28 Haziran 2011 Salı

Karamağaralı, Halûk

Karamağaralı Halûk Bey
Necmeddin SEFERCİOĞLU
Türk Yurdu Mart 2009 Cilt: 29 | Sayı : 259
Türk milliyetçiliğinin Ankara’daki önderlerindendi. Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi öğrenciliği sırasında Türkçü düşünce, kuruluş ve eylemlerle ilgilenmeye başlamış, Ankara’daki Türkçü kuruluşlara yönetici ve/ya üye olarak katılmayı görev saymıştı. Bir bilim adamı olarak seçkinleşmenin yanında, Türkçü düşüncenin, eylemlerin ve kurumların hemen hepsinde oluşturucu, yönetici ve/ya öncü olarak yer alırdı. Türkçülüğün tarihini inceleyecek olanlar, onun adına da sıkça rastlayacak, onu rahmetle ve saygıyla anacaktır.
* * *
Karamağaralı Osman Halûk Beğ, Yozgat’ın Karamağara köyünden göçüp 19. yüzyılın ortalarında Elazığ’a yerleşmiş bulunan bir ailenin çocuğu idi, Babası Tapu Grup Müdürü Yümnî bey, annesi Cemile hanımdır. Babasının görevi dolayısıyla öğrenimi değişik şehirlerde gerçekleşti. 1923 yılında İzmir’de doğdu. İlk ve ortaokulları Bursa’da, liseyi Erzurum’da okudu. 1942’de Ankara’da girdiği Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesi’nin Arkeoloji Bölümü’nü 1946’da bitirdi.
Çalışma hayatına 1946 yılında Ankara Etnografya Müzesi asistanı olarak başlayan Karamağaralı, orada Prof. Remzi Oğuz Arık’ın yanında çalıştı ve yetişti. 1949 yılında, yeni açılan A. Ü. İlâhiyat Fakültesi’ne profesör olan R.O. Arık’ın yanına geçmek için asistanlık sınavına girip kazandı. Fakat Arık Hoca’nın milletvekili adayı olarak görevden ayrılması üzerine mevcut Fakültenin yöneticileri Prof. Arık’ın milletvekili adayı olması üzerine onu asistanlığa almak istemediler. Hocası, milletvekili olduktan sonra konuyu, iki soru önergesi vererek TBMM’ne taşımak zorunda kaldı. Sonunda, 1951 yılında, Fakültesinin Türk ve İslâm Sanatları Tarihi Kürsüsünde görev aldı ve Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin ile çalışmağa başladı. 18 Mayıs 1955’te “Anadolu’da Beylikler Devri ahşap minberleri” konulu tezi ile doktor oldu. 15 Kasım 1965’te de “Anadolu’da Moğol istilâsından sonra yapılan dinî mimarî eserlerinde görülen plân ve form özellikleri” konulu çalışması ile doçentliğe hak kazandı. Fakültesindeki dersleri yanında Konya’daki Yüksek İslâm Enstitüsü’nde de birkaç dönem İslâm Sanatları Tarihi dersleri verdi. 1967’de Beyhan Karamağaralı ile başlattığı, eski Ahlat şehrinin gün ışığına çıkarılmasını erekleyen Ahlat Kazısı’nı 1992’ye kadar sürdürdü. 1983 yılında Gazi Üniversitesi Mimarlık-Mühendislik Fakültesi Mimarlık Bölümü profesörlüğüne atandı. A.Ü. İlâhiyat Fakültesindeki derslerini de birkaç öğretim yılınca sürdürdü. 1990’da emekli olduktan sonra da Fakültesindeki yüksek lisans ve doktora derslerini vermeye devam etti.. Ayrıca, 1993-95’de Gazi Ü. Fen-Edebiyat Fakültesinin Sanat Tarihi Bölümünde lisans ve yüksek lisans, Niğde Üniversitesinde Sanat Tarihi dersleri okuttu. Emeklilik döneminin son yıllarını ağır hastalıklar ile pençeleşerek geçirdi. Sonunda 24 Ocak 2009 Perşembe günü uçmağa vardı. Cenazesi, 25 Ocak günü Cuma namazından sonra Karşıyaka Kabristanında vatan toprağına emanet edildi. Cenaze törenine, Ankara’dan ve Konya’dan gelen dostlarının, öğrencilerinin oluşturduğu kalabalık bir topluluk katıldı.
* * *
Karamağaralı Halûk Beğ, fakülte öğrenciliğinden başlayarak Türkçü eylemlerle yakından ilgilendi. Daima O tür eylemlerin içinde ve önünde yer aldı.
1946’da Ankara’da kurulan Millî Oyunları Derleme ve Yayma Derneği’nin yöneticilerindendi. Onun yerini alan Türk Kültür Derneği’nin başkanlığını yürüttü (1947-1951). Bu derneğin kurucuları arasında olduğu Türk Milliyetçiler Derneği’nin de kurucu Genel Başkanlığını üstlendi (1951-52). Ayrıca Ülkücü Öğretmenler Derneği’nin Genel Merkez üyeliğinde bulunan Karamağaralı, başka birçok milliyetçi kuruluş ve eylemde de yöneticilik, yol göstericilik, öncülük ve önderlik yaptı. 1947 yılında 5 sayı çıkarılabilen Kür-Şad adlı Türkçü derginin de sahip ve yazı işleri müdürü idi.
Karamağaralı’nın bu dernek çalışmaları yanında, katıldığı ve öncülük ettiği en önemli eylem de 27 Aralık 1947’de gerçekleştirilen “Komünizmi tel’in mitingi” idi. Millî Türk Talebe Birliği’nin düzenlediği ve Türk Kültür Derneği’nin de katıldığı bu mitingde on beş bin genç yer almıştı. Şimdiki Cebeci Stadyumunun yerinde olan Cebeci Çayırı’nda yapılan mitingden sonra gençler, daha sonra Dil ve Tarih-Coğrafya Fakültesine gelerek Rektör Şevket Aziz Kansu’nun makam odasına[1] girerek, o yıllarda Fakültenin Felsefe Bölümünde çörekleniş olan ve komünist olarak tanınan Behice Boran, Niyazi Berkes, Pertev Nailî Boratav, Adnan Cemgil gibi hocalar hakkında hiçbir işlem yapmayan rektörü istifa ettirdiler. Bu mitingden sonra gözaltına alınan gençlerden Karamağaralı Halûk, Sami Yavrucuk ve Ata Ogan mitingin sorumluları olarak mahkemeye verildiler ve uzun duruşmalardan sonra aklandılar.
* * *
Kendisi ile Türk Milliyetçiler Derneği Genel Başkanı olduğu 1951 yılında tanıştığım Karamağaralı ağabey, çok ciddî, titiz, disiplinli, yanlış ve savsaklamayı affetmez bir insandı. Şık giyinirdi. Başkaları üzerinde saygı ve sevgi uyandıran bir kişiliğe sahipti. Ülküdeşleri, dostları ve öğrencileri tarafından çok sevilirdi.
Halûk ağabey iki kez evlendi. 1951’de evlendiği Cahide Çetin’den Türkân adlı, psikoloji yardımcı doçenti; 1965’te evlendiği meslekdeşi Beyhan Yörükân’dan Nakış adlı, sanat tarihi doçenti olan birer kızı vardır.
Halûk Hoca, son yıllarında yaptığımız iki ayrı telefon konuşmamızda, sonsuzluğa uğurladığımız Türkçü büyüklerimiz için dergilerde yazdığım ve bir bölümünü Tanıdığım ünlü Türkçüler (İstanbul: Ötüken, 2005) adlı kitapta topladığım yazılarla ilgili olarak, “Bakalım bana sıra ne zaman gelecek” demişti. Bu satırları o sözlerin hüznü içinde yazmağa çalıştım.
Karamağaralı Hocamıza Allahtan rahmet, yakınlarına sabır dilerim.
[1] O yıllarda Ankara Üniversitesi’nin Rektörlük birimleri DTCF’de idi.
[1] lelek: telek.
[2] gelem: kalem.
[3] kağız: kağıt.
[4] gol çekmek: imza atmak, anlaşmak.
[5] ürek: yürek.
[6] bere: bent, sal.
[7] vügar: vakar.
[8] ahmak: akmak.
[9] bulag: pınar.
[10] ağı çağırmak: ağıt yakmak, feryat etmek.
[11] amal: emeller.


Karamağaralı, Haluk

Prof. Dr. O. Haluk Karamağaralı’ya saygı
Nihat BOYDAŞ
Türk Yurdu Mart 2009 Cilt: 29 | Sayı : 259
Edward W. Said, Out of Place (Yersiz Yurtsuz) adlı meşhur eserinde – herhalde kendisini de kastederek- şu cümleyi kullanır. “Anayurdunu tatlı bulan bir insan hâlâ narin bir çömezdir; her toprağı kendi anayurdu gibi gören bir insan çoktan güçlenmiştir, oysa bütün dünyayı yabancı bir diyar olarak gören insan kusursuzdur”. Aslında bu söz Said gibi yersiz yurtsuz olan Alman filolog E. Auerbach’a aittir. Auerbach İkinci Dünya Savaşı başlarında Türkiye’ye kaçmış, İstanbul Üniversitesi’nde dersler vermiş, Mina Urgan’ın da hocası olmuş Yahudi asıllı bir bilim adamıdır.

Merhum hocam Prof. Dr. O. Haluk Karamağaralı da 19. yüzyılda Yozgat ili sınırları içinde bulunan Karamağara köyünden – bugün Saraykent ilçesi- göç etmek zorunda bırakılan Elazığ, Bursa, İzmir, Ankara, Ahlat şehirlerinde yersiz- yurtsuz dolaşan bir akademisyendi. Oysa bu güzel insan, bütün dünyayı yabancı bir diyar olarak kabul eden bir yersiz yurtsuz olarak görülse bile, aslında her toprağı kendi ana yurdu gibi sevebilen gerçekten güçlü bir insandı. O, peygamberimizin hadis-i şerifinde ifade ettiği gibi bu dünyada garip yaşadı ve bir bakıma da garip öldü. Şöhret ve paradan başka bir değer düşünmeyen, sadece Allahın yaratığı bedenini kullanan insanların acıları paylaşılırken- hem de en üst makamlarca- bir maarif sandığının, bilim adamının vefatına “garip öldü” demek yanlış mıdır? “Dedem bağrında yattıkça benimsin ey toprak” diyerek, yıllar sonra Karamağaralı soyadını aldı. Toprak damlı köhne bir Orta Anadolu köyünü soyadı olarak seçmesi gerçekten anlamlıdır. Ona olan saygım, sevgimden ileri olduğu için soramadım, sevgimi de izhar edemedim. Hocamın adını ilk defa 1966’larda duydum. O yıllarda Bitlis Lisesi’nde resim öğretmeniydim. Amerikalı Barış Gönüllüsü İngilizce öğretmeni M. F. Crowley ile Ahlat’a ilk gidişimde, bu güzel, sevimli, gün görmüş ilçeye hayran olmuştum. Bir masal artığına benzeyen kent beni Prof. Dr. Osman Turan’ın anlattığı Selçuklu kültür ve medeniyetinin o güzel günlerine götürmüştü. Kümbetlerde, şahidelerde, zamana meydan okuyan kufileri ve Selçuklu sülüslerini şaşkınlıkla seyrediyor fakat okuyamıyordum. Crowley, yazıları okumamı istiyordu. Okuyamıyordum. Crowley hayret ediyordu. Hâlbuki çocukluk yıllarımda elif cüzünü bitirmiş, amme cüzüne başlamak üzereydim. O yıllarda elime geçirdiğim yıllanmış bir İnşa kitabından yazmayı da öğreniyordum. Ama işte okuyamıyordum bu yazıları, ecdadımın duygu ve düşüncelerini. Tanpınar’ın dediği gibi “Biz bilerek ya da bilmeyerek atasını öldüren Oidipus’un şaşkınlığı – belki de ihaneti- içindeydik. İsmet İnönü’nün Muş-Tatvan arası (Rahva) tren yolunun açılış törenlerine gelişinde, hatırladığıma göre, Ahlat’ta idim. Öğrencilerimi her yıl Ahlat’a geziye götürüyordum. Bir keresinde Van Gölü’nün etrafını dolaşıp Bitlis’e geri gelmiştim.

Daha önce söylediğim gibi Prof. Dr. O. Haluk Karamağaralı adını 1966’larda duydum. Karamağaralı soyadı bana aşina idi. Çünkü Karamağara, benim köyüme çok uzak olmayan büyük bir köyün adı idi. Benim ilkokulda okuduğum yıllarda Karamağara’da bir cinayet işlenmişti. Bu olay üstüne destanlar yakılıyor, bu destanlar acıklı bir hikâye ile birlikte dillerde dolaşıyordu. Bu destanın bazı dizeleri aklımda kalmış;

Yoncalığın cılgaları
Gide gide daralıyor
Ömer’i vuran jandarmalar
Elvan elvan sararıyor.
Ömer Ömer ana öle
Sensiz bacın ne gün göre
Bacısının adı Emiş
Babasının adı Memiş
Ankara’da İsmet Paşa
Şu Ömer’i vurun demiş.
Ömer Ömer anan öle
Sensiz bacın ne gün göre
Ömer Akdağmadeni ormanlarında saklanıyormuş. Rastladığı insanlardan ekmek istediği için ahali ona Dürümcü Ömer adını takmıştı. Alembey denilen bir yerde jandarmalara teslim olmuş. Halkın anlattığına göre jandarmalar “Biz seni görmedik, istersen sen kaç!” diyesiymişler. Ömer bu söze inanıp kaçmış. Jandarmanın birisi diz çöküp tam boynunun kütüğünden vurmuş. Bu acıklı olaydan dolayı, Dürümcü Ömer’in adı ve Karamağara köyü uzun süre dillerde dolaştı. Ömer’in kötü talihine yanan, özellikle kadınlar destanlar düzmüşlerdi. Dürümcü Ömer Destanı ve Karamağara adını ben de duymuştum. Ben hocanın soyadını bizim Karamağara köyünden aldığını düşündüm. İçimde ona karşı bir sevgi ve yakınlık doğdu. Tabidir ki ben o zamanlar ana yurdunu tatlı bulan narin bir çömezdim.

1980 de Ankara Üniversitesi Eğitim Bilimleri Fakültesi’nde lisans ve yüksek lisans programlarını ikmal ve itmam edince, doktora yapacak bir yer aramaya başladım. Bütün kapılar yüzüme kapanıyordu. A. Ü. İlahiyat Fakültesi’nde öğretim üyesi olan hocadan randevu istedim. Kabul etti. Görüşmek için gittim, beni nezaket ve ciddiyetle dinledi. Sorular sordu. Niçin kendisine geldiğimi, kiminle mastır yaptığımı bilmek istedi. Karamağaralı soyadına bakarak Yozgatlı olabileceğini vehm ettiğimi söyledim. Hafifçe tebessüm etti. Karamağaralı olduğunu, ailesinin 19. yüzyılda Çapanoğulları yüzünden, Karamağara’dan göç etmek zorunda kaldıklarını anlattı. Bir keresinde Karamağara’ya gitmiş, oralı olduğunu söylemiş. Köylüler de “Bey bizimle eğleniyor musun?”demişler. Fakat yaşlı bir köylü dikkatle bakınca “Sen falanlardansın” diyerek hocanın sülalesini hatırlamış. İlahiyat Fakültesi sekreterinin soyadı Çapanoğlu imiş. Hoca adamcağızın yakasına yapışıp tehdit etmiş. Çapanoğlu da: “Vallahi Haluk Bey ben o Çapanlardan değilim” demiş. Hoca bu şaka yollu tehdidi gülerek anlattı. Sonra bana: “Nihat Bey siz bana kayaları tırmanarak geldiniz. Sizi geri çevirmek bana yakışmaz. Dil sınavlarını geçerseniz, gerisini ben hallederim” dedi. Bizim doktora maceramız da işte böyle başladı. Doktora yeterlilik sınavlarında beni bir hayli sıkıştırdı. Hocanın sorduğu soru gerçekten zordu: “Hüsn-i hat sanatında leit motif var mıdır” şeklindeydi. Zorlandım, terledim. Hüsn-i hat konusunda bildiklerimin cim karnında bir nokta olduğunu anladım. O günleri ve böyle anları hatırlayınca;

Tevbe ya rabbi hata rahına gittiklerime
Bilip ettiklerime bilmeyip ettiklerime” derim.

Eskiler “Cehlin bu kadarı ancak tedris ile mümkündür” derlermiş.

Bilirsin ki bilmezsin
Bir bilene sormazsın
Korkarsın ki sorunca
Bilirler ki bilmezsin. Ya da;

İlme mağrur olma Eflatun-u vakt olsan eger
Bir edib-i kâmili gördükte tıfl-ı mektep ol
Şimdilerde tedris ile cahil kalmayı başaranları gördükçe, görüp duydukça “Yarabbi cürm-i tahsil-i ilimden tevbeler olsun!” diyesim geliyor.

Dünyanın en büyük üniversitesi Endülüs’te açılmıştır. Bu üniversite’nin kapısında şu satırlar varmış: “Dünya dört şey üzerinde döner;

İlim adamlarının ilmi,
Yöneticilerin adaleti,
İnançlı insanların duası,
Yürekli insanların cesareti”
Bu dört haslet, erdem, Karamağaralı hocamın karakterini oluştururdu. Özellikle adaleti ve cesareti, ilmi hep önde idi. Okumak fiilinin kökü ok’tan gelir. Yani okumak ok’tan türemiştir. Eski Türk beyleri oku yararak(yazarak) haberleşirlermiş. Okumak, okuyuntu halk kültüründe davet, davetiye anlamında kullanılır. Her Türk bu anlama göre, okumakla kavgayı birlikte götürür. Prof. Dr. O. Haluk Karamağaralı da bu vavlı Türk, bu yakışıklı insan da ok’la (kavga) okumayı (bilimi) bütün hayatı boyunca ciddiye alan bir akademisyendi.

1993 yılında Rumeli’ye gitmiştik. Üsküp’te Murat Hüdavendigar Camii’ni görmek istiyorduk. Semavi Eyice Arnavut asıllı kayyumdan camiyi açmasını istedi. Kayyumun Arnavut damarı tutmuş olacak ki kapıyı açmak istemedi. Şikâyet ettik gene açmadı. Hocam okunu gerdi ve: “Pis Arnavut n’olacak!” dedi. Kayyum üstümüze yürüdü. Hoca da saldırdı. Kayyumu görevden aldılar da bereket kapı açıldı. Arnavutların gerçekten anut olduklarını, Arnavut asıllı bir dostumdan öğrendim. Ne acıdır ki caminin üç satırlık celi sülüs tamir kitabesinde Sultan Çelebi Mehmet Oğlu Murat Hüdavendigar zamanında yapıldığı yazılıydı. Ecdadımızın yaptırdığı camiye torunlarını sokmuyorlardı. Bu ihanetle nankörlüklerinin ceremesini çok geçmeden kanla ödediler.

Merhum hocam Prof. Dr. O. Haluk Karamağaralı ciddi bir bilim adamıydı. Çevresine ciddiyet saygı yansıtırdı. Basit davranışlardan, şakadan hoşlanmazdı. Bütün ciddi insanlar gibi mizacen asabiydi. Onu hiç kravatsız, tıraşsız, ütüsüz, dağınık gördüğümü hatırlamıyorum. Bu titizliği, seçiciliği eserlerine de yansımıştı. Türkçenin aşığıydı, sevdalısıydı. Süleyman Nazif ve Yahya Kemal Beyatlı’nın İbn-ül Emin Mahmut Kemal İnal için yazdıkları, söyledikleri iki dize şiir, övgü hocam için de geçerlidir.

Hazer gıpta o devr-i kadim efendisine
Ne kendi kimseye benzer, ne kimse kendisine.

17 Ocak 2009 Cumartesi günü Yozgat Belediye’sinin kadirşinaslığı sayesinde, adını Bozok Üniversitesi civarında bir caddeye verdik. Yozgat Valisi, Belediye Başkanı, Ankara’dan gelen akademisyenlerin katıldığı törende kızı Doç. Dr. Nakış Karamağaralı duygulu bir konuşma yaptı. Hocam törende çekilen fotoğrafları sanırım gördü ve belki de ebedi yolculuğuna çıkmadan önce son kez acı da olsa tebessüm etti. Sevgili eşi Prof. Dr. Beyhan Karamağaralı’yı yitirdikten sonra yaşamak istemiyordu.

Ölmek değildir ömrümüzün en feci işi
Müşkil odur ki ölmeden evvel ölür kişi.

Dizelerinde Yahya Kemal Beyatlı sanki onun son günlerini anlatır.

17 Ocak 2009 tarihinde Yozgat’ta düzenlediğimiz Prof. Dr. O. Haluk Karamağaralı’ya Saygı Günü törenlerinden on iki gün sonra, 29 Ocak 2009 tarihinde, bu maarif sandığını, kara toprağa emanet ettik. Nur içinde yatsın, dilerim mekânı cennet olsun.

Karamağaralı, Halûk

Prof. Dr. Haluk Karamağaralı Hoca’yı (1923-2009) sonsuzluğa uğurladık
Halit ÇAL
Türk Yurdu Mart 2009 Cilt: 29 | Sayı : 259
Türk sanatı tarihçisi, hocam, merhum Prof. Dr. Haluk Karamağaralı 30 Ocak 2009 günü fena âleminden beka âlemine göçtü. Hocam hakkında bir yazı yazmam istendiğinde tabiî ki hiç düşünmeden evet dedim. Tereddüdüm ise evet dedikten sonra başladı. Bunca yıllık beraberlikten ve öğrendiğim onca şeyden sonra Hocamı tanımayanlarına layığı ile anlatabilmek bana çok kolay görünmedi.

İnsanların bu dünyada sevdikleri bir işi meslek olarak yapıyor olmalarının bir lütuf olduğuna inandım hep. Hiç beklemediğim bir zamanda, bana halen de yapıyor olmaktan mutluluk duyduğum bilim dünyasının kapısını açan, Haluk Karamağaralı hocam oldu. Hocamın Türk kültürüne yaptığı hizmetleri anlatmadan önce, bu dünyada olduğum sürece minnet duygumun hep benimle olacağını söylemek isterim.

İzmir tapu grup müdürü Yümni Bey ile Cemile Hanım’ın 1923 yılında bir çocukları oldu, adını Osman Haluk koydular. Ailesinin göçebeliği, daha Haluk Karamağaralı doğmadan başladı. Aslen Yozgat’ın Karamağara Köyü’nden olan sülale, politik çekişmeler sonucu 19. yüzyılda Elazığ’a göçtü. Haluk Bey de babası Yümni Bey’in memuriyeti dolayısıyla ilkokul ve ortaokulu Bursa’da, liseyi ise Erzurum’da bitirdi. Bu iki şehir, özellikle de Erzurum, daha sonra meslek olarak sanat tarihini seçmesinde çok etkili olmuştur.

Erzurum Lisesi’ni bitirdiğinde, o yıllarda liseyi pekiyi dereceyle bitiren öğrenciler, istedikleri fakülte ve bölüme mülakatla girebildikleri için, Dil ve Tarih Coğrafya Fakültesi Arkeoloji bölümünü seçti. Mülakatta, bölüm hocalarından, adı her geçtiğinde saygıyla ve hayırla andığı rahmetli Prof. Dr. Remzi Oğuz Arık, neden Arkeoloji bölümünü seçtiğini sorar. Haluk Bey, aslında Türk sanatı okumak istediğini, ancak böyle bir bölüm olmadığı için yakın bir bölüm olarak Arkeoloji Bölümünü tercih ettiğini söyler. Haluk Bey, lise yıllarında iken evlerinin Erzurum Çifte Minareli Medrese’nin karşısında olduğunu ve bu yapının kendisini çok etkilediğini belirtmiştir.

Üniversite öğrenciliği ile beraber Hocanın kültürel-siyasi mücadelesi de başlar. Üniversite çağı genelde insan kişiliğinin biçimlendiği, pekiştiği yıllardır. Haluk Bey’in kişiliği ise daha başlangıçtan itibaren kendini belli etmişti. Mensup olduğu kültürden utanmayan, kendisi ve kültürüyle barışık, onunla gurur duyan ve bunu ifade etmekten de hiçbir zaman çekinmeyen bir insan idi. Bunun ne demek olduğunu anlamak için dönemin siyasi ortamını biraz bilmek gerekir.

1940’lı yıllar, Atatürk’ün Türk milliyetçiliği esasına dayanan yeni bir Türk kültürü yaratma politikasının terk edildiği ve batı kültürünün temel alındığı, farklı bir Türkiye oluşturulmaya başlandığı yıllardır. Basitleştirecek olursak Türklerin bu coğrafyaya 300 çadırla geldikleri, Anadolu’nun çoğunluğunu oluşturan Hıristiyan halkını zorla Müslüman yaptıkları, Osmanlı devlet modelinin büyük ölçüde Bizans devlet yapısından kopyalandığı, Osmanlının önemli devlet ve bilim adamları ile sanatçılarının da aslında ırk olarak Türk olmadıkları şeklinde bir anlayış doğmuştu. Bu moda, kalkınan Avrupa gibi bizim de yeni modelimizin hümanizm adı altında eski Yunan ve Avrupa kültürü olması gerektiği görüşünde idi. Aslında Atatürk’ün Türk milliyetçiliği gibi bu da Osmanlı aydınlarının 19. yüzyılın bilhassa ikinci yarısında tartıştıkları görüşlerdendi. Yeni bir devlet kurma karışıklığı içinde, doğrularla yanlışların birbirine girdiği ve doğruyu aramaktan çok rakibi alt etme anlayışının bir parçası haline getirilen bu görüş, kültürel hayatımızda etkisini kısmen bugün de sürdüren büyük kırılmalar yarattı. 1940’lı yıllar bu kopukluğun en ciddi olduğu dönemdi. Devletçe desteklenen ve aydınların çoğunun katıldığı hareket ile bu devirde Türk müziği, sanatı genel ifade ile Türk kültürü aşağı görülüyor, Avrupa kültürü yüceltiliyordu. Mesela Mimar Sinan’ın Osmanlı mimarisindeki yeri değil de onun etnik kökeninin Rum veya Ermeni olduğu iddiası öne çıkarılıyordu.

İşte böyle bir dönemde Türk olduğunu söyleyebilmek, o kültüre sahip çıkabilmek ciddi bir cesaret gerektiriyordu. Tek partili devirde, devletin doğru dediği şeyin karşısında durabilmek, kısaca sonradan ağır bedeller ödeyebilecek bir muhalif olmak, herkesin göze alabileceği bir şey değildi.

Haluk Karamağaralı daha bir üniversite öğrencisi iken muhalefet saflarında yerini aldı. Siyasi bir ikbal beklemeden, inandığını her zaman cesaretle söylemekten korkmadı. 1944 yılında başta Nihal Atsız olmak üzere Türkçülükle suçlananlar için de Haluk Bey de vardı. Hoca öğrenciliğinde, gazeteci Kenan Öner’in Milli Eğitim Bakanı Hasan Ali Yücel ile olan davasında Kenan Öner’in şahididir. Hasan Ali Yücel’in İsmet İnönü ile kendisini kıyaslamak için kullandığı, onun yanında ben sıfırım ifadesine dayanarak mahkemede, bakan için, kendisini sıfır olarak kabul eden bir kişiye söylenecek sözüm yoktur anlamında bir ifadede bulunmuş ve bu yüzden küçük bir ceza almıştır.

1946 yılında fakülteyi bitirince Remzi Oğuz Arık’ın yanında Etnografya Müzesi’ne müze araştırmacısı oldu.

1949 yılında Ankara İlahiyat Fakültesi’nde açılan Türk ve İslam Sanatları Kürsüsü asistanlık sınavına girer ve kazanır. Fakat ataması yapılmaz. Bana, hocası Suut Kemal Yetkin’in, Milli Eğitim Bakanı’nın atamanın yapılmaması için Fakülte dekanına telefon ettiğini aktardığını, bunun üzerine Remzi Oğuz Arık’ın Meclis’te Milli Eğitim Bakanına soru önergesi vermesi üzerine bir yıl sonra tayininin yapıldığını söylemişti. Bu arada Milliyetçiler Derneğinin genel başkanlığını yapmıştır.

Haluk Bey’in sert bir görünüşü vardı. İlk tanışan insanlar ondan çekinir, fakat zaman içinde tanıdıkça bu çekingenlik önce saygıya sonra da sevgiye dönüşürdü. Çok yakınında olan sevdiği insanlara karşı bile belli bir mesafeyi hep korurdu. Öğrencilerinin, asistanlarının nasıl bir evde kaldığını, ne tür problemleri bulunduğunu mesela kömürünün olup olmadığını takip ederdi. Giyimine çok dikkat eder, gayet şık giyinirdi. Son derece titizdi. Mesela kazı bitiminde fotoğraf çekilme aşamasına gelindiğinde bütün kazı alanı dikkatle süpürülür, Belediyenin itfaiye aracı çağırılır, bütün alan yıkanırdı. Çünkü yıkanmış nesnelerin fotoğrafları daha iyi çıkardı. Sonra itfaiye aracının yangın merdiveni sonuna kadar açılır, bütün alanın tepeden fotoğrafları çekilirdi. Hoca bizleri bir tehlikeye atmamak için ilerlemiş yaşına karşılık her seferinde yangın merdivenine kendisi çıkar ve fotoğrafları kendisi çekerdi. Asistanı olarak beraber çalıştığımız gençlik yıllarımda bu titizlik bazen bana aşırı görünür bu kadarı da fazla diye düşünürdüm. Ancak yaşım ilerleyince iyi bir sonuç elde etmek için bu titizliğin gerekli olduğunu anladım. Terörün azdığı yıllarda sadece öğrencilerinin güvenliğini düşündüğü için Ahlat Kazısına birkaç yıl ara verdiğini biliyorum.

Hayatının her döneminde etkili, unutulmayan hocalardan olmuştur. 1992 yılında Niğde şehrindeki Türk eserleri hakkındaki araştırmamı yürütürken izin almak için –adını unuttuğum için beni bağışlasın- zamanın Niğde Müftüsünün makamına çıktım. Beni çok iyi karşıladı, izzet ikramda bulundu, sohbet sırasında ziyaret sebebimi açıkladığımda, İlahiyat Fakültesinde bir sanat tarihi hocamız vardı, bize öyle bir öğretti ki Selimiye Camisi’nin planını şimdi bile ezbere çizerim dedi. Durumu bildiğim için o hoca, yani Haluk Karamağaralı benim de hocamdır dediğimde Müftü beyin bana bakışının değiştiğini hatırlarım.

Ahlat Kazısı sırasında iki minibüsle Van Gölü Çevre gezisine çıkmıştık. Haluk Beyle Beyhan Hanım minibüsün birinde, ben ve kızları Nakış Hanım da diğerinde idik. Yolculuğu hareketlendirmek için minibüsün camından diğer araçtaki arkadaşlara bazı yazılar gösterip sataşıyor onlar da bize karşılık veriyordu. Bir ara hocanın bulunduğu minibüsü geçmişiz. İlk mola yerinde, hocanın bulunduğu araç geçilmez diyerek bir azar işitmiştim.

Bakmakla görmek arasında fark olduğunu, bir araştırmanın sadece konu olan nesnenin fiziki biçimini incelemekten geçmediğini, görünenin arkasındaki anlamanın önemli olduğunu söylerdi. Örnek olarak şu olayı anlatmıştı: Bir araştırması sırasında yanlış hatırlamıyorsam, Çorum’a giderken hocası Prof. Dr. Suut Kemal Yetkin’e uğrar ve gideceği yerlerle ilgili olarak bir emirleri olup olmadığını sorar. Suut Hoca, bir hamamın fotoğrafını çekmesini ister. Haluk Hoca dönüşünde çektiği fotoğrafları Suut Bey’e verir. Suut Bey, teşekkür ederim evladım der ve sorar, hamamın içine girip yıkandın mı? Haluk Bey şaşırarak hayır hocam der. Suut Bey, olmadı evladım, bir yapı bakılarak ya da içine girip çıkılarak anlaşılmaz. Hamama girip yıkanacaktın ancak o zaman o hamam sende kalıcı fikirler bırakırdı der.

Türk sanatı tarihçisi olarak Haluk Karamağaralı’nın bu alanda nasıl bir yeri vardı? Türk sanatı kavramının yeni oturmaya başladığı bir dönemde hoca iki önemli konuda tez hazırlamıştır. “Beylikler Devri Ahşap Minberleri” adlı doktora tezi ve “Anadolu’da Moğol İstilasından Sonra Yapılan Dini Mimari Eserlerinde Görülen Plan ve Form Özellikleri” adlı doçentlik tezi. Özellikle Moğol işgalinin Anadolu Türk sanatında önemli değişikliler yaptığı şeklindeki tezi o zaman büyük tartışmalar yaratmış olmakla birlikte bu görüş artık günümüzde bir genel kabul haline gelmiştir. Adı artık Haluk Karamağaralı ile özdeşleşen Ahlat şehrini Türkiye genelinde tanınır hale getiren, Hocamın burada yıllardır sürdürdüğü kazılardır. Bir kısmına katılma fırsatı bulduğum Ahlat kazısını uzun süre imkansızlıklar içinde devam ettirmiş, eşi merhume Beyhan Karamağaralı hocam ile beraber, dünya çapında önemli bir merkez olan Ahlat’ın Türk sanatı içindeki yerini almasında büyük katkı sağlamışlardır. Yürüttüğü tezlerde, imla hatalarını tek tek düzeltecek kadar metni baştan sona okurdu. Bu yüzden çoğu insan Haluk Bey’i tez danışmanı olarak seçmekten korkar, fakat bilirlerdi ki Haluk Bey bir teze evet dediyse o tez jüriden dönmezdi.

Haluk Bey, meşhur titizliği ile az yazan bir hoca olmuştur. Buna karşılık yazdığı her makale bu alanda ses getirmiştir. “Erzurum Hatuniye Medresesi”, “Erzurum Ulu Camii” gibi makaleleri, ben de dahil pek çok öğretim üyesi tarafından yüksek lisans ve doktora seviyesinde öğrencilere örnek makale olarak okutulmaktadır. Konya Alaaddin Camisi, Konya Sahip Ata Camisi, Konya İplikçi Camisi’nin asli hallerini belirlemeye çalıştığı, restitüsyon problemlerini ele aldığı makaleleri de bu türde yapılan ilk ciddi çalışmalardır.

Türk sanatı tarihindeki önemli yerine karşılık Haluk Karamağaralı hocamın ben de dahil, pek çok insanı etkileyen tarafı, Türk kültürüne karşı olan tutumu ve kişiliğidir. Hiçbir zaman güce tapmadı, makam ve mevki peşinde koşmadı, günlük politikaya karışmadı, her şart ve zeminde, bir gelecek kaygısı taşımadan dik durmayı, sözünün eri olmayı bildi. Türk kültürü ve milliyetçiliği onun için pek çok şeyden önce Türkçe demekti, Türkçenin doğru kullanılmasına çok önem verdi.

Artık günümüzde kaybolmuş olan ve geleneksel kültürümüzün zirvesi sayılmak lazım gelen Osmanlı kültürünün son temsilcilerinden, milletine aşık bir beyefendi idi. Sağlığında da hastalığında da kimseye boyun bükmedi. Adam gibi yaşadı, adam gibi öldü.

Kendisinin merhum Remzi Oğuz Arık hocamız için söylediği söz ki koca Türkmen, nur içinde yat.

Prof. Dr. Haluk Karamağaralı’nın Yayınları
1- "Çorum Ulu Câmii'ndeki Minber", Sanat Tarihi Yıllığı, (1964-65), İs­tanbul, 1965, s. 120-143.
2- "Mevlâna'nın Türbesi", Türk Etnografya Dergisi, sayı VII-VIII, Anka­ra, 1966, s. 38-42.
3- "Anadolu Selçuklu Kervansarayları", Önasya, sayı VI/61-62, Ankara,1970, s. 4-5.
4- "Ahlat'ta Bulunan Tümülüs Tarzındaki Türk Mezarları", Önasya, sayı-V/59-60, Ankara, 1970, s. 5-6.
5- "Erzurum'daki Hatuniye Medresesi’nin Tarihi ve Banisi Hakkında Mülahazalar”, Selçuklu Araştırmaları Dergisi, sayı III, Ankara, 1971, s. 209-247.
6- Ahlat, Ahlat, 1975.
7- "Kayseri'deki Hunad Hatun Câmii'nin Restitüsyonu ve Hunad Manzumesi'nin Kronolojisi Hakkında Bazı Mülahazalar", Ankara Üniversitesi İla­hiyat Fakültesi Dergisi, sayı XXI, Ankara, 1976, s. 199-246.
8- “Einige Gedanken zur Rekonskruktion der Hunad-Moschee und zur Choronologie der Hunad –Baugruppe in Kays”, Fifth International Congress of Turkish Art, 21-26 Sept. 1975, Budapest 1978, s. 495-535.
9- "Erzurum Ulu Camii", Yıllık Araştırmalar Dergisi, sayı III, Ankara,1981,s. 137-177.
10- "Sâhib Ata Câmii'nin Restitüsyonu Hakkında Bir Deneme", Rölöve ve Restorasyon Dergisi, sayı III, Ankara, 1982, s. 49-76.
11- "Konya Ulu Camii", Rölöve ve Restorasyon Dergisi, sayı IV, Ankara, 1982, s. 121-131.
12- “Ahlat’ın Kültür Tarihimizdeki Yeri”,Ahlat ve Kültürel Mirasımızın Korunması, 1992, s. 21-32.
13- “Büyük Bir Kültür ve Sanat Merkezi: Ahlat”, Türkler, C.7, Ankara 2002, s. 798-804.
14- "Türk Cami Mimari'sinde Mekan Gelişmesi ve Ayasofya Mes'elesi", Ekrem Hakkı Ayverdi ve Osmanlı Mimarisi Sempozyumu Ankara 1999, Kubbealtı Akademisi Kültür ve Sanat Vakfı, Ankara 2002, s.83-108
15- “Ahlat Kazıları (1967-1991)”, II. Van Gölü Havzası Sempozyumu, Bitlis 4-7 Eylül 2006.Ankara 2007, s. 83-96.

Hiç yorum yok:

Yorum Gönder