ona inmiş Hacımezat tesbihini bir avcundan bir avcuna ata oynaya diri bir sesle konuşmaya başladı: "Desene ki beni bıçaktan korkan bir tabansız sandın? Tıbbın bıçağından korkar mıyım hiç! Ancak tabibin cehlinden, soysuz gururundan korkarım! Birçok baylarımız (bu vasfı hiç sevmez: daima istihza makamında kullanırdı) gibi kendini ehil zanneder de "yapıyorum" diye insanı büsbütün kör eder maazallah... Hayır azizim bunları düşünmüyorum, haddizâtında ölümden de pervam yoktur. Kemâli teslimiyetle bilirim ki bu âlemde bekâ yoktur; her gelen günün birinde göçer gider. Benim için korkunç olan asıl seyyiatım, günahlarımdır birader. Beş on gün şurada dinlendim de biraz, selâmet-i akıl ile, huzuru vicdan ile ömrümün bilançosunu gözden geçirdim: Baştan başa hüsran!

Medâr-ı teslimiyet veya neşe olsun için: "Senin ne seyyiatın olacak? Geç. Mübâlağa ediyorsun, tevazua kaçıyorsun bir hayli." dedim.

Yüzünde nâhoş bir işmizaz belirdi. Mahzun bir sesle:

"Gel" dedi. "Bugün gâfil ve mağrur nefislerimize uyarak özsüz laf etmeyelim. Seninle birçok konuşacaklarım var. Hakikat şu ki, hepimiz gırtlaklama seyyiat içindeyiz! Halbuki, geçmiş bizden bekler, âti bizden bekler, biz ise nâdan nefsimizin peşinde bir ihtiras batağından diğer bir ihtiras batağına dalmaktayız: ne hayrımız var ne hasenâdımız."

Birdenbire hiddete kaçan bir sesimle mevzudan atladı:

"Dün buraya bir ziyaretçi gelmişti. İsmi lâzım değil, kahramanlık mahramanlık diye bir sürü riyâkâr laf etti, kafamı patlattı. Zaamınca can siperâne çalışmış, mecliste çekinmeden söz söylemişim, elbette kahraman imişim. Ne semahat... Ne beleş kahramanlık bu! Kendi teseyyübümüz yolundan ocağımıza sel basmış da, elbirliği etmiş, bir oturum yer kurtarmışız! Bu kadarcık ta yapmasaydık hangi sûretle "Bu ülke bizim, şu muhteşem taç, şu muazzam tarih bizim." Diyebilecektik acaba?

Kurtardığımız bir avuç toprak için kahramanız ! âlâ!, ya verdiğimiz bin dönüm toprak için istihkakımız nedir? Bunu sorunca muhatabım sustu. Susar elbet. O da bilir ki hakikatin sillesi, riyânın kahpe dudağı gibi yumuşak değildir. Bir karış yer kurtardık, bin dönüm yer bıraktık, dede tâcı elimizde parçalandı. Bugün her parçası bir krala taç oldu, bunun esbabını âtî araştırır, cürmü bize sorar, günahı bize yükler. Sanma ki ben cihâdımla, varlığımla müftehirim. Haşa. Ancak aczimin teseyyübümün hayâsını duymaktayım, yarın geberir gidersem ceddim katına hangi suratla varırım? Ömrüm ·devâm eder de kalırsam ahfâdıma ne yüzle bakarım?" diye kaç gündür şu yatakta titriyorum. Hüsran acısın halimize birader, hüsran!

Hüseyin Avni'nin bu derece teessür ve tuğyan hâlini hiç görmemiştim. Bembeyaz kireç kesilen rengine; coşkun çağlayanlar gibi inleyen sesine; gözlerinden ışıldayan habbe habbe damlalara dayanamadım. Yerimden fırladım. Feragâti. tevâzuu, tevekkülü ve hakperestliği nâmına, tertemiz anlından öptüm. Göğsümden itti. Amir bir edâ ile:

"Otur yerine! Dedi, öpülecek şâyeste arıyorsan git fetihten fethe koşar o mübarek kahramanın, Fâtih'in ayak taşını öp... Asırlarca ecdat mirası ile geçindik, kendi kazancımızla değil paşam. Sen de benim gibi diz çök de vicdanın huzuruna, hayrınla seyyiatını tarta tarta bir lahza düşün: "Ceddinden ne devralmıştın ahfadına ne bırakmaktasın?"

Vefatının ellinci yılında Hüseyin Avni elbette kendisine gönderilecek fatihalardan hissedar olacaktır, ama "Hüseyin Avni karakterinin hayat sınavından geçen siz gençlerden beklediği nedir?" diye sorarsanız, ona şu sözleri ile ruhi bir paralellik kurmanızı salık veririm:

"-Bin fâtiha, bin mevlûd yerine bir tek haksızlığa mâni olmak fazîletini gösterirsek, ruhlarımızdaki hicran bir nebze diner!..

Hüseyin Avni Ulaş ve Birinci Mecliste Demokrasi Mücadelesi

Halk hareketi olarak başlayan Türk kurtuluş mücadelesi, Türk toplumunun emperyalist güçlere karşı başkaldırısı olarak gelişmiştir. Ancak halk adına hareketi sahiplenen seçkinlerin iradeleri, kurtuluş sonrası yeni düzenin kökleşmesinde ön plana geçmiştir. Asker/sivil bürokrat eliyle gerçekleşen devrimin bu kısmı, toplumu radikal bir dönüşüme tabi tutmaya çalışmış ve bunu engellemeye çalışan her türlü etkiyi de bertaraf etme yolunu seçmiştir.

Buna karşılık devrimin başlangıç noktası olan halk hareketi kavramına sadık kalmaya çalışan insanlara muhalefet saflarında mücadele etmek düşmüştür. İşte Hüseyin Avni Ulaş, bürokrasinin otoritarizmine bulaşmadan, halkın devrimine, değerlerine ve en önemlisi milli iradenin tecellisi olan demokrasi ilkesine sadık kalınması için mücadele vermiş bir şahsiyettir. Fransız Devriminin “Danton”una benzetilen Hüseyin Avni; Danton’un İhtilalciler karşısına dikilip, insanların kanının akmaması için ihtilalci terörün önüne geçmeye çalışması, devrimin kendi kendini aşmaması için
bir sınır konulması1 gayretlerine mukabil, şahıs istibdadının önlenmesi, kanun hakimiyetinin sağlanması ve demokrasinin tesisi için, birinci meclis muhalefet saflarında mücadele etmiştir.

Çalışmamızda öncelikle Türk devriminin geçirdiği evreler sonunda otoriter eğilimler içine girmesi ele alınacak, sonra yeni kurulan devletin otoriter eğilimlerle kuşatıldığını gören grubun gayretleriyle oluşturulan ‘Birinci Mecliste İkinci Grup’ üzerinde durulacak, en sonunda ise bu grubun önemli şahsiyetlerinden Hüseyin Avni Ulaş ve demokrasi mücadelesi, dönemin önemli olayları ışığında incelenecektir.

Türk Devrimi ve Demokrasi

Ulus devlet yapısı kurmuş ulusal önderler, hedefledikleri modernleşme ve kalkınmayı gerçekleştirmek için güçlü bir idari yapı mekanizmasının gerekli olduğunu düşünürler. Bu önderlerin genel eğilimi, çağdaşlaşmanın amaçlarını tek ve egemen bir parti yönetimi ve güçlü bir hükümet aracılığıyla gerçekleştirmektir. Her ne kadar çağdaşlaşma amaçlı yönetimlerin önderleri iktidarların otoriter yapılarının geçici olduğu teminatını verseler bile, otoriter yönetimin geçici olma ve daha sonra katılımcı demokrasiye geçiş özelliği fazla güven verici değildir. Çevre şartları ve konjonktürün gerekleri demokratik katılımcı yönetimin oluşmasına zemin hazırlasa dahi, otoriter geleneğin alışkanlıklarını kolay kolay bırakamayacağı tehlikesi karşısında yapılacak çok şey yoktur.2

Türkiye örneğinde belirgin şekilde görülen demokratikleşmede günümüzde dahi görülen zorlanma,
sistemin otoriter yapıyla meydana gelen sıkı bütünleşmesi ve güçlü hükümet alışkanlıklarından
kurtulamamasıdır. Şerif Mardin bu sorunun kaynağını şu şekilde izah eder:

“Devrimin devlete bakan yönünü esas alan cumhuriyet ideologları, bireye bakan yönünü gözardı etmişler ve bu alanda özgürlükler ve demokrasi sorunu ortaya çıkmıştır. Kurulacak yeni yapıya uygun vatandaş tipinin oluşturulmasından sonra yekvücut olan vatandaşlar için iyileştirici çalışmalarda bulunmak hedeflenmiştir. Sorun ise burada başlar, “Cumhuriyet devrimleri ‘devlet’ temelini kurmakta ve ‘devlet’ kavramıyla yapılabilecek işlerde başarılı olmuştur. Devrimlerimizin krizin önemli bir ekseni ise çağdaş kişiliğin yapı problemleriyle kesiştiği noktada ortaya çıkmıştır.”3

Yukarıdaki ifadelerde de belirtildiği gibi, Türk İnkılâbının ilk yıllarında demokrasi ilkesine çok fazla yer verilmemesinin sebebi, inkılâbın dönüştürücü amacına, katılımcılık ve birey kavramlarının menfi tesir edeceği gerçeği olarak görülmektedir. Tarık Zafer Tunaya bu konuda, öncelikli olanın, ulusal planda oluşumların meydana getirilmesi ve kişi olarak Türk’ün yaşayabileceği ve gelişeceği çevre, bağımsız bir ülke oluşturma olduğunu zikreder. Kişisel planda insan ögesiyle uğraşmanın daha sonra, ancak bugün ön plana alınacağını da ekler.4

Demokrasilerinde her zaman pürüzler bulunan gelişmekte ve az gelişmiş olan ülkelerde olduğu gibi bizde de, Batı dünyasının karakteristik özelliklerinden oldukça farklılık gözlenir.

“Türkiye’de neredeyse kutsallaştırılmış bir devletçi zihniyet ve düşünce geleneği vardır. Doğrudan doğruya demokrasinin özneleri olması gereken unsurlar arasında bile, sivil olanın meşruiyeti ve devletin fonksiyonlarının bu çerçevede üretilmesi gerekliliği anlayışı dahi gelişmemiştir”.5

Otoriter yönetim şekli Türk toplumunun yabancısı olmadığı bir yönetim şeklidir. Osmanlı Devleti
bireylerin örgütlenmesi, tarım toplumuna dinamizm kazandırmak için geleneksel tarım toplumlarının
“merkezkaç” eğilimlerinin engellenmesi ve eski Türk topluluklarının kabileci eğilimleri ve parçalanmış
yapılarının tasfiyesi için siyasi merkeziyetçiliği bir hayatiyet meselesi olarak işletmişlerdir. Ancak,
Tanzimat’la birlikte ülkenin batılılaşma sürecine girmesi sonucu ortaya çıkan asker-sivil bürokrat ve
batıcı aydın kesiminde halka bakış değişmiş, halka medeniyet götürmek misyonunu yüklenen seçkin sınıf dönüştürücülük görevini üstlenmiş, ve medeniyet havariliği içine girmişlerdir. Pozitivizm kılıcını kuşanmış ve devrim sonrası cahil halka yeni iyi ve doğruları kazandırmaya çalışan Cumhuriyet bürokrasisi de bütün iyilikleri ve doğruları halka benimsetirken tepeden inmeci, jakoben bir ideoloji halinde tezahür etmiştir.6

İnkılapların otoriter devletin ideolojik aracı olarak kullandığı Tek Parti döneminde, ya demokrasi uğruna inkılap ve halkı dönüştürme hareketlerinden vazgeçilecek, ya da demokrasinin zamanının gelmediğinden bahisle bu kavram gündemden kaldırılmaya çalışacaktı. İkinci uygulama öne çıkarken, biraz daha değişik olarak, cumhuriyetin faziletlerinden bahsedilirken, demokrasiden hiç söz edilmemesi, dönemin yöneticilerinin demokrasi konusunda zamanın erken olduğu görüşünde olduklarının göstergesi olarak karşımıza çıkmaktadır.

Antidemokratik düşünce geleneğinin pratik uygulamasının kökleştiği dönemde, demokrasiyi imkansız
gören zihniyet, toplumu aydınlar tarafından terbiye edilecek bir kitle olarak görmekle demokrasiyi
gündelik hayat içinde özgür bir tartışma ortamında üretmek şansını, cumhuriyetin temellerini atarken
kaybetmiştir. “Cumhuriyet tarihi demokrasinin tarihi değil, aksine ordu ve bürokrasinin denetimi ve
kitleleri devletin resmi ideolojisi haline gelen Kemalist görüşün çizgisine çekmenin tarihi olmuştur.”7


Türkiye Cumhuriyeti İnkılap seçkinlerine göre demokrasi, ulaşılması gereken bir hedef olmasına
karşın mevcut zeminde uygulanması mümkün olamayacaktır. Gerekli sosyal ve kültürel altyapılarını tamamlamayan halka uygulanacak olan eğitim ve dönüştürme işlemi sonucunda hedef kitleninsosyalleşmesinin sağlanmasından sonra demokrasi kurumları ile birlikte işletilebilecektir. Aksi yönde düşünenlerin muhalefet örneğine geçmeden önce, bu yönde düşünen seçkinler arasında dikkati çeken bir örneğe kulak verilecek olursa, Türk devriminin önemli ideologlarından Recep Peker’e göre, gerçek demokrasinin mülkiyeti esas kabul etmesinin yanında sermaye ve işçi sınıfını kontrol altına
alan, “liberalizmin kaos ortamı”na fırsat vermeyen ekonomide “ılımlı” siyaset ve idarede” “sıkı” bir devletçilik ve “otoriter demokrasi” esas alınmalıdır.8

Birinci Mecliste “İkinci Grup”

Yeni Türk devletinin kuruluşunda bu düşünce içinde bulunan fikir adamlarının yanı-sıra “Padişahlığın
monist yapısından kurtulalım derken yeni despotizmin ağına düşme tehlikesini” dile getiren ve milli
iradenin tecellisi için milli meclisin işlerliğe kavuşturması gerektiği üzerinde fikirler ileri süren
siyaset adamlarına da rastlanmaktadır.9

Türkiye Büyük Millet Meclisi kurulduğunda öncelikli hedefi emperyalist saldırılara karşı mukavemet olduğu için yek vücut bir görüntü arzetmekteydi. Ancak zamanla rejim yerleşip de farklı görüşler ortaya çıkınca, başgösteren otoritarizme karşı mücadele eden ve esasta fikir ayrılıkları olmamasına rağmen usulde yapılan uygulamalara demokrasi ilkesini ihlal ettiği düşünce ile karşı çıkan “ikinci grup” bu kaygılarını yüksek sesle ifade ederek muhalefet cephesinde mücadele etmek zorunda bırakılmıştır.10

Rauf Orbay’ın bu grup hakkındaki sözleri kayda değerdir:

“Muhaliflerin başında görülen Hüseyin Avni, Çolak Selahattin ve onlara iltihak eden Kara Vasıf Bey’ler,
benim de Mustafa Kemal Paşa’nın da arkadaşlarımızdı. Bunların başlıca muhalefetleri “devlet ve hükümet işlerinin meclis murakebesinden sıyrılarak tek elden yürütülmeye doğru gittiği kanaatlerinden doğup, bunu önlemeye matuf görünüyordu. Bu noktada pek hassas olduklarını belirterek, bilhassa Mustafa Kemal Paşa’nın hem meclis hem hükümet başkanı ve aynı zamanda başkumandan olarak bütün yetkileri elinde toplamış olmasından endişe ettiklerini gizlemiyorlardı. Halbuki o günkü durumda böyle olması zaruri idi. Başka çare yoktu. Fakat bu gerçeği karşı tarafın milli hakimiyet
hassasiyetine anlatmak güçtü.”11

Bu grup, cumhuriyetin başlangıcında ortaya çıkan demokrasi-otoritarizm mücadelesinde milli iradenin
meclis eliyle işletilmesi için gayret sarfeden siyaset adamlarından oluşmaktaydı. Muhalefet cephesinde mücadele etmek zorunda kalan ve “demokrasi” lafzını da yüksek sesle söyleyen grup üyeleri, memleketin âli menfaatleri karşısında susmak zorunda bırakılmış, hatta vatan haini ilan edilerek siyaset sahnesinden uzaklaştırılmıştır.12

Bu meyanda zikredilecek en önemli şahsiyet kuşkusuz dönemin ilk demokratı sayabilecek olan Birinci Meclis Erzurum Mebusu Hüseyin Avni Ulaş’tır.

Yeni Türk Devleti’nin İlk "Demokrat"ı

Tanzimattan itibaren Osmanlı siyasi hayatına yön verenler, Dersaadet kökenli ve çoğunluk itibariyle
asker olan bürokratlardı. Tanzimat paşalarından İttihatçı önderlere kadar bütün siyasi oluşumlar
asker/sivil bürokratlar eliyle kotarılmış, otoritarizm toplumu yönlendirmenin ve yeniden yapılandırmanın tek ve geçerli aracı olmuştur. Cumhuriyette ise gelenek devam ettirilerek çoğunluğu asker olan
bürokratlar eliyle yeni yapı kurulmuştur.13

Yeni kurulan devletin kurucuları içinde şüphesiz istisnalar mevcuttur. Devletin yapısı ve işleyişi
üzerinde önemli etkileri olan Hüseyin Avni Ulaş bu istisnaların başında gelmektedir.

Öncelikle taşra kökenli olması onu diğer Cumhuriyet seçkinlerinden farklı kılar. 1887 yılında Erzurum’un Kümbet köyünde doğan Hüseyin Avni Bey, ilk eğitimini aldığı Erzurum’dan hukuk tahsili için ayrılmış ve İstanbul’a gelmiştir. Bu dönemden sonra siyaset sahnesinde boy gösteren Hüseyin Avni, son Osmanlı Meclisi Mebusan’ına girmiş, Kafkas cephesinde sivil milis olarak savaşmıştır. Milli Mücadele’nin başlamasından sonra ise Erzurum ve Sivas kongrelerine katılarak Anadolu Hareketi’nin önde gelen isimlerinden olmuştur.14

Asker sivil bürokrat geleneğinden ayrı olarak sivil bir eğitim ve mücadele altyapısı, onu diğerlerinden ayıran en önemli özellik olarak belirmektedir.

Birinci TBMM’de Erzurum mebusu olan Hüseyin Avni, dönemin otoriter yönetim arzularının karşısında durmuş ve bu tutumu ile de muhalefet cephesinde mücadele etmek zorunda bırakılmıştır. Milli Mücadele, saltanatın kaldırılması, milli iradenin tesisi gibi konularda ön saflarda olan Hüseyin Avni, zamanla yönetimin bazı konularda otoritarizme kayması karşısında şiddetli eleştirilerde bulunarak bunları engellemeye çalışmıştır. Birinci B.M. Meclisi’nde Heyet-i Vekile üyesi Adnan Adıvar’ın, Hüseyin Avni hakkında Hareket dergisinin yaptığı ankete cevap verirken kullandığı: “Siyasi
karakteri sağlam ve cesur idi. Tenkitleri cesurane ve hürriyetperverane idi” ifadesinin yanısıra Hüseyin Avni’nin mücadelesini tanımlarken “Birinci B.M. Meclisi’nde beni en çok yoran arkadaşlarımdan biri idi”
sözleri, onun karşıt gruptaki insanların da takdirini kazanmış bir siyaset adamı olma özelliğini tescil etmektedir.15

Hüseyin Avni muhalefetini, milli iradenin meclis eliyle işletilmesi, yönetimin tarafsızlığı, istiklâl mahkemeleri adıyla özel yetkilerle donatılmış mahkemelerin demokrasi ilkesiyle çeliştiği hususu ve
temel hak ve özgürlüklerin sağlanması konularında yoğunlaştırmıştır.16

Milli iradenin meclis elinden alınıp önce Heyeti Vekileye daha sonra da “Başkumandanlık” kanunu ile
Mustafa Kemal Atatürk’e verilmesi karşısında ekibi ile birlikte şiddetli bir muhalefet atağına girişmiştir.
Hüseyin Avni’nin muhalefeti karşısında Atatürk daha sonra, "...Efendiler; Hüseyin Ayni Bey Başkumandanlık kanunu aleyhinde söz söylerken birtakım laflar sarfetmiş. Yüksek Meclise bu hareket ile milleti rezil edeceksiniz ! demiş. ... Vazifeler şahıslarla olmaz; şahıs yoktur, millet vardır
tarzında düsturlar ortaya atmış.

Gerçi asıl olan millettir, sosyal topluluktur. Onun da genel iradesi mecliste tecelli etmiştir; bu her yerde
böyledir. Fakat bireyler de vardır. Meclis, yurt ve devlet işlerini bireylerle, şahıslarla yapmaktadır.
Her devletin işlerini çeviren şahıs ve şahıslar meydandadır. Gerçeği anlamsız nazariyelerle inkara yer
yoktur.”17

ifadeleriyle kendini savunacaktır. Ancak burada ifade edildiği gibi Hüseyin Avni’nin “Başkumandanlık Kanunu”na bütünüyle muhalefeti sözkonusu değildir. Kaldı ki, dönemin hassas özelliğinden dolayı askeri alanda bu kanunun gerekliliğine o da inanmaktadır. Birinci Mecliste muhalefeti incelediği hacimli çalışmasında Ahmet Demirel, Hüseyin Avni ve ekibinin bu kanun hakkındaki görüşlerini şöyle dile getirmektedir.

"Muhalif mebuslar Mustafa Kemal Paşa’nın başkumandanlığa getirilmesine karşı çıkmamışlar, hatta
destek vermişlerdir. Buna karşılık, Kanun’la Başkumandan’a kanun yürürlükte olduğu süre boyunca
meclis yetkilerini kullanma hakkı verilmesini hiçbir zaman kabul etmemişler, başından beri buna karşı
çıkmışlardır."18

Ayrıca Mustafa Kemal de, kanunda kısa bir süre içinde sınırlandırılmış olsa bile Meclis yetkilerinin bir
şahsa devrinin esasen doğru olmadığını ifade etmekteydi.

“İtiraf etmek lazımdır ki, bu yetki büyük bir yetkidir. Meclisin yetkisidir ki bana veriyor. Böyle olmakla beraber, üç ay sonra elbette ya yenilersiniz veya yürürlükten kaldırırsınız. Böyle bir yetki vermek
doğru değildir. Bunun için üç ay gibi kısa bir zamanla sınırlayınız.”19

Özel olarak Hüseyin Avni’nin bu kanun hakkındaki düşünce ve/veya eleştirilerine gelince; öncelikle,
Mustafa Kemal’ın aynı zamanda Meclis Başkanı olması sıfatıyla sorumsuz, Başkumandanlık sıfatıyla ise sorumlu olacağını ve bu durumun oluşturacağı karmaşayı dile getirmiştir.20

Muhalefetin baskıları karşısında Fevzi Çakmak’ın, verilen yetkilerin geri alınması dışarıya karşı zaaf teşkil edeceği kaygısı karşısında, Avrupalıların karşısına reşit bir millet olarak çıkmanın gereğini
vurgulayarak asıl zaafın meclis üstünlüğünden taviz vererek gösterileceğini işaret etmiştir. 21

Başkumandanlığın gereği konusunda, “Gayemiz, düşmanı kovmaktır. Emr-i kumanda gerekliyse
o başka kanundur. Fakat bu kanundur. Fakat bu kanun muhteva itibariyle tamamen başkadır. Başkumandanlığa gerek varsa ayrı bir kanun yapalım”22

ifadeleriyle meclis yetkisi hususundan ayırarak, askeri uygulamalarla sınırlı bir başkumandanlık teklifi
yapmıştır.

Kanunun uygulama alanlarından olan İstiklal Mahkemeleri hakkında; bu mahkemelerin el uzatmadığı
alanın kalmadığı, hükümetin bütün icraatlarını eline aldığı ve meclis adına hükümler verdiğini ifade
ederek, eğer bir mahkeme teşkil edilecekse bunun da hukuk kuralları içinde işletilmesi gerektiğini
belirtmiştir. Her ne kadar olağanüstü bir durum içinde bulunulsa bile “inkılabın da hukuku vardır”
düşüncesiyle o hukukla hareket edilmesi gerektiği üzerinde durmuş, ve devamında: "Efendiler, siz
memleketi kurtarmak istiyorsanız siz mahkemeleri yaşatmak istiyorsanız işte burada üçyüzelli mahkememiz var. Onun kudretini artırın, onun kudreti olmazsa dört mahkeme beş mahkeme adaletin bütün teşkilatını yürütemez. Bütün suistimalin önüne geçemez. Binaenaleyh tecziye edemez. Ben zannediyorum ki adli mahkemelerimizin oldukça muntazamdır. (...) Daha ziyade adliyeyi hakim etmeye çalışalım. Askeri firarileri için lazım ise, yalnız ona tahsis edelim. Böyle maddi manevi zarar takdirine selahiyetdar, umumi cümlelerle verilen namütenahi (tefsir ve tevile müsait cümlelerle verilen selahiyetle ve) re’yi hodiyle her şeyi hüküm altına almak, her şeye hüküm vermek
selahiyetini artık refetmek, üzerinize farzdır."23


ifadeleriyle İstiklal Mahkemeleri’nin hukuki yapı içinde telakki edilmesi ve hukukun ruhuna uygun hale
getirilmesi gerektiğini belirtmiştir.

Milli iradenin meclis eliyle ifade edilmesi çabalarının yanında üzerinde durulacak en önemli
hususiyeti, kanunun üstünlüğüne dayalı bir rejimi yerleştirme çalışmalarıdır. Bu amaçla muhalif seslere hoşgörüyle yaklaşmanın ve kanun sınırları içinde muamele etmenin gerekliliğini ısrarla vurgulamıştır.
Temel hak ve özgürlüklerle beraber basın özgürlüğünün sağlanması çabaları sırasında; "cepheler kan ağlarken bunlar da ne oluyor?" sorusuna verdiği cevap onun bu konuda da sergilediği hassasiyeti özetler. "Cepheleri tutacak olan kanunudur, adalettir!."24

Hüseyin Avni'nin de içinde bulunduğu ve "demokrasi" bağlamında anlamlı bulduğumuz bu muhalefet karşısında iktidarın basın yoluyla savunulduğu görülmüştür. Sözgelimi, Yunus Nadi'nin Yenigün gazetesinde yayınlanan "yeni bir cidal devri" adlı makalesinde, muhalif grup için sarfettiği, "Bazı maksatlar için kamuoyuna tereddüt teşevvüşler aşılamak isteyen beş on kılıç arttığının gayretleri" ifadelerinin yanısıra, "Türk Milleti kendi istiklalini korumaya ve kurtarmaya çalışırken karşısına çıkan düşmanların en şeni'i Halife ve sultan olduğunda elbette karar kılmıştır. Hal böyle iken bu memlekette Sultan ve Padişah isteyen sefil ruhlar bulunabildiğini farzettirecek bazı emare ve alametler eksik değildir. Biz biliriz ki onlar vardır, ve biz biliriz ki onlar kendi kanları içinde boğulacaklardır.
Bize diyecekler bulunabilir ki: Hani ya, yahu hürriyet ve serbesti? Millet emrediyor ki bu işte hürriyet ve serbesti yoktur. Kokmuş ve muzır fikirlere serbest gezmek ve serbest söyleyebilmek mesağı yoktur. İsterse onu söylemek iddiasında bulunacaklar Büyük Millet Meclisi azasından bulunsunlar!"25

sözleriyle muhaliflere sert ve tehditkâr bir dille çatmıştır. Buna cevaben Hüseyin Avni'nin yapmış olduğu Meclis konuşmasında Yunus Nadi'nin "Benim fikrim dışında söz söyletmem" tavrına karşılık; kullandığı aşağıdaki ifadeler, ona karşı yakıştırmalara cevap verirken aynı zamanda inkılabın
sahibinin halk olması gerektiğine ilişkin vurgusuyla, Hüseyin Avni'yi yeni devletin demokratı olarak
niteleyişimizi haklı kılar görünüyor:

"Biz inkılabı fikirle yapacağız ki, payidar olabilsin. Eğer kabadayı usulünü takip edersek, korkarım ki o
zaman inkılaptan mahrum kalırız. Kanla değil fikirle inkılap yapacağız. Yine makalesinde 'bunu arzu edenler isterse Büyük Millet Meclisi azası olsun' diyor. Efendi, Büyük Millet Meclisi hiçbir baskı altında değildir. (...) İnkılaplar fikir teşkilatıyla, mektebiyle gelişir. Yoksa 31 Mart hadisesi gibi bu memlekette inkılap yapılamaz. Bizim inkılabımızı bu gibi fikirler çürütmektedir. İnkılap fikrinin münevver öncüsü olan Türkiye Büyük Millet Meclisi Halka hakkı hükümranisinin fazilet ve meziyetini öğretmelidir.
Onun tercüman-ı efkarı olan gazeteler, onun alemdarlığını ilan eden arkadaşlarımız, ilmi münakaşa
ilebu vazifeyi yapmalıdır, ölüm tehdidiyle değil efendiler. Bu yetki kimsede yoktur. Zaten gülerim ben;
Yunus Nadi Bey'in sözüyle memlekette bir bıçak kımıldayacak olursa, evvela beni vursun. Telaşım şu
ki; eğer bu iş ölümle sonuçlanacaksa inkılap da ölecektir"26

Sonuç Yerine

Mücadelesinde şahıs hakimiyeti yerine halk hakimiyetini tesis etmeye çalışan Hüseyin Avni'nin
muhalefetinin tek kaynağı gönülden bağlı olduğu demokrasi ilkesi idi. TBMM'nin çıkardığı bütün
kanunların eksiksiz uygulanmasını isterken, yasamanın yürütmenin üstünde olduğunu ısrarla ifade etmiştir.

Haraket dergisinde yazılan bir makalede "Milletin istiklal savaşında nasıl ön safta yer aldıysa istiklalini kazanan milletin hürriyetini tehdit eden her hareket karşısında da gürledi. Birinci meclisin demokrasi kahramanı oldu. Millete, fikri inkılabı uyandıralım aksi takdirde yarın gene müstebit bir sultanın esiri olursunuz diyordu."27

ifadeleriyle anlatılan Hüseyin Avni, aynı dergide Denizcioğlu imzalı yazıda "Yalnız alkış gürültüsüne alışmış olan kulaklara, ilk büyük millet meclisinde biraz da hakkın, adaletin, kanunun, sesini ulaştırmak  istedi."28

denmektedir. Nurettin Topçu ise bu demokrasi havarisi hakkında; "En büyük korkusu şark despotizminin yeniden hortlamasıydı."29 yorumunu yapıyor.

Muammer Asaf'ın naklettiği, dönemin Bahriye Vekili İhsan Yavuz'un şu sözleri Hüseyin Avni'nin davasını izahta bize yardımcı olacaktır. "Bizim en büyük hatamız, Hüseyin Avni'nin kapatmaya çalıştığı kapıyı açık tutmakta endişemiz oldu. Bu yüzdendir ki inkılabın mev'ud meyvesini çürüttük."30

Görülüyor ki, Hüseyin Avni, hukukun üstünlüğü, demokrasi, milli iradenin tesisi yönündeki çalışmaları
ile muhalif olduğu grup tarafından bile takdir edilmiştir. Birinci Mecliste grubu ile birlikte yapmışolduğu kanun çalışmaları ve otoriter eğilimler karşısında gösterdiği mücadeleler ile döneme damgasını vurmuş önemli şahsiyetler arasına girmiştir. Sivil başkaldırı kavramına anlam kazandıracak gayretiyle Gandi'ye, birlikte yapılan devrimin sapmasından endişe ederek muhalefet saflarına geçmesi ile Danton'a benzetilen31 Hüseyin Avni Ulaş, hayatının her döneminde yılmayan bir demokrasi savaşçısı olarak tarihe kaydedilmiştir.

NOTLAR
1. Server Tanilli, Fransız Devriminden Portreler,
(İstanbul: Cem Yayınları. 1993). 36.

2. a.g.e. 369.

3. Şerif Mardin, "Atatürkü Anarken." Türkiye Günlüğü ,
(Mayıs-Haziran 1994), 7-9.

4. Tarık Zafer Tunaya, Türkiyenin Siyasal Hayatında
Batılılaşma Hareketleri, (İstanbul: Yedigün Matbaası,
1960) 228.

5. Vedat Bilgin, "Türkiye'de Antidemokratik Düşünce
Geleneği Üzerine" Türkiye Günlüğü, (Nisan 1989),16.

6. a.g.m., 16.

7. Erkan Akın, "Kemalizm, Laiklik, Halkçılık ve
Demokrasi " Türkiye Günlüğü, (Kış 1990), 80.

8. CHP Dördüncü Büyük Kurultayında Recep Peker'in
Söylevi, Ankara : Ulus Matbaası, 13.5.1935.

9. Ahmet Demirel, Birinci Mecliste Muhalefet,
(İstanbul: İletişim Yay., 1995), 229.

10. a.g.e, 230.

11. Feridun Kandemir, Hatıralar ve Söylemedikleriyle
Rauf Orbay, (İstanbul: Yakın Tarihimiz Yay., 1965),
57.

12. Lütfü Bornavalı, "Partiler Karşısında Hüseyin
Avni", Hareket Dergisi, Sayı 13, (Mart-Nisan 1948).

13. Demirel, a.g.e., 50.

14. Ana Britannica, Cilt. 21 Ana Yay. 1990, "Hüseyin
Avni Ulaş " maddesi.

15. Hareket Dergisi, "Hüseyin Avni Ulaş Hakkında
Anket." Sayı 14 (Mart 1948).

16. Mehmet Altan, "Cumhuriyet'in İlk Demokratı Hüseyin
Avni Ulaş'ı Rahmetle Anıyorum..." Sabah Gazetesi,
31.9.1994.

17. Muammer Çelik, Hüseyin Avni Ulaş. (İstanbul:
Erzurum Kitaplığı Yayınları, 1996), 360.

18. Demirel, a.g.e., 260.

19. TBMM Gizli Zabıt Cerideleri, cilt 11. (İstanbul:
İş Bankası Kültür Yayınları, 1985). 166.

20. a.g.y, 414.

21. a.g.y., 327.

22. a.g.y., c. 111., 317 .

23. a.g.y, 614-615.

24. Aktaran Demirel, a.g.e., 375.

25. Yunus Nadi, “Yeni Bir Cidal Devri" Yenigün
Gazetesi, 26 Kasım 1922.

26. TBMM. Z. C. Cilt: 27. 47-48 den aktaran Ahmet
Demirel, a.g.e. 499-500.

27. Cahit Okurer, "Karakter Kahramanı Hüseyin Avni",
Hareket Dergisi, sayı 24, (Ocak, 1949).

28. Denizcioğlu, "Hüseyin Avni Ulaş'a dair bir katre
düşünce", Hareket, sayı 24, (Ocak-1949).

29. Nurettin Topçu, Birinci Devre Erzurum Milletvekili
Hüseyin Avni Ulaş, (İstanbul: Milliyetçi Derneği
Neşriyatı, 1958).

30. Muammer Asaf, "Hüseyin Avni Ulaş", Hareket, sayı
14, Nisan-1948.

31. Nurettin Topçu, "Hüseyin Avni", Hareket, sayı 13,
Mart-1948.

KAYNAKLAR
Akın, Erkan, "Kemalizm, Laiklik, Halkçılık ve
Demokrasi", Türkiye Günlüğü, Kış 1990.

Altan, Mehmet, "Cumhuriyetin İlk Demokratı Hüseyin
Avni Ulaş'ı Rahmetle Anıyorum...", Sabah, 31.9.1994.

Ana Britannica, Cilt 21, İstanbul: Ana Yay. 1990.

Asaf, Muammer, "Hüseyin Avni Ulaş", Hareket, sayı 14,
Nisan 1948.

Bilgin, Vedat, "Türkiye'de Antidemokratik Düşünce
Geleneği Üzerine", Türkiye Günlüğü, Nisan 1989.

Bornavalı, Lütfü, "Partiler Karşısında Hüseyin Avni",
Hareket, sayı 13, Mart-Nisan 1989.

CHP Dördüncü Büyük Kurultayında Recep Peker'in
Söylevi, Ankara: Ulus Matbaası, 13.5.1935.

Çelik, Muammer, Hüseyin Avni Ulaş, İstanbul: Erzurum
Kitaplığı Yayınları, 1996.

Demirel, Ahmet, Birinci Mecliste Muhalefet, İstanbul:
İletişim Yay., 1995.

Denizcioğlu, "Hüseyin Avni Ulaş'a Dair Bir Katre
Düşünce", Hareket, sayı 24, Ocak-1949.

Hareket Dergisi, "Hüseyin Avni Ulaş Hakkında Anket",
Sayı 14, Mart -1948.

Kandemir, Feridun, Hatıralar ve Söylemedikleriyle Rauf
Orbay, İstanbul: Yakın Tarihimiz Yay., 1965.

Mardin, Şerif, "Atatürk'ü Anarken", Türkiye Günlüğü,
Mayıs-Haziran 1994.

Nadi, Yunus, "Yeni Bir Cidal Devri", Yenigün Gazetesi,
26.11.1922.

Okurer, Cahit, "Karakter Kahramanı Hüseyin Avni",
Hareket Dergisi, Sayı 24, Ocak-1949.

Tanilli, Server, Fransız Devriminden Portreler,
İstanbul: Cem Yay., 1993.

TBMM Gizli Zabıt Cerideleri, Cilt II, İstanbul: İş
Bankası Kültür Yayınları, 1985.

Topçu, Nurettin, "Hüseyin Avni", Hareket, sayı 13,
Mart-1948.

-----, Birinci Devre Erzurum Milletvekili Hüseyin Avni
Ulaş, İstanbul: Milliyetçi Derneği Neşriyatı, 1958.

Tunaya, T. Zafer, Türkiye’nin Siyasal Hayatında
Batılılaşma Hareketleri, İstanbul: Yedigün Matbaası,
1960.

İhsan ÇOLAK

KAYNAK:
http://www.ikincicumhuriyet.org/basinda/basinda997.html

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder